KAFFED Yönetim Kurulu Üyesi Ayça Atçı, “Barışın Yolunu Açmak” Konferansı’nda, Çerkes halkının, kültürünün ve acılarının sesini duyurdu.
Ayça Atçı, İstanbul’da düzenlenen “Barışın Yolunu Açmak” başlıklı konferansta, kendi kimliğinden ve geçmişin derin izlerinden söz etti. “Barış yalnızca silahların susması değil; dilin, hafızanın ve kimliğin özgürce ifade bulmasıdır,” diyerek barışın gerçek anlamını anlattı.
Atçı’nın konuşmasında, Çerkes halkının yıllarca süren sürgün ve soykırımın ardından yaşadığı kimlik mücadelesine dair çarpıcı vurgular yer aldı. Atçı, “Ben, Çerkes halkı adına burada sadece kendimi değil; bu topraklarda kimliğini gizlemek zorunda kalan, yok sayılan herkesin hikâyesini de savunuyorum. Barış sadece silahların susması değil, herkesin acılarının kabulü ve dillerinin duyulmasıdır,” ifadeleriyle barışa dair derin bir anlam taşıyan bir çağrı yaptı.
Çerkes kadın kimliğinin tarih boyunca susturulmaya çalışıldığını vurgulayan Atçı, “Barış ancak tüm halkların, tüm dillerin ve tüm acıların birlikte konuşabildiği günde mümkün olacaktır. Bizim de birbirimizi anladığımız, acılarımızı yarıştırmadığımız gün,” dedi.
Ayça Atçı’nın sözleri salonda derin bir etki yaratırken, Çerkes halkının sesi bir kez daha güçlü bir şekilde duyurulmuş oldu.
Konferans Katılımcıları:
Rıza Türmen (önceki dönemler AİHM Yargıcı, CHP 24. Dönem Milletvekili), yazar Ayşegül Devecioğlu, Ayça Atçı (Kafkas Dernekleri Federasyonu YK üyesi), Bülent Arınç (Cumhurbaşkanı eski vekili, 22. Dönem TBMM Başkanı ve Başbakan Yardımcısı), Erdoğan Aydın (Yazar), Fatma Bostan Ünsal (Siyasetçi, hak savunucusu ve akademisyen), Fatma Gök (Profesör, Eğitim Politikası), Feride Eralp (Barışa İhtiyacım Var Kadın Girişimi), Gültan Kışanak (Kürt siyasetçi, feminist ve Diyarbakır Belediyesi eski eş başkanı), Hikmet Çetin (CHP eski Genel Başkanı ve diplomat), Levent Köker (Profesör, Kamu Hukuku), Meral Danış Beştaş (DEM Parti Erzurum Milletvekili, HDK Eş Sözcüsü), Mustafa Aslan (Alevi Bektaşi Dernekleri Federasyonu başkanı), Sevtap Yokuş (Profesör, Kamu Hukuku), Tayyip Temel (DEM Parti Eş Genel Başkan Yardımcısı, önceki dönem Van Milletvekili), Tunç Soyer (İzmir Büyükşehir Belediyesi önceki dönem başkanı)
KAFFED olarak, tüm bu mücadeleleri ve insanlık onurunu savunarak, daha adil ve barış dolu bir dünya için çaba göstermeye devam edeceğiz.
Youtube İzleme Linki: https://youtu.be/twyHLS75Kig
Ayça Atçı’nın Konuşma Metni
Merhaba; ben “Bu topraklar için dedesiyle ninesiyle, Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkesiyle, Alevisiyle, Sünnisiyle tamlamasının Çerkes’iyim ve yıllarca okullarda okuduğumuz tarih kitaplarındaki “HAİN” yaftamı takıp geldim.
İngilizcede beyaz ırkın karşılığı, kadınıyla ve tavuğuyla anılan, derdi tasası yokmuş sayılan, anavatanında Ruslaştırılmak istenen, diasporada yalnız mahkum edilen bir milletin yok olmamak için direnişiyim.
Barışın yalnızca belli coğrafyalar için değil, bu topraklardaki tüm halklar için inşa edilmesi gerektiğine inanan biri olarak buradayım.
“Kürdüyle, Lazıyla, Çerkesiyle…”
Bu cümleyi ne zaman duysam, içimden “dur bakalım, şimdi kim, kimin adına konuşacak?” diye geçer. Çünkü genelde bu cümle, kardeşlikten çok ayar verme cümlesidir. Ve ben o meşhur kalıbın arasına eklenen süs kelimesi olmaya itiraz ediyorum.
