Nart Dergisi'nin 4. sayısında yayımlanan "Ve Atlar da Gitti" başlıklı yazım nedeni ile birçok telefon aldım. Kimi toplantı ve karşılaşmalarda hakettiğimin çok üstünde övgülerle karşılaştım. Ata Katı (Şığalığua), Prf. Hayri Domaniç gibi büyüklerimin dışında, Abdullah Teber (Tranıj), Erdal Tüzel (Lağuıç) gibi kardeşlerimden de coşkulu mesajlar aldım. Sevgili Erdal'ın sözlerinde sitem dolu çıkışlar, sitem dolu açıklamalar vardı. " Benim atlarımı neden yazmadın...?" diyordu Erdal. Gerçekten de benim ve ailemin yaşamında çok yer alan ve daha sonra Lağuıç'lara geçen bir at cinsi vardı... Neden yazmamıştım onu...? Erdal beni bağışlasın, yazmayışımın belirli bir nedeni yoktu. Belki de yazının Dergi ölçütlerine göre uzun olması beni engellemişti.
+''+Evet Erdal'ın atlarını da yazacağım. Yalnız Erdal'ın atlarını değil, Erdal'ın ailesi ile olan ilişkimizi de anlatmaya çalışacağım.
Söz konusu atlar, annemin köyü Karacaören kökenli idi. Bu köyde giderek meranın daralması sonucu, dayılarımın atları bize gönderilmiş ve köyümüzün yılkısına katılmıştı. Yılkıya katılamayacak derecede değer verilen ve özen gösterilen bir büyük kısrak vardı ki, ona evde bakılıyordu. Bu alnı akıtmalı, ayakları sekili, halkın "Macar" diye adlandırdığı "Nonius" ırkı muhteşem bir kısraktı. Birkaç yıl içerisinde bize çok sevimli ve gürbüz taylar vermişti. Aile bireylerini tek tek tanıyan, verilen emirlere uygun davranan bu yüksek ve iri atla ilgili bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim;
Mevsim yaz ortaları idi. Babam kimi işlerini takip etmek için ilçeye gelmişti, Ben de aynı gün köye gitmek üzere, Kayseri'den Pınarbaşı'na gelmiştim. Babamın işleri bitmemişti ve ertesi gün Kayseri'ye gitmesi gerekiyordu. Atı köye götürme görevi bana düştü. Akşam güneş batı ufkunda son gülümsemelerini gönderirken yola çıktım. KılıçMehmet (Kılıçbihable), Halitbeyviran (Kunaşey), köylerini geçtim, atın geniş sırtı üzerinde, rahat İspanyol eğerine oturmuş yol alırken, kendimi, filin sırtında, görkemli tahtına kurulmuş yol alan Hint Racalarına benzetiyordum. Bir ara dalmışım elimdeki gemin aşağıya doğru çekilmesiyle uyandım. Atım eğilmiş su içiyordu. Dönüp baktığımda, Altıkesek Köyü'nün karşısında bulunduğumu, Zamantı Suyu'nun ay ışığında simden örülmüş bir yol gibi, gümüş bir şerit gibi uzandığını gördüm. O anda bu doğa güzelliğini tuvale geçirmek, ya da bu akıp giden şiirsel güzellik üzerine bir şeyler yazmak gereksinimi duymuştum. Ama bu olanak dışı idi, gecenin bir saatinde, at sırtında, dağ başında böylesi romantik düşüncelerin bir yararı yoktu. Atımı sürdüm, yola koyuldum.
Yerden bir hayli yüksekte ve çok geniş ve rahat bir at sırtında güvenli bir eğerin üzengilerine ayaklarımı sokmuşken, gece de olsa, yalnız da olsam bana bir tehlikenin ulaşmayacağını düşünüyordum. Bu güvenin verdiği rahatlıkla olsa gerek, atın sırtında uykuya dalmışım. Zaman zaman Uyanıp çevreme göz gezdiriyor, yine uykuya dalıyordum.
Sabah karşı saat kaçtı bilmiyorum. Uzunyayla sabahlarının yaz da olsa ne kadar serin olduğunu unutmuşum, üşüyerek uyandım. Evimizin önüne gelmişiz ve atın üstünde beklemekteyim. Ne zamandan beri böyle bekliyordum, farkında değildim. Benim akıllı atım gecenin içinden süzülerek beni evime getirmişti. Bu yolculuğumu hala anımsarım. 60 kilometreye yakın bir yolu gece koşullarında, tek başıma ve yarı uykulu yarı uyanık almıştım.
Annemin şaşkınlığını ve öfkesini anımsıyorum.
