Doğar doğmaz popomuza şaplak yiyerek başladığımız yaşam, içimize çektiğimiz bıçak gibi soğuk havanın ciğerlerimizi kavurması da eklenince, ilk yaşamsal eylemimiz ağlamak oluyor. Bu ağlama bir şikâyet mi, yoksa hızla annemizin rahmine, yani güvenli ortamımıza geri dönme isteği mi, hiç birimiz bunu hatırlayamıyoruz… O ‘güvenli sığınağına’ geri dönen olmadı şimdiye kadar. Ancak bütün çocukluk dönemimizden başlayarak problemlerimizi çoğu zaman ağlayarak çözüyoruz. Ya da çözmeye çalışıyoruz. Her sorunda başlıyoruz ağlamaya, gösterilen ilgiye bağlı olarak tonunu yükseltiyoruz ya da düşürüyoruz, iş uzarsa, artık ağlamaktan çıkıp ritmik ya da senfonik bir bağırmaya dönüşüyor… Sonra sesimiz düşer yavaş yavaş ve kesilir. Büyüdükçe ağlama türlerini geliştirdik. Marilyn Monroe uzun kirpiklerini kırpıştırarak ağlar gibi yaparken mangal maşasıyla korkutulup köşeye kıstırılan fare sesi gibi incecik sesler çıkarttığı o ağlama tribi klasikler arasında yer aldı… Ağlama eylemine sanatsal bir boyut kazandırdı. Taklit bile edildi, Yeşil Çam’da bol bol…
Neden ağlarız acaba… Ağlamak gülmenin tersi midir ki… Ağlayan birine güldüğümüz zamanlar olur mu? İnsan fizyolojisinin en karmaşık hallerinden biri gibi düşünürüm ağlama eylemini. Gözyaşlarının tutulamaması, krize dönüşmesi, dünyevi uyaranlardan kopma durumu. Gözyaşlarımızı kontrol edemeyiz. Bazen gülerken aralarına ağlamalar serpiştirdiğimiz gibi, tersi durumlar da olur. Bazen ağlamadan sonra rahatladığımız gibi, ağladıkça gerildiğimiz, şiştiğimiz zamanlar da olur. Durup dururken, sebepsiz ağlamalar… Sadece gözyaşlarımızın sicim gibi aktığı halde sesimizin duyulmadığı, kendimizi yerden yere vurarak ağlarken, bir damla gözyaşını esirgediğimiz türü. Kesik kesik ağlamalar. Sesimizin çıkmadığı gözyaşımızın da görünmediği ağlak bir yüzle bakışlarımızla ağladığımız gibi durumlar. Bazen aynı anda gülerken kesip ağlama, ağlarken yeniden gülme biçimi… Gülme/ gülümseme anı elimizin tersiyle gözyaşlarımızı silme, avucumuzdaki kağıt mendille burnumuzu temizleme fırsatı verir… İyi bir tayin yeri kurası çekmiş aday öğretmen gibi… Çoğaltılabilir. Ancak açıklanması yine de zor.
Antik Yunan’da tragedya bir anlamda ağlama seansları gibidir. Aristo, Poetika’sında Tragedya için, ‘toplumu peş peşe sıralanan felaketlerle, kötülüklerle özellikle sakıncalı olaylarla ağlatarak arındırmak ve suçtan uzak tutmak içindir’ der. Tayyip Erdoğan Mecliste partisinin grubuna yaptığı konuşmasında, 12 Eylül iktidarının astığı siyasi kişilerden bahsederken birden ses tonu incelmiş, diksiyonu bozulmuş ve konuşma ritmini kaybederek ağlamış, gözyaşlarını tutamamıştı. Bahsettiği iki kişiden biri yaşı büyütülerek alelacele asılan devrimci Erdal Eren, diğeri Faşist Mustafa Pehlivanlıoğlu idi. AKP içindeki ‘ağlama grubu’ ki, gurup lideri Bülent Arınç’tır, anında buna eşlik etmişler, hepimizi şaşırtmışlardı. Ağlayan birini gördüğümüzde, nedenini düşünmeden üzülür, aynı moda girer, hatta bizim de ağlamaya başladığımız zamanlar olur. Sonra düşünür ağlamakla, hatta üzülmekle saçmaladığımızı anlarız. Peki Tayyip neden ağlamıştı ki? Tayyip’in ağlaması ‘dışarıya’ idi. Dışa ağlama, genelde birini, birilerini ikna etmek için destek olarak yapılan eylemdir. Sahtedir. Standart olarak diğer ağlamalarla aynıdır. Gözyaşı bunda da akar. Yüz hatları aynı şekilde kasılır, vücut ritmi bozulur, bir tür şok- şaşkınlık yaratır ve etkili olur. Genelde kendimizi zayıf hissettiğimiz zaman başvurduğumuz bir yöntemdir. Kadınların ağlaması olarak da anılır. Aşk açmazlarında, kara sevda acılarında durup dururken, suçu gizlemede kendimizi başka bir duygu modunda olduğumuza inandırmak için yaptığımız ağlamalar… Genelde sahtedir. Ağladığımız için kendimizi iyi hissetmez, daha çok gerilmiş oluruz. Çünkü ağlayarak yalan söylemiş oluruz ki, sorunu çözsek dahi rahatlamayız…