“Azınlık olmak, bazen kendi hikâyenin bile yabancısı olmak demektir.”
Bu cümleyi ilk okuduğumda içimde bir şey kıpırdadı. Çünkü bu ülkede Çerkes olmak; bazen suskunlukla, bazen de sadece sessizce var olmaya çalışmakla açıklanabilir.
Ben bugün burada, Kafkas Dernekleri Federasyonu yönetim kurulu üyesi bir Çerkes olarak konuşuyorum ama yalnızca kendi halkım adına değil; bu topraklarda sesi duyulmayan, görünmeyen, kimliğini ya inkâr etmek ya da yumuşatmak zorunda kalan herkesin hikâyesi adına da konuşmak istiyorum. Barış sadece silahların susması değildir; bazen dillerin konuşabilmesi, isimlerin korkmadan söylenebilmesi, geçmişin anılabilmesidir.
Biz Çerkesler için tarih, çoğu zaman fısıltılarda yaşar. Benim kim olduğumu, neden burada olduğumu kimse bilmez, pek de ilgilenmez. Bize dair bilinen iki şey vardır: Biri Çerkes kadın imgesi, diğeri de aslında bizim olmayan meşhur meze, Çerkes tavuğu…
Cumhuriyetin ilk tehcirini yaşadığımızı, meşhur idam listesi 150’liklerin tamamına yakınının Çerkes olduğunu, Moskof’un tohumu diye mimlendiğimizi, ilk derneğimizi kurarken silahlı saldırıya uğradığımızı, ilk dergimizi çıkaran gencecik bir adamın ve daha nicelerinin faili meçhullere kurban verildiğini bilmez kimse. Sizin ne derdiniz var ile bir de siz mi çıktınız başımıza arasındaki o boşlukta sallanan ama bir türlü düşmeyen o diş biziz. Bu yüzden bizde her şey fısıltılarda yaşar.
Anneannelerimizin dizlerinin dibinde duyduğumuz anılarda, “şunu dışarıda söyleme” diye tembihlenen hikâyelerde, evin içinde kalan dillerde yaşar.
Kimliğimiz ne yasaklandı ne de özgürce yaşatıldı. Çoğu zaman “zararsız” ve “sessiz” bulunduğumuz, makbul vatandaş kabul edildiğimiz için yok sayılmamız çok daha kolay oldu. Çünkü ne kadar az görünürsen, o kadar az tehdit sayılırsın.
Ama görünmemek, yok olmak değildir.
Benim ailem, sürgünle geldiği bu topraklarda tutunmak için çok çalıştı. Ama tutunmak bazen kendin olmaktan vazgeçmekle eş anlamlıydı. Biz, uyum sağlamadık aslında kendimizi herkese kapattık, kapalı kapılarımız köylere atanan öğretmenler ve imamlarla açıldı, dilimizi yitirdik, adettendir diye acılarımızı kimseye yük etmedik.
Belki de bu yüzden, bizim kuşağımızın hafızasında sadece kayıplar değil, kayıpların sessizliği de var. işte bu yüzden ben hiç sessiz biri olamadım. Ve ben bugün burada, o sessizliğe bir ses katmak için anadilim olmayan bir dilde konuşuyorum. Çünkü barış, sadece bir ateşkes değil; aynı zamanda hatırlamanın, tanımanın ve kabul etmenin de adıdır.
Ben anadilimi bilmiyorum.
Bütün ömrüm, “Acaba sesim anadilimde nasıl çıkardı?” diye düşünmekle geçti. Hangi kelimelerle kızardım, hangi kelimeyle sarılırdım? Ağlamayı, susmayı, birine “canım çok acıdı” demeyi hangi sesle öğrenirdim? “Çok yalnızım…” demeyi.
Ve bir de eğer anavatanımda büyüseydim, kim olurdum, adım ne olurdu?
Sahi ben kim olurdum?
Bugün bu ülkenin dilini yetkin bir biçimde konuşabiliyorsam, bu belki de dedemden, ninemden miras, hayatta kalma içgüdüsüdür. Belki de kendi dilime sahip olamayışımın acısını, bu dilde kusursuz olmaya çalışarak bastırıyorumdur.
Ama hiç unutmadım: Bu yetkinlik bir seçim değil, bir mecburiyetin sonucudur.
