“Senin uzmanlık alanına giren bir konuda yardımın gerekiyor” diyordu telefonda, arkadaşım Abdullah Haradura. Köylüm, asker arkadaşım ve dostum olan Abdullah’a elimden geleni yapacağımı söyledim hiç tereddüt etmeden. Abdullah kendisini Kafkasya’dan birisinin telefonla aradığını ancak tek kelime Çerkesçe bilmediğinden telefonu açmaya bile cesaret edemediğini söylüyordu. Mayıs 2018’de Nalçık’a giden bir tanıdığı Abdullah’ın telefonunu Haradura Dina’ya (Хьэрэдурэ Динэ) vermiş ve akrabalarının Türkiye’de yaşadığını, telefonla temas kurabileceklerini söylemişti.
Hiç vakit kaybetmeden Abdullah’ın bana verdiği iki telefon numarasından birini aradım. Telefonu açan Haradura Tole (Хьэрэдурэ Толэ) idi. Kendimi tanıttım ve arama nedenimi açıkladım. Çok memnun oldu. Kendisi Nalçık’ın İslamey köyünde yaşıyordu. 62 yaşında ve emekliydi ancak işine geri dönmüş çalışıyordu. Aynı zamanda çiftçilik de yapıyordu. Kabardey’in ünlü sanatçısı Haradura Dina’nın da öz kardeşiydi. Telefonda aile hikayesini anlattı hemen. Dedesi Haradura Şıhban (Щыхьбэн), 1905 yılında kardeşleri Dule-Abdullah (Дулэ – Абдулэхь) ve Luts(Луц) ile birlikte Türkiye’ye gelmiş, daha sonra annesinin ailesini de (annesi Yemişe’lerin(Эмыщэ) kızıydı. Türkiye’ye getirmek üzere Kafkasya’ya dönmüş, ancak Ekim devrimi nedeniyle Kafkasya’dan çıkamamış ve orada kalmıştı. Tole şimdi dedesi Şıhban’ın kardeşleri Dule-Abdullah’ı ve Luts’u arıyordu.
Hajı Dule ya da diğer adıyla Abdullah köyümüzde (Eskişehir’in Rahmiye Köyü) yaşamıştı ve 100 yaşındayken ata bindiği, keskin nişancı olduğu ve köyümüzün Yunan askeri tarafından işgal edildiği sırada birkaç Yunan askerini öldürdüğü anlatılırdı. Hajı Dule bizim çocuk aklımızda yarı efsane olarak kalmıştı. Tole’nin aradığı Dule-Abdullah işte bu kişiydi ve onu bulmuştu. Arkadaşım Abdullah’ın (dedesi Dule’nin ismi verilmişti) babası İlhan Amca ile Tole iki kardeşin torunlarıydı. Bunu kendisine söylediğimde çok mutlu oldu, 100 yılı aşkın bir süre sonra onları bulmuş olmaktan heyecan duyuyordu. Yakın akrabalarıyla tanışmak, konuşmak istiyordu. Ancak akrabalarından doğrudan konuşabileceği çok fazla kişi yoktu. Çerkesçe konuşabilen sadece birkaç kişi vardı ve onlara da ulaşmam zaman alacaktı. Böylece Tole ile telefonda konuşmaya başladık. Özellikle, burada sizlere de anlatacağım dedesi Şıhban’ın ve ailesinin yürek parçalayıcı hayat hikayesini bana anlattığında, köyümüzde yaşamış olan Haradura ailesinin, özellikle de Şıhban’ın öz kardeşi Hajı Dule’nin öyküsünü araştırmaya karar verdim.
Haradura ailesi köyümüzdeki diğer aileler gibi 1905 yılında Kabardey’den gelmişti. Dule 1851 doğumlu idi ve o sırada 54 yaşındaydı. Nüfus kayıtlarına göre ismi Kerdüshan (veya Gerdüşhan) olan birinci eşinden iki oğlu ve dört kızı oldu. Oğullarının isimleri bilinmiyor. Kızlarının isimleri ise Devlethan-Tsıra(Цырэ), Kebahan-Khan(Кхан), Asiyat ve Zeynep. Eşi ölünce, Dule ikinci evliliğini Bukhuna Quequh (Бухъунэ К1уэк1ух) ile yaptı. Bu eşinden de sırasıyla Cemal, Zülfiye, Nuriye, Zübeyde, Mukaddes (Merhadis) ve Ahmet olmak üzere iki oğlu ve dört kızı oldu. Dule’nin en küçük oğlu Ahmet 13-15 yaşlarında vefat etti. Büyük oğlu Cemal’in ise İlhan ve Türkan isimlerinde bir oğlu ve bir kızı oldu. Arkadaşım Abdullah, Hajı Dule’nin torunu Haradura İlhan’ın küçük oğludur.
