…ve hiçbir savaş onların olmamalı!

Uzun zamandır gökyüzünün mavisi görünmüyor. Bulutlar duman rengi.Güneşin sarı sıcağı yok artık. Her yer alev rengi! Havada barut kokusu var. Çocuk sesleri nicedir duyulmuyor. Onlar artık gülmüyorlar. Ağıtlarla yıkanan kulaklara barış ve umut sözcükleri çarpıp geri dönüyor. 

Anlamını yitirmiş hayat! 

Hayat anlamını yi-tir-mişş…

Uzun zamandır bu topraklarda yok etme duygusu öfkeyle körüklenip, nefretle harlanıyor. İnsanlığın kötü tarafındakiler, hayatta kalmaya çalışan varlıkların can çekişmeleriyle besleniyor…
 
***         
Duman renginde bir kız çocuğu enkaz yığınlarının arasında dolaşıyor. Ağlamaktan bitkin oracıkta dizlerinin üstüne çöküyor. Dünyanın bu noktasında her şeyi elinden alınan bu çocuğun acıyla atan minik kalbi, çaresizlik ve umutsuzluk duygularını beslemek için kan pompalıyor. Cebinde taşıdığı hayatın tüm renkleri saçılıp yok oluyor yıkıntıların arasında…
 
Sislerin içinden çıkıp geliyor yaşlı bir adam. Duman rengi mendiliyle siliyor kan ağlayan gözlerini. Omuzlarının ve düşüncelerinin üzerindeki ağır yükle ama umut kırıntılarıyla yaklaşıyor minik kıza. Her yan ıstırapla kuşatılmışken kelimelerin merhametine sığınarak torununu kucaklıyor.
“Bu gece yola çıkacağız Sipse. Evimize vatanımıza dönüyoruz.”            
 
Küçük kızın umutsuz özlemi çaresizliği her yanı sarmış. Bu acının yaydığı titreşim yeri yarıp göğü çatlatabilir! 
“Benim evim işte tam buradaydı dede! Vatanım ise ANNEM di!      
                 
Hangi yolculuk, hangi vatan geri getirebilir annemi? Onu bırakıp nasıl giderim buralardan? Anne mi istiyorum dede!” 
 
Yaşlı adamın kalbi kanıyor, gözleri kanıyor, duman rengi bir kan damarlarında acıyla yol alıyor.
 
“Yaşadığın bu haksızlığı tamir etmek mümkün değil Sipse. Bütün bu olanların izahı yok çocuğum. Ama sen taze hayatsın ve seni kurtarmak zorundayım. Kaf dağının ardındaki ülke’ye gitmek isterdin ya hani? Devlerin, peri kızlarının, atlı kahramanların yaşadığı ülkeye…                                          
Babamın yurdundan koparılıp zorla sürüldüğü bu uğursuz yerden gitmemizin zamanı geldi Sipse. Senin acılarını hiç bir zaman dindirmeyecek biliyorum ama ait olduğumuz yere dönüyoruz. Annen de bunu istiyordu biliyorsun. O bizimle gelemese de ruhu her zaman sana eşlik edecek. Sen onun canısın, hayat ağacısın. Köklerimizin uzadığı topraklarda yeşermen lazım yavrum. Bu bizim savaşımız değil, hiçbir savaş bizim olmamalı. Gidelim Sipse, eve dönelim!”
Zamanın bu diliminin miyadı dolmuşken, dede ile torun  geçmişin ruhunu geleceğe taşıyan Antik bir bilgeyle, kanatlı bir melek gibi yıkıntıların üzerinden yeni hayatlarına yürüyorlar ayakları kanayarak…       
***
Yerinden yurdundan edilip hiç tanımadığı, kültürüyle en ufak bir benzerliği dahi olmayan ülkelere sürülen talihsiz milletlerden olan Adığeler, sürgünün travmasını atlatamamışken ve bu trajediyi kuşaktan kuşağa aktarırken, yeni bir saldırının içinde buldular kendilerini. 
Suriye’li Adığeler ateş çemberinde kuşatılıp, kalan tüm savaş mağduru insanlar gibi paylarına düşeni aldılar. Ölenler öldü, geridekiler hayatta kalma mücadelesi verirken, ülke’den bir yolunu bulup kaçabilenler ise Anavatan’a sığındılar…
 
Dünyanın en sevimsiz, en yalnızlaştırıcı, en kaotik kelimesi SAVAŞ!
 