Annem babamı suçluyor ve eleştiriyordu. Gece yarısı bir çocuk azgın bir atın sırtında dağ başında bırakılır mıydı...?
Aradan birkaç yıl geçmişti. Artık köyü tasfiye etmemiz gerekiyordu. Bu sevimli dev kısrak, Komşumuz Rahmetli Lağuıç Mustabey'e geçmişti. Artık Erdal'ın atı idi. Zaman zaman yavrularını da yanına alıp özlem gidermek için Karacaören Köyü'ne kaçardı, Erdal'a ise sapa dağ yolunu aşıp atı geri getirmek görevi düşerdi.
Ben bu yazımda, Erdal'ın atından ziyade annesini, benim manevi annem olan rahmetli Sabiha Hanım'ı, onun Lağuıç ailesine gelin gelişi nedeniyle yapılan ve benim de içinde bulunduğum kimi törenleri anlatmak istiyorum. Geçmişte kalan o mutlu, sevecen ilişkileri, şiirsel çocukluk yaşamımı anlatmak istiyorum. Sevgili okur anımsayacaktır, "Kafdağı" Dergisi'nin bir sayısında köyümün bir "ulu" sunu, bir bilge Nine'yi "Nane Du" (Büyük Anne) başlıklı yazımla tanıtmaya çalışmıştım. İşte bu saygıdeğer Zöhre Nine Erdal'ın babaannesi idi. En yakın komşularımız olan Lağuıç ailesine Erdal'ın annesinin gelin olarak katılışını tam olarak anımsayamıyorum. Olaylar belleğimde biraz flu kalmaktadır. Ancak beni yakından ilgilendiren bu düğün ve rahmetli Sabiha Anne'yi bana çok anlattıkları için, aydınlık ve net bir biçimde olayları aktarma olanağına sahibim.
Bu saygın Çerkes kadınını tanıtmadan önce, günümüzde unutulmaya yüz tutmuş kimi geleneklerimizi aktarmadan geçemeyeceğim. Köyümüzde erkek evine getirilen gelinin özel bir odası olurdu. Bütün Çerkes köylerinde böyle idi. Abazaca'da "Tatsa Mıhara", Khabardeyce'de ise "Lağuına" denilen bu oda, Çerkes evinin en kutsal bölümü sayılırdı. Yeni kurulan yuva, o ailenin sürmesi demekti. Bu nedenle eskilerde gelin odasına Khabardeyce, "Maf'e Wuına=Ateş Odası" denirdi. Zira ateşi sönmeyen ev ya da soy devam ediyor demektir. Abazaca'da da buna benzer deyimler vardır. "Wuılağua Yimçarağat=Dumanın Sönmesin" deyimi bir aile için söylenecek en anlamlı dua, en önemli dilek idi. İşte bu kutsal odaya adım atan yeni gelin, Abazaca'da "Tastsa Nagalra", Khabardeyce'de "Wuınayışa" olarak adlandırılan büyük törene kadar, dışarılara çıkamaz, kimselere gösterilmezdi. Bu büyük törenin yapılacağı gün, gelinin odası ile kayınvalidenin devamlı bulunduğu mutfak bölümü arasında ailenin kızları ya da damadın halaları, ya da teyzeleri ipek kumaşlar sererlerdi. Anımsayabildiğim kadarı ile bu yola "Dari Ğog=İpek Yol" denirdi. Bu ipek yol üzerinden şarkılar, (Wueridade) eşliğinde yürütülen gelinin yaşam boyu mutlu olacağına, yaşam yolunun bu ipek yol gibi pürüzsüz olacağına inanılırdı. Bu yoldan yavaş yavaş yürütülerek kayınvalidenin ve yaşlı kadınların beklediği bölüme getirilen gelinin duvağı burada açılırdı.
Duvak açma işi başlı başına önemli bir tören idi. Sevilen, sayılan, akrabalık ilişkisi kurulmak istenilen bir ailenin erkek çocuğunun eline süslü, oyularak hazırlanmış, ucuna metal paralar takılmış bir asa, ya da sopa verilir ve çocuğa bu sopa ile gelinin duvağı açtırılırdı. Böylece bu aile arasında bir yakınlık kurulurdu. Gelin ise çocuğun manevi annesi sayılırdı. Öte yandan yeni gelinin ilk çocuğunun bu çocuk gibi sağlıklı, gürbüz, akıllı, uysal olması dilenirdi.