Dule’nin nüfus kayıtlarına göre Aziz olan büyük kardeşi Luts de köyümüzde yaşadı. iki oğlu ve bir kızı oldu. Çocuklarının isimleri Hasan, İsmail ve Ayşe’dir (Гуэщхуж).
Hajı Dule’nin iki de kız kardeşi vardı. Biri Ankara’nın Hacı Muratlı Köyünde yaşadı. Hacı Muratlı’da yaşayan ve nüfus kayıtlarına göre ismi Nusa olan kız kardeşi Rahmiye’de Guliy (Гулий) olarak bilinmektedir. Hacımuratlı’da Hute (Хут1э) adıyla anılmakta olan Nusa’nın dört oğlu bir kızı oldu. Kızı Ankara’nın Gökçehöyük köyüne gelin olarak gitti. Oğullarının isimleri sırasıyla İhsan, Kâzım, Nazım ve Halit (Lid Dayı) olup hepsi rahmetli oldular. Torunları bugün Ankara’da yaşıyorlar. Hajı Dule'nin Babuna ismindeki diğer kız kardeşi, Sakarya İline bağlı Hendek İlçesinin Kargalı Hanbaba köyünde yaşadı. Torunu Haradura İlhan, Hajı Dule'nin Kafkasya’dan ilk önce onun yanına geldiğini fakat bölgenin sazlık, bataklık olması nedeniyle Rahmiye’ye göç ettiklerini söylüyor. Kız kardeşinin ve ailesinin birkaç kez Hajı Dule’yi ziyarete geldiklerini hatırlıyor.
20 . Yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğunun girdiği savaşlar nedeniyle köyümüzün eli silah tutan tüm erkekleri askere alınmıştı ve köyde yalnızca kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar kalmıştı. Hajı Dule ileri yaşından dolayı askere alınmamıştı. Köyümüz 1920 yazında Yunan askeri tarafından işgal edildiğinde, kalan köy halkı, köyün kuzeyindeki Sündiken dağlarında, ormanlık alandaki Karasakal mevkiine gizlendi. Köylüler bazen geceleri gizlice gelerek köyü kontrol ediyor, varsa ihtiyaçlarını alıyor ve ormana geri dönüyorlardı. Yunan askeri, pusu ihtimali nedeniyle ormana giremiyordu. Hajı Dule ve bir hizmetkârı köyde kalmışlardı. Köye bir gün dört kişilik bir Yunan çetesi geldi (çeteciler askerlerden önce gelmişlerdi). Hajı Dule’den yemek ve içki istediler. Hajı Dule yumurta kırdırdı, tavuk kestirdi ve mahsıma verdi. Daha sonra, mutfakta yemek yiyen, alkolün etkisindeki çeteye, dışarıdan, mutfağın penceresinden mavzeriyle ateş ederek dördünü de oracıkta öldürdü, cesetlerini samanlığa sakladı ve atına atlayarak dağa çıktı.
Hajı Dule’nin torunu Haradura İlhan, köydeki yaşlılardan, Hajı Dule'nin Yunan Harbinde birkaç Yunan askerini öldürdüğü yönünde bir şeyler duyduğunu ancak tam olarak bilmediğini söylüyor. Hajı Dule hiç anlatmazmış.
Hajı Dule ile Yunan askeri arasında önemli bir olay daha yaşanıyor. Yunan subayı Hajı Dule’den atını ve silahını istiyor. Hajı Dule reddediyor. Subay bunun üzerine Hajı Dule’nin oğlunu götürmek istiyor, Hajı Dule kabul ediyor. Köylüleri, daha sonra, neden at yerine oğlunu verdiğini sorduklarında, Hajı Dule, eğer atını verseydi, subayın at sırtında dolaşarak köylülere zarar vereceğini, ancak oğlunun kaçarak kurtulacağı cevabını veriyor (10). Yunan subayı 8-10 (veya 16-17) yaşlarındaki delikanlıyı ellerinden atın arkasına bağlıyor ve atını köyün yukarısına, dağ yoluna sürüyor. Ancak daha sonra delikanlının atın çifte darbeleriyle öldüğü söylenerek, ölüsü askerlerce yol kenarına bırakılıyor.
