Çerkeslerdeki doğa Tanrıları, diğer toplumlarda olduğu gibi mitosların bir kalıntısıdır ve hayal ürünüdür.
Eski Hint, Sümer, Mısır, Hitit mitlerinde de Tanrılar, insan suretinde tasarlanmıştır. Bu Tanrıların bir kısmı dişi, bir kısmı erkektir. Tevrat'ta Tanrının insanı, çamurdan kendi suretinde yarattığı ve ruhundan (nefesinden) üflediği yazılıdır. Kur'an'da aynı olay tekrarlanmaktadır.
+''+Eski Çerkes inancının, çok Tanrılı inanç olduğu görüşü, sadece mitos döneminden kalma doğa Tanrıları anlayışına özgü olarak söz konusu olabilir. Ancak bir adım daha atılırsa eksik ve yanlış kalır, çünkü doğa Tanrılarının ötesinde ve üstünde bir THA kavramı vardır ki bu, varlığın da varoluşun da yaratıcısıdır. Hatta bir görüşe göre kendisidir. Çerkesler bunun farkına vararak soyut, tek tanrı THA kavramını oluşturabilmişlerdir. Bu gelişim, olaylar dünyasının gözlenmesinden doğan kopuk ve hayali çok tanrı anlayışından, bütünseli kavrama noktasına gelmiş sezgi ve akıl anlayışına geçiştir. Çerkeslerin bu geçişi erken bir çağda yapmış oldukları anlaşılmaktadır.
Doğa Tanrılarının kendi aralarında ve doğa Tanrılarıyla insanlar arasında zıtlaşmalar ve çekişmeler vardır(bunun örneklerine Nart Destanlarında rastlanır), ancak THA ile doğa tanrıları ve insanlar arasında böyle bir zıtlaşma yoktur. Çünkü THA kavramı, kavram kargaşasının sona erdiği bir gelişim noktasıdır.
Kafkasya kökenli olan Sümerlilerin bir kısmı, Kasitler, Mısır'a giden Kaslar, Hititler, Etrüskler, gittikleri yerlerin ve komşularının dinlerinden ve tanrı anlayışlarından etkilenmişler ve bu etkinin serpintileri Kafkasya'ya kadar varmıştır. Örneğin Mısır'daki güneş tanrısı RA'nın, Kafkasya'nın bugünkü inanışında ve söylencesinde kalıntıları görülmektedir.
Eski çağlarda Ortadoğu'ya ve Akdeniz havzasına kadar inen Kafkaslılarda Tanrı kavramında bir gerileme görülmektedir. Nerede Tanrıların heykelleri yapılmış ve tapınılmışsa orada soyut Tanrı inanışı ya oluşmamıştır ya da gerilemiştir.
Nitekim, bu saydığım yerlerde tanrılar ve krallar heykelleştiği ve putlaştığı halde, Kafkasya'da THA anlayışında böyle bir durum görülmemektedir. Tanrıları ve insanları putlaştırmak ya ilkelliktir, ya geriye gidiştir.
Kadınları çarşafa sokan Semitik Tanrı ve din anlayışının, Kafkasya Tanrı ve inançlarıyla bağdaştırılmasına imkan yoktur. Bu, Kafkasyalılar için geriye gidiş olur. Fakat bunun için misyonerce çalışmalar vardır.
Volter ve başka araştırmacıların yazdığı gibi Hz. İbrahim Kafkas kökenli ise Yahudiler ve Araplar ataları olarak kabul ettikleri Hz. İbrahim'i doğru olarak anlamamışlar demektir, ya da Hz. İbrahim Ortadoğu inançlarının etkisi altında kalmıştır. Kur'an'da, İslam'ın, İbrahim'in dini olan Hanif dini olduğu sık sık tekrarlanmakta ise de bu din hakkında bilgi verilmemektedir.
Hz. Muhammed'in ölüm döşeğinde, "Bana kalem kağıt verin, size gerçeği yazacağım" isteği Ömer tarafından geri çevrilmeseydi, belki şimdi kapalı kalmış olan bir çok gerçek ortaya çıkmış olacaktı ve bu günkü dünya da başka bir dünya olacaktı.
Başta THA, ADIGE, DIĞE (TIĞE), THAMADE (THAMATE) gibi bazı kelimeler olmak üzere, birçok kelimenin nereden ve nasıl türediği hakkında haklı bir merak ve eğilim vardır. Fakat bu konuda yapılan çalışmalar pek olumlu bir sonuç vermemektedir.
Örneğin THA kelimesi üzerinde benzer yakıştırmalar yapılmıştır. Bu tek hecenin nereden türediğini bulmak mümkün değildir, çünkü yapı olarak türemiş veya bileşik kelime değil, basit kelimedir. Yukarıda değinildiği gibi THA kavramı, gelişmiş soyut bir kavramdır, rakipsizliği, benzersizliği, sonsuzluğu anlatmaktadır. İnsan aklı buraya kadar yükselebilmiştir. Dönüp bu oluşumu seslerin gizinde aramanın bir yararı ve anlamı yoktur. Ancak, birden fazla heceden oluşan kelimelerde analiz ve sentez yöntemi kullanılabilir.
