nan Kafkas Derneği Ankara Şubesi Halk Dansları Topluluğu ELBRUZ, 17 Mayıs'ta Adana'da, 18 Mayıs'ta Mersin'de, 24 Mayıs'ta Ankara'da gösterilerde sahne alacaktır. Gösteriler için bilet temin yerleri aşağıdadır: Adana Gösterisitd> KAFDER Adana Şb. tr> Mersin Gösterisitd> KAFDER İçel Şb. tr>Ankara Gösterisitd>KAFDER Ankara Şb. Sn. Ziya Mis, Sn. Filiz ÖdenTley Tasarım Sn. Ömür Enestr>table>Kaffed
Ubıh Dili
Ubıh dili denince akla ilk gelen kişi ''Son Wubıh'' olarak isimlendirilen Tevfik Esenç’tir. Manyas'ın Hacıosman Köyünün bu efsane adamı Prof. Georges Dumezil ile yıllarca çalışarak bu dile emek vermiş ve dilin kayda geçirilmesine olanak sağlamıştır ancak ''Bir dile, bir ömür yetmiyor'' diyerek dile ait yapılacak bir çok şey olduğunu dile getirmiştir. Dünyada var olan diller arasında öğrenilmesi en zor dillerden biri olan Wubıh dili üzerinde kaynak kişi olması bakımından Tevfik Esenç dilbilimci akademisyenlerin ilgisini çekti. Wubıh dili ''Sessiz Harfler Senfonisi'' olarak tanımlanabilir. Diğer Kafkas kültürlerinde olduğu gibi kadına verilen önem dildeki karşılığından da anlaşılabilir. ''Kadın'', ''Sabah Yıldızı'' anlamına gelirken, kadınlara ''siz'' diye hitap edilir, buna karşın erkeğe ise ''sen'' diye hitap edilirdi. Ünlü Kanadalı dilbilimci J. Catford, kitabında ''Dillerin Dağı'' diye adlandırdığı Kafkasya için, kendisi dahil olmak üzere bir çok dilbilimci özelde zorluğu nedeniyle Wubıh diline ve diğer Kafkas dillerine ilgi göstermişlerdir. Macar J. Von Mészaros, yaptığı araştırmalarda Wubıh dilinde Wubıhların kendilerine, “Paekh” ve lisanlarina da “Paekhy” dediklerini yazmıştır. (J.Von Mészaros: Die Paekh-Sprache. Chicago 1934.) Fransız Akademisi (College de France) üyesi 30 civarında dil bilen Prof. Georges Dumezil, 1925 yılında İstanbul'da dinler tarihi dersi vermeye geldiğinde, yok olmaya yüz tutan Wubıh dili hakkında da çalışmalar ortaya koyar. Wubıh dili metinlerin ile diğer Kafkas dilleri ile karşılaştırmalı örneklerinin verildiği çalışmalarda bulunur, ''La langue des Oubykhs'' ve ''Le Verbe Oubykh'' adlı çalışmalarda bulunur. Prof. Georges Dumezil ölmeden önce Wubıh dilinin sözlüğünü çıkarmak istiyordu, fakat ömrü maalesef buna yetmedi. Aynı çalışmalar günümüzde Wubıh dili üzerinde en büyük otorite sayılan adaşı Prof. Georges Cherahidze tarafından Paris'te yürütülmektedir. Wubıh dili ile ilgilenen bir başka dilbilimci de Alman dilbilimci Prof. Adolf Dirr'dir. 1898 yılında İzmit-Kırkpınar'da çalışmalarda bulunan Danimarkalı Age Benediksen'in el yazısı ile tuttuğu notları, 1913 yılında Kafkasya öğretim bölgesi müfettişi ve Adıge dili üzerinde çalışan L. Lopatinsky'den alan A. Dirr, aynı yıl St. Petersburg'daki imparatorluk bilimler akademisi tarafından da Küçük Asya'ya gitmek ve Wubıh dilinde kurtarılabilecek ne varsa kurtarmakla ve korumakla görevlendirilmişti. Lopatinsky ve Uslar'ın Wubıh dili ile ilgili çalışmalarını da yakından takip eden Dirr'e göre, her Wubıh üç lisan biliyordu; Adıgece, Türkçe ve göreceli olarak (daha az) Wubıh dilini biliyorlardı. A. Dirr'e göre bu dilde güvenilir materyaller elde etmek oldukça güç bir işti. A. Dirr, 1924 yılında Gerhard Deeters ile beraber çıkarmaya başladığı ''Caucasica'' adlı bilimsel dergisiyle Kafkas biliminin yaygınlaşıp tanınmasına büyük katkılarda bulundu. 