Hajı Dule’nin diğer oğlu ise seferberlikte ölüyor.
Yunan askeri, karargah olarak köyün kuzeyinde, büyük tepenin hemen eteklerindeki Haradura ve Tsırukh (Цырыхъу) ailelerinin evlerini kullandı, diğer evleri yaktı. Bugün köyümüzde biraz derin bir kazı yaptığınızda yanık buğdaylara dahi rastlayabiliyorsunuz.
Hajı Dule keskin nişancı idi. Nail Şora, annesi Zübeyde’nin (Hajı Dule’nin ikinci eşinden kızı) anlattıklarını şu şekilde aktarıyor: “Anneme tiftikten sepet ördürüyor, içine yumurta koyarak 100 metre uzaklıktaki avlu kapısına astırıyor, kapıları açtırıyor ve yumurtalara mavzerle ateş ederek talim yapıyordu. Kur’anı Kerimi gözlüksüz okuyabiliyordu. Öldüğünde 128 yaşındaydı. At onun hayatıydı. Bir Torba tuz ile atına biner, yılkı atı yakalamak için dağa çıkardı. Bir ay kadar dağda kalır, yakaladığı 15-20 kadar atı kuyruklarından birbirine bağlayarak köye getirirdi. Daha sonra atları eğitip satıyordu.”
Yine Nail Şora, Hajı Dule ile ilgili bizzat yaşadıklarını şöyle aktarıyor: “Antalya - Kemer yolunda tünellerde çalışıyordum. Kompresörü çalıştırdım, çay demledim. O arada karşı taraftan birisi geliyor. Elinde baston var ama bastona dayanmıyor. Aheste, aheste yürüyor. Adamın tipinden ben Çerkes olduğunu tahmin ettim. Selam verdi, aleyküm selam amca, diye cevap verdim, buyurun bir çayımızı için diye davet ettim. Çay ikram ettim. Nerelisin evlat diye sordu bana, Eskişehirliyim, dedim. Ahhh dedi adam, bir iç geçirdi. Babamın bir arkadaşı vardı Eskişehirli, hacca giderken bize uğradı dedi. Adı Sarı Abdullah idi. Babamla buluştular, kucaklaştılar, epeyce sohbet ettiler. Günlerden Cumaydı. Biz çiftlikteydik, köy 2-3 km mesafedeydi. Babam Cuma namazına gitmek için arabayı koşmamızı istedi. Arabayı koşmaya kalkışınca, Abdullah, “yahu bırak 3 kilometreyi yürüyemeyecek miyiz, yürür gideriz” diye kabul etmedi. Yola çıktık. Abdullah mavzerini hiç bırakmazdı, sırtında taşırdı. Yolda mısır tarlasından bir domuz çıkarak önümüzden geçti. Babam, “Abdullah haydi eski nişancılığın var mı göster” dedi. Abdullah mavzerini çıkarttı, doğrulttu, ateş etti, domuz yürümeye devam etti. “Vuramadın Abdullah”, dedi babam. “Vurdum”, dedi Abdullah, “aynı yerden bir tane daha”, diye tekrar ateş etti. Domuz yıkıldı. Gittik baktık, girişi aynı çıkışı farklı iki delik vardı. Amca bu Abdullah dediğin adam Çerkes miydi diye sordum. Bana baktı, sen nerden biliyorsun dedi. Herhalde benim dedemi tarif ediyorsun sen dedim. Başka bir ismi var mıydı, bu adamın diye sordum, Dule derlerdi dedi. Senin tarif ettiği amca, benim dedemdi dedim. Valla oğlum gözlerin de ona benziyor zaten dedi adam. Ben orada çalıştığımda sene 75-76 idi.”