Herakleitos, savaş evrensel döngüyü sağlayıp oluşu devam ettiren olgudur derken, Hegel savaşı tarihe özgü olarak nitelemiş. Einstein Freud’a yazdığı mektuplarda, savaşı durdurmanın yollarını ararken dolaylı da olsa atom bombasına katkıda bulunduğu için çok pişman olmuş. Freud, İnsana has yıkıcı ve saldırgan eğilimlerin engellenemeyeceğini, uygarlık evrimleştikçe insanların savaşa karşı olabilecekleri ihtimalini öne sürmüş...                         
Miş’li geçmiş zamanların düşünen adamlarının Savaş hakkında söylediklerine kulak kabartsam da; bu kelimenin iride edici tınısı mantığımı uzak bir noktaya sürükleyip aklımı presliyor!  
                                                                         
Dünyanın bütün zamanlarında ve herhangi bir yerinde acı çekmemiş, haksızlığa uğramamış bir halk veya millet yok!
 
***
 
Kendi kalıntısının üzerinde kıpırtısız oturan genç adam sadece nefes alıyor. Gelecekten beklentisi yok, umutlarını besleyecek kadar canlı hücresi de kalmamış. Bu gece anavatana döneceklerle vedalaşacak. Ne yazık ki o gidemiyor. Vatan çağırıyor ama sınırlar ve imkansızlıklar gitmesine izin vermiyor. Kuzeyli köklerinden koparılıp Arap topraklarında yeniden kök saldıkları gün, yeni bir yurt bulmanın hüzünlü rahatlığı, şimdi Anavatanlarına dönme yolunda sığınmacı, mülteci sıfatıyla vücut buluyor. Gidebilenlerin dışındaki yüzlerce Suriye’li Adığe ise bundan sonraki dakikalarını hayatta kalmak için mücadele ederek geçirecek. Hayır Savaşmayacaklar! Onlar bomba ve mermi atıp insan öldürmeyecekler! Sadece yok olmamanın yollarını bulacaklar. Sığınaklarda nefeslerinin buharıyla ısınıp, ana dilleriyle söyledikleri ağıtları, arapça dualarla sonlandıracaklar. Bir Adığe’nin Kuzey’in soğuk diri toprağından gelip, Arabın ölgün çölünde doğmuş olması yeteri kadar sarsıcıyken, zamanın tam da şu anında onlar için önemli olan tek şey, sadece yaşayabilmektir o kadar!    
                                                                                                 
Bu savaş onların savaşı değil. Ve hiçbir savaş onların olmamalı! 
 
***
 
Dünyanın içinden insanlar geçer büyük bir gürültüyle. İyi olmakla kötü olmak arasında gidip gelen insanlar ülkelerin, sınırların, bayrakların, savaşların arasından geçip giderler. Her uygarlığın rahminde dogmatik fikirler döl tutar, doğan her fanatik canavarın plasentası da Tarihtir. İnsanlar öldürülürler tarih de bu katliamlara şanlı şerefli sıfatlar verip kendini onurlandırarak, bilinçlerin en bereketli belleklerine yerleşip yeni katliamlar için yeni canavarlar yetiştirir.        
                               
Yeryüzü vatandaşları olarak bu dehşete son verme gücümüz olabilseydi keşke!..
 
Nart Dergisi 86-87. sayı - 2013
 

nan



Dilek Qudey
Share