1934 yılına kadar yayımlanan Caucasica'nın yönetimini Adolf Dirr'in ölümünden sonra ise Gerhard Deeters üstlendi. Wubıh dili ile ilgilenmiş bir başka değerli dil bilgini ise Norveç'li Hans Kampstrup Vogt'dur. İlk makalesini 1930 yılında Ermeni dili üzerinde ''Les deu themes verbaux de l'armenien classique'' ismiyle yayınlamıştır ve bu yıllarda Gürcü dili çalışmalarına da başlayan H. Vogt, 1932-1933 yıllarında Gürcistan'da bulundu. "Esquisse d'une grammaire du georgienne moderne" adlı araştırması, modern Gürcü dilinin ilk bilimsel çalışmasıdır. Asıl ilgi alanı Gürcü dili olmasına rağmen, Hans Vogt'un, Tevfik Esenç ile birlikte hazırladığı Wubıh dili sözlüğü, dile yapılmış en önemli katkıdır. (HansVogt: Dictionnaire de la langue oubykh, Oslo 1963). Tevfik Esenç'in, Wubıh dili üzerine konuşmalarını, şarkılarını ses bantlarına da kaydeden H. Vogt, bize bu anlamda çok değerli yapıtlar bıraktı. Bu dili en son konuşan tek kişi olan Tevfik Esenç'le sadece dilbilimciler değil -film dünyası da ilgilenmiştir. Çekimi Eylül 1987'de tamamlanan ''Son Sesler'' adlı, belgesel-film 1-14 Mart tarihlerinde Paris'te gerçekleştirilen “Cinema du Reel Festivali”ne davet edildi. Yapımcılığını İstanbul Film Ajansının üstlendiği, Hasan Gergin'in görüntülediği bu film, anayurtları olan Kafkasya'dan kopan Wubıh halkı ve diline bir ağıttı. Wubıh dili ile ilgili Türkiye'de yapılan en önemli bilimsel çalışma Sumru Özsoy'un (Boğaziçi Üniversitesi) evsahipliğinde UNESCO tarafından desteklenen Kuzey Batı Kafkas Dilleri toplantısında gerçekleşti. Günümüzde Wubıh dili ile ilgili olan bir çok dilbilimci bu toplantıya katılmıştır. G. Cherachidze, M. Kumakhov, J. Catford, C. Paris, J. Colarusso, R. Smeets, W. Lucassen, G. Hewitt ve S. Chırıkba gibi dilbilimciler bu çalışmaya katılarak Wubıh diline katkıda bulunmuşlardır. Tevfik Esenç'in vefatı ile dili bilen kalmamıştır, kendi deyimiyle; köyündeki asırlık Meşe ağacı onunla birlikte dili bilen tek canlıydı, ancak Tevfik Esenç'in vefatı ile meşe ağacı da kurumuştur. Prof. Dr. Georges Dumezil'in, Tevfik Esenç'in Wubıh dilinde anlattığı hikayeyi dinleyerek "Etudes Oubykhs'' (1959) adlı yapıtına aktardığı hikayenin Fransızca’dan çevirisi aşağıda yer almaktadır. Kafkasya'da bir zamanlar (Hataqoap) diye biri yaşardı. Bir gün Wubıhlar Ruslara karşı büyük bir savaşa girdiler. Rus ordusunu yendiler ve bir çok askeride yaraladılar. Wubıh olan Hataqoap, yaralı bir Rus'u öldürmek üzere yaralıya eğilmişken, Rus "Beni öldürme!" diye bağırır. Böyle savaşan bir kahramanı öldürmenin utanç verici olacağını düşünen Hataqoap, Rus'u yerden kaldırır ve kendi evine götürür. Yaralarını özenle sarıp iyileşmesini bekler. Bir gün Hataqoap Rus'a "Artık istersen ülkene dönebilirsin" der. "Eğer aramızda yine savaş çıkarsa, kahramanca dövüşürüz" demeyi de unutmaz. Buna çok sevinen Rus, "Ben de senin yaptığın bu insanlığı geri ödemek isterim, sana hediye olarak da tabancamı vermek istiyorum" der. Bunu duyan Hataqoap, bu hediyeyi almak istemez "Bir kahramanın silahı alınmaz" der. Fakat Rus ısrar eder ve "Eğer bir gün olur da benim ülkeme gelirsen, beni “Tamaqan” diye ara, ben bir Prensin oğluyum" dedikten sonra ülkesine geri döner. Bir kaç yıl sonra büyük bir düğünle evlenen Hataqoap'ın bir süre sonra bir oğlu dünyaya gelir. Fakat işleri yolunda gitmez. Ve bir gün karısına Rus Prensini görmeye gideceğini söylediğinde, karısının: "Allah bugün rızkımızı vermezse; yarın mutlaka verir" demesine bile aldırmadan yola koyulur. Rus ülkesine varır ve sora sora Tamaqan'ı bulur. Tamaqan'ın huzuruna çıktığında, Tamaqan onu tanımasına ragmen adamlarına "Bu adamı baştan aşağı soyun ve Sibirya'ya yollayın, kendisine de 100 domuz vermeyi unutmayın" der. Sibirya'ya ilk gittiği sene Hataqoap'a verilen domuzların hepsi ölür. Bunu duyan Tamaqan ona bir yüz domuz daha yollattırır. 6 yıl boyunca Hataqoap'ın baktığı domuzlar hep ölür ve Tamaqan her sene ona bir o kadar domuz yollamayı ihmal etmez. 