Hajı Dule çok iyi bir binici ve at terbiyecisiydi. Aynı zamanda çok da güçlüydü. Hajı Dule’nin ikinci eşinden kızı Nuriye’nin oğlu Ghogh (Гъуэгу) Nazım Başay büyüklerinden işittiği bir olayı şöyle aktarıyor: Hajı Dule bir gün kardeşinin oğlu Hasan ve torunu İlhan ile birlikte, 5 yaşında hiç eğer vurulmamış bir yılkı atını kement atarak yakalıyor. Atın kulağını tutup büküyor, at kulağındaki sancının şiddetinden yere diz çöküyor. Hajı Dule “vurun eğeri” diyor, eğeri vurduruyor. Ardından Hasan’a “bin” diyor. Hasan ata biniyor ancak titrediğini gören Hajı Dule “in aşağı” diyor ve ata kendisi biniyor. Kulağını bıraktığı anda da at dört nala avlu kapısından dışarı fırlıyor. Hajı Dule, bir saat sonra atı sopayla önüne katmış olarak geri dönüyor.
Hajı Dule 1947’de iki arkadaşı ile birlikte vapurla hacca gitti ve 3 ay sonra döndü.
Torunu Haradura İlhan, Hajı Dule'nin çok hayır sever olduğunu, dara düştüğünü, sıkıştığını duyduğu tüm ailelere, at başta olmak üzere her türlü yardımda bulunduğunu, emanet verilenlerin kaydının bile tutulmadığını söylüyor. Bir gün köyde birisinin atı öldüğünde, “çocuklarına söyle, gelsinler sabah damdan at seçip alsınlar” diyor. Bir kaç gün geçtiği halde kimse gelmeyince, o kişiye çocuklarının neden gelmediğini soruyor. O da çocuklarının “bizim atlar zayıf, Hajı Dule'nin atları çok kuvvetli, alırsak diğer at ona uyum sağlayamaz” diyerek gelmediklerini cevabını veriyor. Hajı Dule, “söyle onlara, yarın gelip beğendikleri iki atı alsınlar” diyor.
Hajı Dule’nin kızı Zübeyde’den olma torunu Şora Melek Bi, muhtemelen Hajı Dule’nin uzun yaşamının sırlarından biri olan hayata olumlu bakışına ilişkin ipucunu şu şekilde aktarıyor: Hajı Dule her sabah kalktığında, sundurmaya çıkıp, derin derin nefes alır verir, “Ya Rab ne güzel bir gün” diyerek temiz havayı içine çekermiş. Ancak bunu her gün, karda, kışta, yağmurda, çamurda yaparmış. Bir gün yanındakiler, “Ya Hacı, her gün ne güzel diyorsun, hiç mi kötü gün yok” dediklerinde, Hajı Dule, “Allahın her gününün güzelliği ayrıdır” cevabını veriyor.
Yine torunu Şora Melek Bi’nin aktarımından Hajı Dule’nin aynı zamanda tutumlu birisi olduğunu da anlıyoruz. Hajı Dule, arkadaşlarıyla camiden çıkmış eve doğru gelirken, yerde o zamanın en küçük parası olan delikli 1 kuruş görüyor, eğilip onu yerden alıyor. Arkadaşları da hayretle, “Ya Hacı, o kadar zengin adamsın, o 1 kuruşa mı kaldın” diyorlar. O da “1 kuruşun değerini bilmeyenin, 1 kuruşluk değeri yoktur” cevabını veriyor.
Hajı Dule’de bir hafta süreyle biraz vücut kırgınlığı olunca, torunu İlhan aracılığı ile, şehirdeki kızlarına, rahatsızlığından söz etmeden Hajı Dule’nin onları görmek istediği haberi verildi. 1956 yılının bir Cuma günüydü. Kızları, kızı Asiyat’ın kocası Cemal Hoca ve Fuat Mirza, Beylikahır kazasından Sağır Doktoru da ( 1970’li yıllara kadar o bölgede doktorluk yapmış ünlü doktor Süreyya Pelit, Rahmiyelilerin deyişi ile Degu (Дэгу) (M.D.)) yanlarına alarak köye gittiler. Bütün çocukları ve torunları toplanmışlardı. Sağır Doktor muayene sonrasında “hiçbir şeyi yok, çocuklarını özlemiş” diyerek reçete bile vermedi. Erkekler camide Cuma namazı kıldılar ve arkasından eve geldiler. Hajı Dule her zaman oturduğu büyük koltuğu sundurmaya koydurdu ve oturdu. Herkes sırayla gelip elini öptü o da onların alınlarından öptü. Hajı Dule “başka kimse kaldı mı?” diye sordu. “Kalmadı” dediler. Sonra kendi odasında Cemal Hoca ile sohbete çekildiler. Sağır Doktor, torunu İlhan’ı muhtemelen genç görüp “hiç bir şeyi yok” derken, Fuat Mirza’ya “hiç telaş yapmayın, bu gece 1-2 gibi vefat eder” demiş. Gece 01.15’de sohbet ettiği sedirde iki elini namaz kılar gibi önünde kavuşturdu, ayaklarını uzattı. Sırtını arkaya yasladı. Kelime-i Şahadet getirdi, başı yana düştü, ruhunu teslim etti.