Masum yalanlar gibi, masum ağlamalar da var. Yeğenim, Jan Gunes, ilkokula başladığı yılın yarısında, başka okuldan görevlendirilen öğretmeni eski okuluna gönderilince sınıfça, yeni öğretmeni red etmişler; Müdür yardımcısı sorunu çözmek için ikna-açıklamasında, ‘gelenin de öğretmen olduğunu ancak ameliyatla yüzünün değiştirildiğini düşünmeleri’ gibi ilginç ve hayatının hatası olacak benzetmeyi yapınca; Sınıfça ağlamaya başlamışlar ve bunu kesintisiz bir saat, aralıklarla da üç gün sürdürerek öğretmenlerine yeniden kavuşmuşlardı. Yaşları altı civarında kırk çocuğun sürekli ağlaması dayanılmaz olmalı. Pazarcık lisesinde görev yaptığım zaman tanık olmuştum. İlçede Deli Bekçi lakaplı gece bekçisiyle, Zabıta Erol tam anlamıyla kanka olmuşlar, sürekli içkili dolaşırlardı. Herkes severdi bu çifti. En azından sempatiyle takılırlardı. Bir akşamüstü baraj kenarından demlenmiş dönerlerken kaldırımda biriken topluluğa, ’burada ne oluyor’ diye sorarlar. Kalabalıktan biri, ‘Mustafa Amca’ya Mersin’de araba çarptı ve öldü. Onu getirdiler’ der. Deli bekçi, başsağlığı dileyip yürümüş. Ancak Zabıta Erol şaşkınlık içinde ‘ yapmayın yahu!’ der ve avluya girip tabuta sarılarak ağlamaya başlar. Şaşkın bakışlar arasında, ağıt söylemlerle sarsılarak ağlamasını şaşkınlık içinde izleyen kalabalık; hiçbir akrabalığı olmayan ve uzun zamandır da Mersin’de yaşayan Mustafa Amca’nın, zamanında Erol’a büyük bir iyilik yapmış olabileceği tahminiyle izlemişler bu tuhaf durumu. Haber evin içine de yayılmış, hatta Mustafa Amca’nın seksenine yaklaşan hanımı görmek istemiş Erol’u. Kollarına girip pencereden izletmişler, anlayamadığını ifade etmek için başını çapraz olarak aşağı doğru eğince, götürülüp yerine oturtulmuş. Erol sonra sızmış, sabah olduğunda uyanıp etrafındakilere şaşkın ve bayat bakışlarla ’ne oluyor burada?’ diye aynı soruyu tekrar sorup, durum açıklanınca; ‘Bana ne ya Mustafa Amca’dan. Başınız sağ olsun. Ben mesaiye geç kalıyorum ‘ demiş ve hızla yürümüş gitmiş... Bu ağlama tribi tamamen anlamsız, amaçsız, an ve olayın tetiklediği duygu patlaması şeklinde olanından diyebiliriz. Durup dururken nedensiz ani ağlama patlamaları. Bir tür iç gerilimin boşaltılması…
Daha düne kadar 10 Kasım’larda bütün milletçe ağlardık. Ağlar mıydık yoksa ağlatılır mıydık emin değilim. Ama ağlardık. O gün çıkan günlük gazetelerde en şiddetli ve katılımlı ağlamalı on kasımların dökümü verilirdi. Bol bol ağlayan kişi ve topluluk resimleriyle… Gazeteleri görüp ağlamazsak utanırdık zaten. Hatta korkardık bile. Atamıza saygısızlık etmiş, milli duygulardan yoksunmuşuz gibi anlaşılmaktan… On onbeş yıldır ‘bir şeylere’ kızan kalabalıklar şikayet için Anıtkabir’e koşar oldu. Bazen Anıt Kabrin almayacağı kalabalıklar olarak toplanırlar. Yüzlerce kilometre uzaktan bile gelenler görüldü. Bu arada ağlayanlar, nâra ve slogan atanlar, bağırarak şikayet edip mezardakini yardıma, hatta yeniden göreve çağıran sesler seslere karışır. Ortaya çıkan gerginlikten mi bilinmez, nöbette heykel gibi duran askerler bazen ağlarken görüldü. Bu ağlayan nöbetçi askerlerden birisinin gözyaşını eliyle silen yaşlı bir amcanın fotoğraf karesi, gazetelere manşetten basılmıştı. Milletçe ağlamadık ise de, ağlamaklı olmuştuk fotoğrafı gördüğümüz zaman… Shidlerin Listesi filmi ile ilgili bir yorumda; ‘İzleyenleri bolca ağlatarak Yahudi katliamı insanlık suçundan dünyayı arındırmaya yönelik idi der…Ata’ya layık olamamış, emanetini AKP ‘ye kaptırmış olmanın suçluluk duygusundan bu ağlama seanslarıyla arınıyor muyuz dersiniz…