7. sene domuzların ölmediğini hatta yavrulayıp çoğaldığını duyan Prens, "Hataqoap'ı bana getirin, yıkayıp giydirin ve huzuruma çıkarın" der. Tamaqan, Hataqoap Sibirya'dan getirilip de huzuruna çıkarıldığında "Böyle yapmak bana düşmezdi, fakat sen buraya geldiğinde yüzünde insana benzer bir ifade yoktu ve iyilik de yapsam bundan istifade edemeyecektin, bir anlam çıkaramayacaktın" der. "Şimdi dile benden ne dilersen, ben bu ülkenin Prensiyim" diyen Tamaqan'a, Hataqoap ''Aman, bir şey istemem. Bana sadeceözgürlüğümü ver ve ülkeme geri gönder beni, başka bir şey istemiyorum'' der. Bu isteğini kabul eden Temaqan, Hataqoap'a silahını geri verir ve "Ateşlemeden önce iyi düşün ve beni hatırla" der. Prensin verdiği at ve bir kese altınla ülkesine geri dönen Hataqoap, evine yaklaşıp da pencereden baktığında, yatağında karısının bir başka adamla yattığını görür. "Eyvah, karım ben gittikten sonra yatağımıza bir başka adamı aldı" diyen Hataqoap onları öldürmek ister. Fakat Prensin dediği aklına gelir ve sabahı beklemeyi tercih eder. Sabah olduğunda, karısının yanında yatan erkeğe, "Kalk oğlum bir misafir geldi" diyen karısının sesini duyduğunda Hataqoap " İyi ki onları dün gece öldürmemişim; yoksa karımı ve oğlumu öldürecektim" diye sevinir. Bundan sonraki yıllarını rahatlık içinde geçiren ailenin hayatı sadece masal olarak değil şarkı olarak ta söylene gelir; "Yamçın omzunun üstünde iken/ Lülen de ağzinda iken/ Ayağının her tarafı çamurlu iken/ Domuz çobanı da oldun zavallı Hataqoap/ Verdikleri yüz domuz ölüyor/ Bilmiyorum neden ben ölmüyorum/ Büyük Allah'ın kahrına uğrayan/ Uğursuz Rus dost yapmış olan/ Fakir olarak da kalmış olan/ Karısının sözünü de dinlememiş olan/ Domuz sürüsünün içinde kalan/ En büyük domuzun ismi Garji idi/ Yüzü gözü, her tarafı çamurluydu/ Domuz sürüsünün içinde kalan Zavallı Hataqoap”p> [BGIY TALUS]p> Kaynak: Nart Dergisi Kasım Aralık 2001 Sayı:27strong>p> +''+nan+''+Kaffed
Diller Ülkesine Yolculuk
Dünyaca ünlü araştırmacı yazar George Hewitt ile yaptığımız bağlantı sonucunda, kendisinin Abhaz Dili ile tanışması ve yayınları üzerine bize göndermeyi memnuniyetle kabul ettiği röportaj içerikli yazısını ‘Nart Dergisi’ okuyucularının ilgisine sunuyoruz. 11 Kasım 1949’da Doncaster (Yorkshire, İngiltere)’de Tom ve Joan Hewitt’in tek çocukları olarak dünyaya geldim. 11 yaşında Yerel Gramer Okulu’na girince hayatımda ilk defa yabancı dillerle karşı karşıya geldim ve bu konunun benim ilgi alanım olduğunu keşfettim. 16 yaşımda bu dillerin dördünden (Fransızca, Almanca, Latince, Yunanca) sınavlara girdim (o - seviye) ve A - seviye sınavlarım için Latince, Yunanca ve Eski Yunan - Roma Tarihi konularında yoğunlaşmaya karar verdim. Başka bir konuda çalışmayı hiç düşünmedim ve eğitimime 1969 yılında Cambridge St. John’s Koleji’nde Klasikler’le devam ettim. 3 yıl sonra burslu okuduğum bu bölümden mezun oldum. Bu noktada, o zamanlar oldukça popüler olan “Linguistik” (dilbilim) alanında yeterlik almak akıllıca görünüyordu. Cambridge’de verilen bir yıllık Linguistik programına girdim ve Dr. Alan Sommerstein danışmanlığında tezimi Latin Dili üzerine yazdım. Fakat, bu bir yıl boyunca akademik hayatın gerçekten bana göre olup olmadığını düşünmeye başladım ve Liverpool Polis Kuvvetleri’ne katılmak üzere başvuru yaptım, fakat başarılı olamadım. Ve Cambridge’de doktora için çalışmalarıma devam etmeye karar verdim. Eski Yunan dili sentaksını içeren bir şeyler çalışmak istiyordum, uygun bir konu için çevreme danıştım. Bu noktada Klasik Filoloji hocalarımdan biri, emekli Sanskritçe Profesörü Harold Bailey’in bana bu konuda tavsiye verebilecek en uygun kişi olduğunu söyledi. Bu seçkin bilim adamı ile bir buluşma ayarlandı ve onun, o sıralarda oda kiraladığım müstakil evin arkasındaki bir apartmanda yaşadığını öğrendim. Buluştuk. Ve bu buluşma benim hayatımın geri