Haradura Hajı Dule Abdullah’ın torunları bugün Eskişehir, İzmir ve Ankara’da yaşıyorlar.
Türkiye’de bunlar yaşanırken aynı dönemlerde Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi nedeniyle Hajı Dule’nin öz kardeşi Şıhban Kafkasya’dan çıkamıyor ve orada kalıyordu. 1929 yılında Sovyetler Birliğinde başlatılan kollektifleştirme (tarım araçlarına ve topraklara devletçe el konularak kolhoz ismi verilen çiftliklere devredilmesi) sırasında, Şıhban ve birçok köylüsü, mülklerine el konmasına karşı oldukları gerekçesiyle ihbar edildi. O sırada 59 yaşında olan Şıhban ve 30’lu yaşlarında olan en büyük oğlu Hajpago (Хьажпагуэ) diğer köylüleri ile birlikte ifadeleri alınmak üzere köyden çıkarılarak Nalçık’a götürüldüler ve orada komünistler tarafından öldürüldüler. Ölüleri ailelerine verilmedi (gömüldükleri yerin üzerine Nalçık kapalı spor salonunun yapıldığı sanılıyor). 4 yıl sonra 1933 yılında bu kez karısı Melikhan, oğulları Abdul, Malik, Muzekir ve Muhammed (5-6 yaşlarında) Sibirya’ya sürüldü. En büyük oğul Abdul biraz Rusça biliyordu ve girişken biriydi. 1-2 yıl sonra annesini ve kardeşlerini Sibirya’dan geri getirdi. Ancak 3 yıl sonra 1937 yılında Abdul, Malik ve Muzekir tekrar Sibirya’ya sürüldüler. Malik ve Muzekir Sibirya’da kayboldular. Akıbetleri bilinmiyor. Her ikisi de bekardı. Abdul 2. Dünya savaşından sonra 1947’de köyüne dönebildi. Şıhban’ın 1912 doğumlu kızı Farizet, T’ımıj (ТIымыж)ailesine gelin olmuştu ve sürgüne uğramadı. İşte, benim telefonda görüştüğüm Haradura Tole, Şıhban’ın en küçük oğlu Muhammed’in oğludur.
Burada Haradura ailesinin ilginç, bir o kadar da acılarla dolu öyküsünü elimden geldiğince anlatmaya çalıştım. Aynı ana babadan doğan kardeşlerin yollarının ayrılması, farklı coğrafyalara savrulmaları, yaşadıkları ülkelerin tarihleri ile iç içe geçen yaşamları, savaşlar, sürgünler, ailelerin parçalanması, ölümler, ayrılıklar ve sonsuz acılar…
Biz Çerkeslerin kim bilir daha böyle anlatılmamış, yazılmamış kaç öykümüz var, kim bilir…
K’aşe (КIащэ) Muzaffer Dinçer
Not : Kayıtlara göre Hajı Dule 1851 yılında doğmuş, 1956 yılında 105 yaşında ölmüştür. Gerçekte 130 yıl yaşadığı söylenir.
EKLER:
1. Hajı Dule hakkındaki gazete küpürü (Gazetenin ismi ve tarihi bilinmiyor ancak 1951-1956 yılları arasında olduğu sanılıyor)
2. Hajı Dule’nin hac kıyafeti ile fotoğrafı
{gallery}/haber/federasyon/2020/Haji_Dule{/gallery}
p>
nan
Muzaffer Dinçer )