Fethullah Gülen İzmir Hisarönü Camiinin imamı iken, Cuma hutbesinde ani bir patlamayla ağlamaya başlamış, ağlamaya eşlik eden vaazını kesmemiş ve ağlayan bir arka fon içinde, ağlamaklı kelime deformasyonuyla vaazını tamamladıktan sonra, en az duygusu kadar bir de cemaat patlaması olmuştu. Cumaları cemaati avluya, oradan da sokaklara taştı. Cemaatinin artışına paralel şöhreti de artmış camiyi, ili, hatta ülkeyi aşmış, şimdi Amerika’da. Vaazlarının miktarına uygun kendine özgü ağlama biçimlerini de geliştirmiş; sesi, gözyaşları hatta mimikleri ve tuzlu bakışlarının kutsallığı artmıştır. Bu ağlama içten yukarıya doğru bir ağlama biçimi olup, mistiktir. Zaten mistisizmin içinde olan dinleyenleri gökyüzünün derinliklerine taşımış, oradan sonsuz bir boşluğa bırakmıştır. Yükselirken artan duygu seli halindeki adrenalin, düşerken daha şiddetli artmış ve terk edilemez bir bağımlılık yaratmıştır. Ağlamayla açılan ‘kutsal’ bir yoldur artık birlikte yürünen. İlk ağlayanın adıyla anılan yol… Yahudilerin bir duvarın önünde ağlayarak ömür geçirmesi de mistik ağlama tipine dahil edilebilir. Bu ağlama biçimi yukarı, ‘semaya’ doğru değil, kısa mesafedeki duvara doğru olup, anında yankısını kulağında bulur. Yani bir tür kendi ağlama sesini dinler. Giderek ağlama sesine aşık olur, transa girer, ağladıkça ajite olur, ajite oldukça da ağlar. Beşikte sallanmak gibidir. Ritimli iniş çıkışlıdır. Beşikte sallanana ninni eşlik ederken, duvar önündeki ağlaması ile mırıldandığı dua ileri geri sallanma ritmini belirler Nirvanaya ulaşır ve huzur bulur…
Geçenlerde, şimdiki kültür bakanı İstiklal Marşı okunurken ağlamış. Bunun nedenini ve amacını anlayamadım. Ağlamasının türü hakkında da bir fikrim oluşmadı… Günlük politikanın gereği olsa gerek. Kişilik, marş ve ağlama korelasyonu dolaysıyla bu davranış bir anlam çağrıştırmadı bende… Küçük çocuklara istiklal marşı okutularak ağlama seansları hatırlarım. Dinleyiciler ağladıkça okuyucu çocuk da zıvanadan çıkmışçasına bağıra bağıra, bazen de ağlayanlara eşlik ederek sürer bu seans. Bunun en komik tarafı, sonradan gazetecilerin sorularıyla sahneden inen çocuğa söyletilenler… Mevlüd okunurken arada titremelerle ağlamalar hatırlarım çocukluğumdan. Aynısını geçenlerde Urfa Belediyesi’nin düzenlediği ‘ yağmur duasında ‘ bir yurttaş tarafından tekrarlandı. Trans halinde yüksek beden titremesi hali… Devlet Opera ve Balesi, Mevlüd’ü senfonik olarak yorumlamış. Bu hali kimseyi ağlatır mı izlemek gerek…
Taziye evlerinde yalan ağlamalarla gerçek acılı ağlamalar bir birine karışır. Hassas kulakların kolayca ayırabildikleri bu ağlamaları bizim gibi sıradan kulak sahipleri fark edemez, toplu bir yas ve üzüntü ayini zanneder, duygulanırız. Bazen taziye evlerinde her iki türden gelecek ağlayanları olmadığı için profesyonel ağlayıcı ekipleri kiralarlar. Profesyonelce işlerini yaptıkları için akrabalardan da daha samimi ve içten sarılırlar yaptıkları işe. Dört dörtlük bir yas evine dönüştürüp paralarını hak ettikten sonra gittiklerinde, etrafa sinmiş bir yas kalmaz ama, sesleri uzun süre kulaklarda çınlar kalır bunların. Bütün bu tür amaçlı, anlamlı, planlı ve boş ağlamalar dışında gerçek ağlama denilen biçimi çıkarsız, içten geldiği gibi duygulu ve doğal ağlamadır ki, atasözü de var. ‘ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar…’ Haklılık derecesi hepimize göre değişse de en ortak kabul bu olabilir… Gerektiğinde ‘ana’ yerine ‘ ‘vatan’ da yazarak…