kalanına bir yön çizecekti. Prof. Bailey, eğer Eski Yunanca ile karşılaştırmalı bir araştırma yapmak istiyorsam, Hint - Avrupa dil ailesinden Litvanyaca (Lithuanian) veya Ermenice (Armenian)’nin karşılaştırma için uygun diller olabileceğini söyledi. Benim ilk etapta tercihim, Hint - Avrupa dil ailesinin çok eski, tarihi özelliklerine sahip olan Litvanyaca oldu, fakat danışmanım olabilecek tek kişi olan Oxford’dan Prof.Auty o sıralarda Estonya’da olduğu için danışman bulamadım ve olmadı. Daha sonra Yunanca ve Ermenice arasında karşılaştırmalı çalışma yapmak üzere, Cambridge’den Prof. Bernard Comrie ve Oxford’dan Ermenice Profesörü Charles Dowsett’in ikili danışmanlığında kayıt oldum. Eski Ermenice gramerinin temellerini öğrenmek üzere Antonine Meillet’in “Altarmenisches Elementarbuch” adlı kitabını çalıştım. Fakat kayıt olduktan 3 hafta sonra Prof. Harold Bailey ile konuştum. Bana, eğer Ermenice ile ilgileneceksem Gürcüce de bilmem gerektiğini söyledi. Bunun nedeni olarak da, bu iki dilin çok fazla birbirleriyle ilgili olmamasına rağmen, Transkafkasya’da çok uzun yıllardır bir arada var olduklarını ve karşılıklı olarak yoğun etkileşim geçirdiklerini söyledi. Kütüphanesinden Gürcüce bir kitap çıkardı ve ben o güzel yazıları görünce bu dile hayranlık duydum. Hans Voigt’un “Grammaire de la langue Georgienne” kitabını aldım ve Gürcüce öğrenmeye başladım. Hint - Avrupa dil ailesinden olmadığı için Klasik Ermenice’den daha zor geldi ve Gürcüce ile ilgili özelliklerini öğrendim. 2 yıl Ermenice materyaller okumaya devam etmeme rağmen gün geçtikçe yerli Kafkas dillerine daha çok ilgi duyuyor ve etkileniyorum. Eski sınıf arkadaşlarımdan biri (şimdi Cambridge’de Karşılaştırmalı Filoloji Profesörü) mezuniyetten sonra petrol endüstrisine girmişti ve ben okulu bitirdikten bir yıl sonra Cambridge’de Linguistik Diplomasını almak üzere gelmişti. Geldiğinde bana, şirketin Londra’daki merkez ofisinde çalışmak üzere Türkiye’den gelen bir Kafkasyalı ’dan bahsetti. Bu arkadaş (Fahri Yaman) ile Cambridge ‘de Prof. Harold Bailey ve benim için bir buluşma ayarladık. Bu ziyarette, Fahri’nin neredeyse unutmak üzere olduğu Abzakh diyalektinden hatırladığı bazı temel kelimeleri kaydettik. Benim kendi anadiline olan ilgimi gören Fahri, o yaz (1974) Türkiye’deki köyüne (Balıkesir’in güneyinde Demirkapı Köyü) gitmeyi önerdi. Ayarlamalar yapıldı ve o köyde, dili her gün konuşan insanlardan Çerkesçe üzerine bilgi toplayarak 3 hafta geçirdim. Bu süre boyunca, gençlerin birbirleriyle konuşurken Çerkesçe yerine Türkçe kullandıklarında daha mutlu olduklarını farkettim. Bu, sadece Kafkas toplumu ile ilgili değil, yerli Kafkas dillerini tehdit eden “dillerin kaybolması tehlikesi” ile ilgili ilk gözlemimdi. Ve bu tehlike, 1998’de SOAS’ta verdiğim profesörlük açılış töreni (inaugural professorial) dersinde de belirteceğim gibi, sadece diasporayı değil, anavatanları Kafkasya’yı da tehdit ediyordu. Cemal Cangül ve ailesiyle birlikte kaldığım Demirkapı Köyü’nde geçirdiğim süre boyunca, bazı yaşlılar tarafından Ubıhça’nın halen konuşulduğunu tahmin ettiğim Hacı Osman Köyü’nü ziyaret etmek istedim. 3 haftalık sürecin sonuna doğru ziyaret ayarlandı ve Hacı Osman Köyü’ne gittik. Köye varır varmaz, beni Ubıhça konuşan yaşlı bir amcanın evine götürdüler. Teyibimi çıkarttım, ve ölmekte olan bu dilden örnekler kaydetmeye başladım. İngiltere’den gelen bu yabancıyı merak eden birkaç çocuk hemen etrafımızda toplandı. Gece için, orda bir kafe sahibi Fuat Ergün’ün evinde kalmam planlanmıştı. Fuat’ın 7 çocuğu vardı fakat bir tanesinin bile Ubıhça bilmediğini söylediler, sadece Türkçe ve Çerkesçe konuşuyorlardı. O gece Fuat’ın ve köye ilk vardığımda evine gittiğim