Ve ben artık mecbur olmadığım bir kimlikte yaşamak istiyorum. Kendi dilimin, kendi sesimin duyulduğu, kardeşim olan halkların dilini duyduğum, duydukça çoğaldığım, büyüdüğüm, rengarenk, gerçek bir barışta…
1992 yılında, dili bilen son kişinin, Tevfik Esenç’in ölümüyle bu topraklara gömdüğüm Ubıhçam ve UNESCO’nun tehlike altındaki diller listesinde yer alan dillerim var benim. UNESCO’ya göre Türkiye’de 18 dil tehlike altında. Ve yine UNESCO’nun tahminlerine göre yaklaşık her iki haftada bir dil ölüyormuş dünya üzerinde.
Bu ülkede barış denince, çoğunlukla bir halk, bir coğrafya, bir yara akla geliyor. Ve evet, bu ülkenin dört bir yanında çok derin yaralar var.
Ama bizim hikâyemiz, bizim yaralarımız da var.
Biz çoğu zaman o barışın ve yüzleşmenin konuşulduğu masalarda değildik. Bize sorulmadı. İsmen anıldık belki ama cismen orada olmadık. Yine de “evet” dedik hep uzlaşıya, barışa. Herkes için barış olsun istedik. Kendi açılmayan dosyamızı rafa kaldırıp, bu ülkenin açılabilecek başka dosyaları için elimizi uzattık.
O uzattığımız eli de, böyle şeyleri dile getirmek ayıp olur diye yine sessizce uzattık.
Oysa bize kimse “siz ne yaşadınız?” diye sormadı.
Barış, Hafızayla Mümkündür
Barış sadece bugünü değil, geçmişi de içine almalıdır.
Çünkü barış, insanların yalnızca hayatta kalması değil; kendisi olarak yaşamasıdır. Ve bu da hafızasız olmaz.
Bu ülkede barış istiyorsak, her halkın kendine ait acılarını, yıkımlarını, yaslarını konuşabileceği bir alan kurmak zorundayız. Herkesin kendi kelimeleriyle anlatabildiği, korkmadan, utanmadan, bir başkasının acısıyla yarışmadan konuşabildiği bir yer…
Çerkesler, Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Süryaniler, Romanlar… Herkesin yitirdiği bir şey oldu bu ülkede.
Ben sessizce yok olan bir halkın sesiyim şu an burada, bakın buradayım. Yaşıyorum. Ve barışı hak ediyorum.
Çünkü biz, tarih kitaplarının dipnotu olmaya değil; bu ülkedeki geleceğimizi birlikte yazmaya geldik.
Çünkü biz, sessiz kalabalıklar değil; hafızası olan, dili olan, yası olan halklarız.
Ve biz, barışa uzatılan her eli, kendi elimizle tutacak kadar inatçı, ısrarlı ve umutluyuz.
Bugün bu mikrofon başında ne söylediysem, bir gün kendi dilimde ninnilere karışsın, çocukların hafızasına sızsın diye söyledim.
Çünkü barış, bir gün değil, her gün yeniden kurulacaksa…
O gün biz de orada olacağız. Üstelik bu kez fısıldayarak değil, yüksek sesle, kendi dilimizle: “Hâlâ buradayız. Ve asla unutturmayacağız.” diyeceğiz yan yana.
Çünkü herkesin hafızası barışa dahildir.
Ve barış, ancak herkesin sesi duyulduğunda başlar.
Savaşı erkekler çıkarır, bedelini kadınlar ve çocuklar öder. Ve geleceği inşa etmek de yine o kadınların sorumluluğundadır. Ninnileriyle, masallarıyla, hafızanın sözlü tarihe dönüşerek kayıt altına alınmasına katkılarıyla, kültürü nesilden nesle taşıyarak hepimizin bugün burada, kendi kimliğimizle var olmasını sağlayan o muhteşem kadınlara, bu dünyanın barış ve huzur içinde yaşama borcu vardır.
Bu topraklarda yaşayan azınlıkların acısı benim acımdır. Çerkes’in unutuluşu da yalnızca benim değil, hepimizin eksikliğidir.
Barış ancak tüm dillerin birlikte şarkı söyleyebildiği gün mümkün olacak. Bizim de birbirimizi anladığımız, acılarımızı yarıştırmadığımız gün. Çünkü hepimiz biliyoruz ki acının da bir hiyerarşisi var bu topraklarda.
Bizim gerçekten yan yana durduğumuz o gün, biz sadece barış istemeyeceğiz… Barışın kendisi olacağız.