21 Mayıs’da biz Çerkesler Beşiktaş’ta Barbaros Anıtı’nın bulunduğu meydanda toplanacağız. Burası, Büyük Çerkes sürgününde karaya ilk ayak basıldığı yerlerin sembolü sayılıp seçilmiş. Beşiktaş Belediyesi’nin Çerkes sorunlarına karşı duyarlılık gösteriyor olması hakkını da atlamamak gerek sanırım. Ama sembolik olarak ayak basıldığı yer Kefken Köyü. Orada da bir tören yapılacak. Daha önceleri orada yapılan bu anma töreni teknik nedenlerle, söz edilen yere taşındı bu yıl. Öte yandan posta kutularımıza düşen e-maillerden ve sitelerde paylaşılan duyurulara bakılırsa, Taksim’de de birileri bir şeyler yapacak gibi görünüyor. Kararsız Çerkesler, paylaşım sitelerinde ‘Taksim’de de olucam, Beşiktaş’ta da’ gibi paylaşımlar ekledikleri görülüyor. Taksim’dekileri anlamış değilim. Farklı bir Çerkes türü mü? Yoksa Çerkeslerden farkı var da belirginleştirmek mi istiyorlar. Yoksa başka amaçları mı var. KAFFED uzun zamandır bu eylemi her yıl örgütlüyor. Her kesimden ve yöreden yirmi bin Çerkesin katıldığı anma toplantıları yapmış. Bu Taksimciler başka bir otuz bin kişi mi buldular acaba. Öyle ya, 20-30 bin Beşiktaş’ da, 20 -30 bin de Taksim’de olursa fena mı olur… Yok hayır bu değil de, Beşiktaş’a gelecek binlerden insanları taksime çağırıyorlar ise, ne yapmak istediklerini merak ediyorum doğrusu…
Çerkesler 21 Mayıs günü ağlamayacaklar. Ağlamak çaresizliktir ve artık çaresizlik aşılmıştır. Yüz elli yıldır derin ve onarılamamış üzüntüler içinde olsalar da ağlamayacaklar. Hiçbir ağlama biçimi acılarını yumuşatmayacaktır çünkü. Hiçbir ağlama biçimi kayıplarını geri getirmeyecek. Ağlama zamanını çoktan geçirdik. Çoktan yaralarını dağlayıp, kalp sızılarına tuz bastılar. Düşüneceklerdir. Şimdi düşünme zamanı. Şimdi bütün enerjimizle, bütün olanak ve yeteneklerimizle bir şeyler yapma zamanıdır. İkinci Abdulhamit’den İttihat ve Teraki’ye devlette belirleyici güç, kurtuluş savaşında kurucu unsurlardan biri, Kürtlerden sonra nicelik olarak en kalabalık azınlık nüfusa sahip olmamıza rağmen; buna uygun ekonomik ve sosyal haklardan uygun pay alıyor muyuz? Yine buna uygun, ana dille eğitim, gelenek ve kültürlerini yaşamakta ve yaşatmakta devletin desteği var mı? Neden çocuklarımıza istediğimiz isimleri takamıyoruz? Ana dilimizle ad verip kurduğumuz yerleşme alanlarımızın isimleri neden değiştirildi? Ana dilimizle Televizyon/Radyo kuracak mıyız? Devlet anadilimizle Televizyon/Radyo yayını yapacak mı? Dilimizi, kültürümüzü, tarihimizi yaşayacağımız ve yayacağımız yayınlarımız olacak mı? Neden bunlar yok? Asimilasyona karşı ne yapabiliriz? Anavatana sahip çıkacak mıyız? Anavatana dönme konusunu düşünecek miyiz?… Buna benzer hayati öneme sahip soruları çoğaltarak düşüneceklerdir. Ben böyle yapacağım ve herkesten de bunu bekleyeceğim en azından… Halimize ağlayacak birileri hep vardır, olacaktır da nasıl olsa…
Bize ağlamak değil, vakur bir yas yakışır zaten…
MANSUR BALCI, 11.NİSAN.2011, NALÇİK

Ağlamak …
Nisan 11, 2011171
Share