yaşlı amcanın konuşmalarından bazı kayıtlar yaptım. Köydeki ilk gecemde fark ettiğim garip bir şey; daha açık olan Demirkapı Köyü’ndekinin tersine, buradaki kadınlar hiç ortalıkta görünmüyordu. Oraya ilk vardığımda kuyudan su çeken bir kadın görmüştüm, sokaktan geçerken gözlerini başka tarafa çevirdi ve yürüdü. Hacı Osman Köyü’nde gördüğüm ikinci kadın, akşam yemeği ve sabah kahvaltısını getiren Fuat’ın kızıydı, Fuat’ın hanımıyla hiç karşılaşmadım! Biran önce Tevfik Esenç’le - Ubıhça konuşabilen son insanla - nasıl irtibat kuracağımı öğrenmek istiyordum. Minibüsle Manyas’a gitmek üzere hazırlanıyorken bana, Tevfik’in oğullarından birinin, Erol’un İstanbul’daki telefon numarasını verdiler. Demirkapı’dan şehre döndüğümde cuma günüydü. Ev sahibimin oğlu o akşam Erol’u aradı ve Erol da bu konuda babasına bilgi vereceğini söyledi. Ertesi sabah saat 9’da eve bir misafir geldi, tertemiz giyinmiş yüzünde kocaman gülümsemesiyle Tevfik Esenç’le buluşmak isteyen İngiliz’i arıyordu, bu Tevfik’ di. O hafta her gün geleceğine söz verdi, böylelikle Ubıhça üzerine çalışabilecektik, ve gerçekten her sabah saat tam da 9’da geliyordu. Ama maalesef evinde misafir olarak kaldığım kişi kanser hastasıydı ve benim için çeviri yapamıyordu, oğlu ise Tevfik’ in günlük ziyaretlerine başlamadan önceki Pazar okuluna devam etmek için Paris’e gitmişti. Böylelikle tercümansız kalmıştık. Tevfik ile birçok kayıt gerçekleştirdim, içlerinde daha önce Demirkapı Köyü’nde dinlediğim bazı hikayeler ile orijinal bir hikaye vardı; 500 yıl önce Ubıhya’ya gittikleri ve bir gramer kitabı yazdıkları düşünülen 2 İngiliz hakkında.. Bu bana, James Bell ve John Longworth adındaki 2 İngiliz’in 1830’larda Karadeniz Sahili’ne yaptıkları ziyareti ve Çerkesler arasında kaldıkları dönem yazdıkları muhteşem tasvirleri yansıtıyor gibi göründü. Ben Şişli’ de kalırken, bir cumartesi sabahı Tevfik, İstanbul’un değişik bir köşesinde bululan evine götürdü beni. Ve orada eşi ile karşılaştım. Abaza olduğunu söylediği oldukça yaşlı bir arkadaşı da gelmişti eve. Abhazca konuştuğunu çok sonra anlamama ve bu olay benim Abhaz Dili ile ilk tanışmam olmasına rağmen ben, onun bazı konuşmalarını kaydetmiştim. Tevfik beni öğle yemeği için bir restorana götürdü ve ondan sonra birbirimize hoşça kal dileyerek ayrıldık. Kuzey Batı Kafkasya Dilleri üzerine pek çok şeyi borçlu olduğumuz sınırsız çalışmalarıyla tanınan eski arkadaşım Prof. George Dumezil ile sıkı bağlarım olduğunu bilmesine rağmen Tevfik ile bir daha karşılaşmadık.p> Cambridge’e geri döndüğümde Kafkas Dilleri’ni araştırmaya daha fazla zaman ayırmaya karar verdim ve lisans öğrencileri için olan değişim programları ile beni Tiflis’e göndermeleri için British Council’ a başvurdum.. Orada, diğer Kafkas Dillerini daha yakından tanıma fırsatım olacaktı ve ayrıca Gürcüce öğrenme niyetindeydim. Daha önce Yunanca ve Ermenice üzerine çalışma yapmak için kayıt yaptırmış olmama rağmen bir şekilde British Council’ı beni kabul etmeleri konusunda ikna ettim. Eylül 1975’te Tiflis’e gittim. Gürcüstan’daki aylarımı bir kursa devam ederek geçirmeyi düşündüğümden, Gürcü Dili dersleri ayrıca da teorik olarak Çerkesçe, Avar ve Çeçen dilleri üzerine dersler araştırdım. İngilizce konuşabilen bir Gürcü, Avar ve Çeçen Dilinde özel ders verebileceğini söyledi, fakat Çerkesce öğrenebileceğim İngilizce konuşabileceğim tek kişi bile yoktu. Daha sonra akraba Abhaz Dili üzerine çalışma yapmam önerildi, ben de kabul ettim (gönülsüzce). Çalışmama, ilk önce kaldığım yurtta danışabileceğim anadilini konuşan bir Abhaz var mı diye araştırma yaparak başladım. Aynı odayı paylaşan Zaira Khiba ve Aza Inal - lpa adında iki kişi olduğunu öğrendim. Onlarla olan