Örneğin "PSE" kelimesi bir kavramdır, ama iki kelimeden oluşmuştur ve bu iki kelime birleşerek, anlam bakımından, ikisinin de tekrarı olmayan, ama onları da içeren bir üst kavram haline gelmiştir. "PE", önde, ön, ileride anlamına gelir. Bu yüzden yüzdeki organların en öne uzanmış olanına, yani "Burun"a PE denilmiştir.
"SE" kelimesi "Ben" anlamına gelir. İkisinin birleşmesinden oluşan "PSE"; benden önceki anlamındadır. Yani "Ben"i insan olarak kabul edersek "PSE", yani RUH, insandan önce olmuştur. Onun bedenlenmesiyle "insan" oluşmuştur. Bu analizden çıkarmak istediğimiz sonuç şudur: eski Çerkes inancına göre RUH, bedenden önce de vardı.
Anlam açıklığı nedeniyle "PSE" için kullandığımız bu yöntemi, bütün türemiş ya da bileşik kelimeler için kullanamıyoruz. Örneğin üç heceli "ADIGE" isminin analizinden tutarlı bir sonuca varılamamıştır.
Eski Çerkeslerde cennet-cehennem kavramları yoktur, fakat ahret (Hadrıhe) ve ruhun ölümsüzlüğü kavramları vardır.
Evliya Çelebi, Çerkezistan anılarında Çerkeslerin "İnsan, ot gibi biter, sonra yiter" dediklerini yazmaktadır. Çerkeslerin bu görüşlerini yadırgamaya gerek yoktur, çünkü Kur'an'daki bir ayette de aynı söz yazmaktadır. Bu ayette şöyle deniliyor: "Allah sizi yerden ot bitirir gibi bitirmiştir."(71/17)
Cennet-cehennem kavramları Tevrat'ta yoktur. Yahudiler, M.Ö.6.yy'da Babil'e sürüldükleri zaman, bu kavramları Zerdüşt dininden aldılar ve Tevrat'a geçirdiler.
Kur'an'da cennet ve cehennem büyük bir ağırlık kazanmış ve çok tekrarlanmıştır, ancak cehennemden her söz edişte, bunun korkutmak için söylendiği belirtilmektedir. Bunun için bir örnek verelim: "İşte sizi alevlendikçe alevlenen bir ateşle korkuttum." (92/14). Başka bir ayette de bütün insanların cehenneme gidecekleri, ancak iyi olanların sonradan cennete gönderilecekleri söylenmektedir: "Hepiniz cehenneme gideceksiniz, sonradan Allah'tan sakınanları kurtaracağız."(19/71).
Eski Çerkes inancına göre, THA önce, PSE'yi (Ruhu), sonra SE'yi (Bedeni) yaratmıştır.
Çerkeslerin ahret ve ruh anlayışları masallarda da işlenmiştir. Çerkes Masalları kitabımızdaki "Baba ve Kızı" masalında Çerkeslerin Ahret ve ruh anlayışı görülmektedir. Bu anlatıma göre ahrette de dünyaya benzer bir yaşantı devam etmektedir. Yani dünya ile ahret birbirinin fotokopisi gibidir. Hangisi asıl, hangisi fotokopidir, bilemiyoruz ancak dünyanın bir sınav yeri olduğu inancına bütün toplumlarda rastlanmaktadır.
Masallarda bir genç, bir süre önce ölen annesiyle görüşmek için öte dünyaya gitmek ister. Şimdi masaldan konumuzla ilgili alıntılar yapalım:
"...Ölüler ülkesine gitmeye karar vermiş. Giyinmiş, kuşanmış, azığını alıp yola çıkmış. Gide gide dünya ülkesinin sonuna varmış ve ölüler ülkesine girmiş. Ormanı, suyu olmayan, çıplak düz bir ovada yol alıyormuş. Gittiği yeri bilmeden ilerlerken kocaman siyah bir şey görmüş. "Allah Allah bu da neyin nesi, tek başına kımıldamadan duruyor." demiş. Yaklaşınca kocaman siyah bir öküz olduğunu fark etmiş. Öküzün kuyruğu kalkık, bir boynuzu yerde, bir boynuzu gökteymiş. Otlayamıyormuş. Delikanlı öküze:
-Neden bu kadar kötü durumdasın? Diye sormuş.
-Ben de bilmiyorum, o gittiğin yerdekilere sor, demiş öküz.
Delikanlı onu geçip yoluna devam ederken bir fırın görmüş. Bir yaşlı kadın fırına ekmek koyuyor, ekmek hemen pişiyor ama yemek için ağzına götürürken birden yok oluyormuş. "Bu da ne acayip bir şey" diye delikanlı hayretler içinde kalmış. Yaşlı kadına sormuş:
-Bunlar neden böyle oluyor?
-Bilmiyorum, demiş yaşlı kadın, durumumu gördün, bunun nedenini gittiğin yerdekilere benim yerime de sor. Rica ediyorum.