Bu anlattığım töre, Rahmetli Sabiha Hanım'ın Lağuıç'lara gelin gelmesi nedeniyle yapılan törenlere de uygulanmış, törenin ikinci kahramanı yani duvağı açan erkek çocuk ben idim, ancak yukarıdaki bölümlerde de belirttiğim üzere olayları net olarak anımsayamıyorum. Sütannem Güllü Anne'nin oğlu Osman'ın özenle süslediği sopa elime tutuşturulup duvağı açtırmışlar, daha sonra da ilk çocuğu oğlan olsun dileği ile beni gelinin kucağına oturtmuşlar. Daha sonraki yıllarda, Sabiha Hanım'dan gördüğüm o tatlı, sevecen, şefkatli ilgiyi anlatacak sözcükler bulamıyorum. Çok eskilerde, geçmişlerde kalan bu mutluluğun tadı hala damağımdadır. Manevi annemin Kurban ve ramazan Bayramlarında diktiği, süslü, minik gömlekleri, askılı şortları, minik çorapları bayram sabahları yatağımın başında bulurdum. Böyle bir ilgiyi, böyle bir sevgiyi, yaşamış kaç çocuk vardır...?
Düğünlerde yapılan törenler yalnızca bunlar değildi. Düğün evinin yakınına dikilen, ipekten işlenmiş bir bayrak olurdu. Bu bayrağa dantel kılıflar içerisinde süslü yumurtalar ve diğer ödüller asılırdı. Keskin nişancıların hedefi olan bu yumurtaların her biri bir sanat yapıtı kadar güzel olurdu. Ayrıca düğün nedeni ile at yarışları düzenlenirdi. Şampiyon atlıya kupa yerine ceviz tanelerinden örülmüş bir başlık armağan edilirdi. Abazaca'da "K'ık'an Kılpa", Khabardeyce'de "Da P'ıa" denilen bu ceviz taç törenle hazırlanırdı.
Bütün bu güzel geleneklerin uygulandığı ve günlerce süren Çerkes düğünleri bence dünyanın en ünlü festivallerinden daha güzel olurdu. Ne yazık ki bugün artık bu güzel gelenekler uygulanamıyor. Dolayısı ile de unutulmaya yüz tutmuş bulunmaktadır. Dergimiz Yayın Kurulu Üyesi Sayın Dr. Sevda Alankuş başkanlığındaki bir grup genç kızımızın bu gelenekleri derlemeye başlamış olmaları kültürel yaşamımız açısından sevindirici bir gelişmedir.
Erdal ile olan birlikteliğimiz, onun yaşam öyküsü ile başlamıştır. Erdal doğduğunda rahmetli babaannesi Nane Du anneme gelerek, beni beşiğe yatırma törenine götürmek istediğini bildirmişti. Annemin beni özenle hazırlayışını, en iyi giysilerimi giydirişini, saçımı özenle tarayışını anımsıyorum. Kenarları oymalı, kanaviçe işlemelerle süslü beşiğe yaklaştığımda küçücük yüreğim çırpınıyordu. Acaba bebeği tutabilecek miydim, onu incitmeden beşiğe yatırabilecek miydim? Başka bir yazımda anlattığım kaval ustası Lokman'ın annesi Nısatsıuk Nine önümde duruyordu. Bu yaşlı kadın Aşıwua idi, Altıkesek (Lookıt)'den köyümüze gelin gelmişti yıllarca önce, ama halen Aşkarıwua ağzı ile konuşamıyordu. Bana o zamanlar çok komik gelen Aşıwua ağzı ile konuşuyordu;
"Bu karşımdaki sevimli çocuk bu bebeği kucağına alıp beşiğe yatırsın, bu bebek, bu sevimli ağabeyi gibi gürbüz, uysal, akıllı olsun. Bu bebek, bu sevimli delikanlının babası gibi kalem ehli olsun, ikisi ömür boyu kardeş olsun... Bismillahirrahmanirrahim..." İyi dilekler sürüp giderken ismi henüz konulmuş minik Erdal'ı beşiğine yavaşça bırakmıştım.
Aradan nerede ise yarım yüzyıl geçti. Sevgili Sabiha Anne, çocuklarını bırakıp gencecik yaşında bu dünyadan ayrıldı. Saygıdeğer Nane Du, Erdal'ın babası Mustabey, annem, babam artık hiçbirisi yaşamıyor. Hepsini rahmetle anıyorum. Bu satırları yazmama neden olan sevgili kardeşim Erdal'a ve kızkardeşi Feraset'e sağlık ve mutluluklar diliyorum.
"Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer" yeter ki bu güzel anıların gereği olan dostluk, kardeşlik ilişkilerimizi sürdürebilelim.
Ankara, 30 Mart 1998
+''+Özdemir Özbay