iletişimim sadece, Tiflis’teki öğrencilik yıllarımda olmasına rağmen, daha sonra onları çok yakından tanıdım. Almir Abredzh Rusça ve İngilizce konuşabilen bir çerkesti. Ben bu Abhaz kızlarından biri ile gün geçtikçe daha fazla ilgilenmeye başlamıştım; tıpkı Almir’in de diğeri ile ilgilendiği gibi! 1975 yılının sonunda, Almir’in yardımı olmaksızın Zaira ile Gürcüce konuşabilir duruma gelmiştim. Zaira hiçbir zaman Gürcüce çalışmadığı halde, Tiflis’te Gürcüstan Bilim Akademisi’nde kendi anadili’nin sessiz harf sistemi üzerinde çalışma yaparken kapmıştı bu dili. Uzun hikayenin kısası, Almir Aza ile evlendi ve ben de 1976’da Zaira ile.... 1976 yazında Cambridge’e döndüğümde, slavik olmayan SSCB dilleri üzerine 2 yıllık bir araştırma projesi yapmak için bir anlaşma yaptım ve böylelikle yüksek lisans kaydımı iptal ettirdim. Bu iki yılı, araştırma projem için Kafkas dilleri hakkında yazarak geçirdim. Zaira nihayet SSCB’den ayrılma iznini almıştı ve 1977 Ocak ayının sonunda yanıma gelmişti. Araştırma projem tamamlandığında, doktoram için yeniden kayıt yaptırdım, ancak bu kez karşılaştırmalı Gürcü - Abhaz dillerini önerdim. İlk kitabım, Bernard Comries ve bir arkadaşı tarafından bir dil çalışması serisi için hazırlanan anketlere dayalı olan Abhazca Grameri 1979 yılında Hollanda’da basıldı. O yıl, doktoram için gerekli materyalleri toplamam için Gürcüstan’a döndüm. Tabii Zaira ve 1977 Kasım’ında doğan kızımız Amra Shukia da bana eşlik ettiler. 1979 - 80 akademik yılını Tiflis’te geçirdik. Dilbilim diploması ve daha sonra da Ermenice üzerinde çalışırken yüksek lisans için devlet fonuna yaptırdığım 3 yıllık kaydım dolduğundan şansımın yardımıyla Oxford’taki Wardrop Fonu’ndan Abhaz ve Gürcü’ce dillerini araştırmak için bir burs ayarlamayı başardım. 1980 yılında İngiltere’ye döndüğümde bu parayla bir yıl idare ettim. Bu yıl içinde, 1987’de Mouton De Gruyter tarafından yayınlanan ve Kuzey İngiltere’de Hull Üniversitesi Dilbilim Bölümü’nde bir iş bulamamı sağlayan doktoramı yazdım. 1981 yazında Hull’a taşındım. 1988’de bölüm kapanana kadar 7 yılımı dilbilim öğreterek geçirdim ve oradan da daha sonra da sürekli çalıştığım SOAS’a transfer oldum. İkinci kızım Gunda Amza - Natia 1984 Eylül’ünde dünyaya geldi. SOAS’ta Gürcü - Kafkas dillerinden sorumluydum ama aynı zamanda dilbilim bölümündeydim. 1992’de Kafkas dilleri katibi oldum; aynı yıl Yakın ve Doğu Çalışmaları Bölümü’ne transfer oldum. 1996’da profesörlüğe yükseldim ve 1997’de İngiliz Akademisi’ne üye olarak seçildim. Ayrıca uluslar arası Çerkes Akademisi (Nalçik) ve Abhazya Bilim Akademisi fahri üyesiyim. İlk kitabım Abhaz Dili üzerine olduğundan, her ne kadar kendimi Gürcü dili uzmanı (kartvelologist) olarak görsem de bir Abhazolog olarak biliniyorum... Bunların dışında Gürcü’ce konuştuğum dildi ve onun kardeş dili olan Mingrel Dili üzerine çalışma niyetindeydim. 1980’lerde birçok kez Gürcüstan/Abhazya’yı ziyaret etme fırsatım oldu ve Abhazya’dayken Gürcüce sohbet edebileceğim yerli Mingrellerle çalışma fırsatı buldum. 1980’lerde Sovyetler Birliği parçalanmaya ve çirkin bir milliyetçilik türü Gürcüstan’a yayılmaya başladığı dönemde, her hafta düzenli olarak Tiflis’ten gönderilen “Edebi Gürcüstan” isimli gazetede Abhazlara yönlendirilen çirkin sözlü saldırıları okuyordum ve bu beni Abhaz - Gürcü ilişkilerinin akibeti konusunda ciddi şekilde endişelendiriyordu. Nihayet, Mayıs 1989’da SOAS’ta yapılan Gürcü Çalışma Günü’nde bu tehdidi dile getirmek için bir fırsat elde ettim. 