Delikanlı orayı geçtikten sonra bir kararıp bir ışıyan bir dünyaya girmiş "Allah Allah, bu nasıl bir dünya? Atımın derisi, iki adımda bir kararıyor, bir ışıyor" demiş kendi kendine.
Böyle aç susuz giderken uzakta kararıp ışıyan bir şey görür gibi olmuş. Biraz sonra su kıyısında kaz otlatan küçük yaşlı bir kadına rastlamış. Küçük nine delikanlıyı görünce:
-Buyur oğlum, sen uzaklardan geliyorsun, acıkmışsındır, diyerek onu küçük bir eve almış. Kızarmış kaz etiyle karnını doyurmuş, atına da yiyecek vermiş. Genç adam yaşlı nineye sormuş:
-Söyler misin bana, bu nasıl bir ülke böyle? Bir kararıyor, bir ışıyor. Bunun nedeni nedir? Küçük nine şöyle cevap vermiş:
-Tabii söylerim oğlum, bu geldiğin yer "ÖLÜLER ÜLKESİ" denilen yerdir. Ölülerin geldiği dünya burasıdır. Işıdığı zaman, iyilik yapıp da gelenler için ışır, karardığı zaman kötülük yapıp da gelenler için kararır. Sen buraya gelirken bir boynuzu gökte, bir boynuzu yerde, otlayamaz durumda kocaman bir öküze rastlamıştın. O öküz, insanlara isteyerek hizmet etmediği için öyle oldu. O yaşlı kadının, pişirdiğini yiyememesinin sebebi, yaşamı boyunca yiyecek konusunda başkalarına kötü davranmış olmasıdır. Dünyadayken, pişirdiği ekmeklerden büyük küçük, hiç kimseye yedirmemişti. Şimdi kendisinin de yiyememesinin nedeni budur. Bak oğlum, yüz yılı aşkın bir süreden beri bu suyun kenarındayım. Şimdiye kadar hiç canlı bir insan görmedim. Sen ise canlısın, nereden gelip nereye gidiyorsun?
-Ölen annemizin yanına gidiyorum. Hasta olan kız kardeşim, "Annemizin parmağındaki altın yüzüğü getirip parmağıma takarsan iyileşeceğim" dediği için buraya geldim.
-Öyleyse oğlum, söyleyeceklerimi iyi dinle. Sen yola çıktığın gün, annen öleli yedi yıl olmuştu, bu gün annen öleli sekiz yıl oluyor, sen bir yıldır yoldaydın. Annenin olduğu yere geldin. Uzakta değil ama oraya atla gidemezsin. Atını burada bırakacaksın, yolda ölü taşıyan bir sandal göreceksin. Sandala binip denizi geçince, toprağa ayak bastıktan sonra anneni bulacaksın. Şimdi yola çıkarım dersen azığını hazırladım.
Delikanlı, küçük ninenin verdiği azığı da yanına alarak yola çıkmış. Gide gide ninenin söylediği gibi kütük kadar büyük ve ağır bir ölü sandalına rastlamış. Hiçbir şey demeden sandala binmiş. Sandal, delikanlıyı, büyük bir denizden geçirip öte yakaya çıkartmış. Karaya ayak basınca oturup bir şeyler yedikten sonra yola çıkmış. Çok gitmeden, dönen büyük bir taşa rastlamış. Dönen taşta bir kapı olduğunu görmüş. Kapının üstüne sıçrayınca kapı açılmış, delikanlı odadan içeri girmiş. Oda daracıkmış. Sonra bir kapı daha açılmış, delikanlı oraya bakınca derli toplu tertemiz bir ev ve sedirde yatan bir kadın görmüş. Delikanlı annesini tanıyıp yaklaşmış ve okşamış. Annesi gözlerini açıp doğrulmuş ve şöyle konuşmuş:
-Seni buraya getiren nedir oğlum? Şimdi sana söyleyeceklerimi yerine getireceksin. Seni buraya gönderen kız kardeşinin kalbini kırmayacaksın. Babanın da kalbini kırmayacaksın. Beni daha fazla göremeyeceksin.
Annesi, yüzüğü oğluna vermiş, kendisi tekrar uzanmış ve ruhu çıkmış.
Delikanlı da annesinin yattığı taş odadan ayrılmış.
Yine o ölü taşıyan sandala atlayarak denizden bu tarafa geçmiş. Yürüyerek daha önce rastladığı kazları otlatan ninenin yanına gelmiş. Nine onun geldiğini görünce çok sevinmiş,
-Altın yüzüğü getirdin mi? diye sormuş.
-Getirdim nine, sen olmasaydın o denizi geçemezdim, annemi de göremezdim demiş. Nine, "Öyleyse bir şeyler ye, oğlum diyerek, delikanlıyı iyice doyurmuş. Delikanlı atına binip kız kardeşine gitmek için yola çıkmış..."
Yaptığımız bu masal alıntısında görüldüğü gibi eski Çerkesler, ölüm, ahret (Hadrıhe), ruh (PSE) gibi konularda ilginç inanışlara sahiptirler.
+''+Yaşar Bağ