1987’nin son beş ayında Gürcüstan / Abhazya’ dayken, 1988 Ocak’ında Londra’da Gürcüstan’daki dil planlaması üzerine yapacağım konuşma için materyal toplamıştım. İşte o zaman 1930 ve 40’larda nelerin yaşandığını keşfetmiştim. Abhaz Alfabesinin Gürcüce temelli değiştirilmesi ve Gürcüce konuşulmayan bölgelerde Abhazca eğitim yapan okulların 1945 - 46’da sadece Gürcü okulları lehine kapatılması gibi.. Bunun bomba etkisi yaratacak bir materyal olduğunu biliyordum. Bu konuyu eğitimli Gürcülerle tartıştığımda gördüğüm şey beni şaşırttı. Benim bir Abhaz ile evli olduğumu öğrendiklerinde bana sürekli Abhazların Gürcülere karşı neden çok isteksiz davrandıklarını sormalarına rağmen, bu çok önemli Stanilism yıllarında Cumhuriyetlerinde nelerin yaşandığından tamamen bihaberdiler. Ve Mayıs ayında bir gün, bütün cesaretimi toplayarak bu konular üzerinde konuştum. Ve şunları ileri sürdüm. 40’larda onların adına Abhazya’da neler yapıldığını bilseydiler, Abhazların tutumlarını daha iyi anlayabilirler; buna ek olarak 1801’de Rus baskısıyla hareket ettirildikleri için Ruslara yönelik Gürcü husumeti sempati toplayabilirdi, böylelikle Gürcüler kendi azınlıklarına (Abhazlar dahil) aynı kibir ve aşağılama ile muamele etmez hatta daha anlayışlı olarak onlara daha cömert davranırlardı..... özellikle o zamanki Gürcüstan gayri resmi liderleri Zviad Gamzahurdia ve Merab K’ost’ava gibi Gürcüstan bağımsızlığı için kavga eder ve bunun için tüm Gürcüstan nüfusunun desteğine ihtiyaç duyarlardı. SOAS’ta provoke edilen sunumuma dinleyiciler arasındaki Gürcülerden gelen ilk düşmanca tepki, daha sonra da Gürcüstan’da abartılarak tekrarlandı. Stalin’in adamları tarafından Paris’te suikaste uğrayan Gürcüstan Menşevik liderlerinden birinin en büyük oğlu olan Dr. Ak’ak’i Ramishvili de dinleyiciler arasındaydı. Ayağa kalktı ve herne kadar söylediklerim Gürcülerin hoşuna gitmese de bunları yazmamı ve Tiflis’e göndermemi önerdi. Önerisini dikkate aldım ve SOAS’taki kısa konuşmamdaki düşüncelerimi detaylandırarak Gürcü dilinde yazdım. Gürcüler bu açık mektubumu belki yayınlamazlar diye, tekrar İngilizce’ye çevirdim ve bir kopyasını Abhazya’nın Başkenti Sohum’daki arkadaşlarıma gönderdim. Ve bu konu üzerinde daha fazla düşünmedim ta ki yaz tatilimiz için 3 ay kalacağımız Abhazya’ya uçmak için Moskova’da uçağa binene kadar... Uçakta öğrendim ki, benim açık mektubum Sohum’a ulaştığında, yazının Gürcüstan’da yayımlanıp yayımlanmadığını öğrenmek için “Edebi Gürcüstan” ofisini aramışlar. Her kim cevap verdiyse telefona, yazının yayımlanabilecek kadar iyi olduğunu yalnız yayımladıkları takdirde kardeşlerinin (milliyetçilerin) onları öldürebileceklerini söylemiş. Ve böylelikle, Abhazlar tarafından benim mektubum Rusça’ya çevrilerek Sohum Filarmoni Salonu’nun dış cephesine asılmış tüm Abhazya okuyabilsin diye. Durum, bizim haftada bir “Edebi Gürcüstan”dan okuyup saptayabildiğimizden daha vahimdi... Abhazya, Gürcüstan medyasında, Abhazlar “Gürcülere ait” topraklara sonradan geldiler ve böylelikle onlar “Gürcülere ait” bölgede “misafirdirler” şeklinde çıkarcı bir edebiyat uzmanı tarafından 1940’ların sonunda ileri sürülen saptırılmış tarihsel dokümanlarla sürekli bir suistimale maruz kalmaktaydı. Şimdi ise, bize söylenen çok uzaklarda İngiltere’de de olsa en azından bir insanın onların problemlerinden haberdar olması ve tarihsel, kültürel haklarını haykırmak için hazırlanması Abhazlar’ın rahat bir nefes alabilmesini sağlamıştı. Biz 8 Temmuz Cumartesi günü yetişmiştik ve sadece 7 gün sonra Sohum’da Tiflis Üniversitesi’nin bir kısmının bulunduğu yasadışı boş bir alanda çatışmalar başladı. Temmuz’un 16. Günü sabah saat 6’da silah sesleriyle uyandığımız Oçamçıra’ya kadar yayılmıştı çatışma. İyi ki Sovyetler Birliği hala vardı. Birkaç saat içersinde İçişleri Bakanlığı’nın askerleri iki tarafı ayırmak için bölgeye girdi çünkü Oçamçıra Abhaz ve Mingrel’lerden oluşan bir nufüsa sahipti. O askerler olmasaydı çatışma kesinlikle daha da yayılabilirdi. Durum oldukça gergindi. Binlerce Gürcü ve Mingrel Oçamçıra güneyinde Ghalidzga Irmağı’nın kenarında toplanmış Sohum’a ulaşmayı umut ediyorlardı. Gürcü Komünist Partisi Lideri Givi Gumbaridza bölgeye Pazartesi sabahı yetişmişti. Onunla 25 dakika kadar görüşmeyi başarabildim ve bu süre içerisinde Açık Mektubumun niçin yayımlanmadığını sordum. Ben o mektubu Abhazları cesaretlendirmek ve Gürcüleri kızdırmak için yazmamıştım. Eğer Gürcüler geçmişlerini öğrenirlerse, Abhazların durumunu anlamaları daha kolay olur ve iki milletin de yararı için onlara daha iyi davranırlar diye düşünmüştüm. Aynı haftanın Cuma günü makalem “Edebi Gürcüstan” da yayımlandı. Fakat Tiflis’teki isteksiz yetkililerin, okuyucularını kendi fikirleri doğrultusunda nasıl yönlendirdiklerinin altını çizmek isterim. Makalem bütün Gürcü medyasında yer alan makale ya da konuşmaların sadece ilkleri olan üç düşmanca eleştiri ile aynı anda yayınlandı. Tabii ki bütün bunların amacı, dinlenmeye değer olan düşüncelerin kaynağı olarak muhatap alınabileceğim fikrini baltalamak için hakaret edilmesiydi. Bu, 1987 Ocak ayındaki A’kak’i Shanidze’nin 100. doğum günü münasebetiyle Gürcü Televizyonundaki canlı konuşmamda verdiğim cevap ile tam bir tezat oluşturuyordu. Orada görünmemden itibaren her nereye gidersem büyük bir onurla! karşılandım. Hemen hemen yazın geri kalan kısmında ve zaman zaman daha sonra da devam etti bu hakaret; ve söylememe gerek yok sanırım bir daha Gürcü toprağına adım atmadım. 1990’ların başında iki yayıncı bana ulaşarak Gürcü grameri yazmam konusunda istekte bulundular. Benim Gürcüstan ve Gürcülerle olan bağım kopmuş gibi göründüğünden (1975 - 89 yıllarında edindiğim arkadaşlarımdan hiçbiri 1989 yazındaki olaylardan sonra benimle bir şey yapmak istemediğinden) bu işi almamayı ve gelecek yıllarda Mingrel ve Abhazca üzerine araştırmalara devam etmeyi düşündüm. Fakat 1995 - 96’da ‘Gürcüce. Başlangıç Seviyesindekiler İçin Dilbilgisi’ , ‘Gürcüce Dilbilim Yapısal Referansı’, ‘Gürcüce Okuyucusu’ yayınlandı. 1988’de ‘Abhazlar. El Kitabı’Curzon Press için yayına hazırladım ve eşimle birlikte Amerika’da ‘Abhaz Gazete Okuyucusu’’nu yayınladık. Günün birinde Abhaz Dilbilgisi’ni yazmayı umut ettiğimden materyalleri okurken rastladığım Abhaz halk hikayelerini tercüme ediyorum sürekli. Ayrıca Abhaz versiyonundaki Nart Destanı’nın çevirisi üzerinde de çalışıyorum. Sıklıkla Abhazya’daki siyasi durum hakkında yazı yazmam ya da konuşma yapmam isteniyor. Cumhurbaşkanı Vladislav Ardzınba da Gürcülere karşı kazanılan zaferin ardından (!992 - 1993) Abhazya Fahri Konsolosu olarak görev yapmamı teklif etmişti.p> Büyük kızım, Cambridge Fransız ve Alman Dilleri’nden mezun oldu geçen yaz ve şu anda yurt dışında İngilizce öğretiyor. Hepimiz Abhazya ve Kafkasya’daki olayları yakından takip ediyoruz ve bölgeyi üzüntüye boğan anlaşmazlıkların biran önce çözülmesini umut ediyoruz. İnsanlar bir şekilde birbirlerinin dillerine ve kültürlerine saygı duyarak yaşamayı öğrenmek zorundalar. Ayrıca, elbette ki bütün insanlar kendi öz dillerine de saygı gösterip, onun daima yaşaması için her şeyi yapmalılar. Bir kere dil öldümü, 1992’de Ubıh Dili’nin ölmesi gibi, onu tekrar hayata döndürmek imkansızdır. Henüz Çerkesçe ve Abhazca’nın hem Kafkasya’da hem de Yakın Doğu’daki diaspora ülkelerinde kardeş dil Ubıhça gibi unutulmasını engellemek için zaman var. Umut edelim ki gelecek, Kafkasya’ya barışı tekrar getirsin ve bölgenin içinde bulunduğu durum onun çok dilli özelliğinin yeniden yeşermesine imkan tanısın. B. GEORGE HEWITTp> Kaynak: Nart Dergisi Eylül Ekim 2001 – Sayı 26p> +''+nan+''+Kaffed