İç Sızısı

 

Asırlık çınarlar gibi durgun, bilge, görkemli ihtiyarları;

Onurlarını yaşamlarının önünde tutan erkekleri;

Hüzünlü hayatlarına beceri perdesini örtüp, dünyanın geleceğini biçimlendiren anneleri;

Hayata çılgın bir tutkuyla bağlı, ölüme bir adım kadar yakın, çelik bir bıçak gibi sert delikanlıları;

Savaşa giden sevgiliye ağıtlar yakarken, zarafet ve asaleti bir giysi gibi taşıyan genç kızları;

Kurşun sesleriyle göz açtıkları dünyada tek neşe kaynağı olan güneş yüzlü çocuklar

ve canlarından çok sevdikleri dağları

ve atları, dillere destan şarkıları, dansları,

gümüş kınlı kamaları, bitmek bilmez savaşları

ve korkunç sürgünleri

ve umutlarıyla…

Çok uzak da değil, hani şu masallardaki Kaf dağının ardı,

Efsaneler ülkesi,

Korkunç uçurumlar, derin ormanlar, coşkun ırmaklar ve geçit vermez zirveleriyle,

Acının, gözyaşının, sürgün ve soykırımın, cesaret ve direnişin unutulmaz adresi...

Yaralı bir cennet bahçesi…

Aynı acıyı yüzyıllarca paylaşmak zorunda bırakılan, kadim bir geleneğin son hatıraları...

Milattan öncesinden beri, Bosfor, İran,  Grek, Roma ve Bizans istilaları… Sonra İskitler, Sarmatlar, Alanlar… Milattan sonra Hun akınları, sonra Hazar İmparatorluğu, Moğol istilası, Altınordu Devleti, Timur orduları, Hanlıklar, sonra Rus Çarlığı…

Yüzyıllar boyu sürecek, etkileri bugün bile hissedilecek Büyük Kafkas Savaşları...

Tarihin en korkunç kitle katliamlarından birini yaşadı bu millet; sadece bir savaşı kaybetmedi, bir vatanı, bir tarihi, bir kültürü, bir varlığı olduğu gibi, tümüyle, baltayla kesilip koparılmışçasına arkasında bırakmak zorunda kaldı. Toplumsal bütün değerlerini, kültürel bütün birikimini, işte bütün çırpınış ve gayretlerine rağmen -ancak bu kadarını kurtarabilerek- ne yazık ki kaybetti. Adını, soy adını, dilini, efsanelerini, hikayelerini, şarkılarını, duruşunu, bakışını unutmak zorunda bırakıldı.

 

Anlatıyorum yine bir yerlerde; yazarlar, gazeteci arkadaşlarım, akademisyenler filan var, biraz şaşkın bir ilgiyle dinliyorlar. “Şu bizim bildiğimiz Çerkesler mi?” diyor birisi, “Yani bunlar, onlar mı? Onlardan geriye kalanlar mı?” Şu ülkenin Kurtuluş Savaşı dört yıl sürmüş, travması kırk yılda geçmemiş, ben kaç yüz yıl savaş, üstüne de sürgün ve soykırım travması yaşayan bir milleti anlatmaya çalışıyorum.

 

Ne yazık ki bilmiyorlar. Koca koca adamlar, okumuşlar etmişler neyse de bizden bahsederken bildikleri “Çerkez tavuğu, Çerkez Ethem… Az daha bilen, Çerkez düğünü, bıçak atarlar dans ederken işte, saygılı insandırlar, geleneklerine bağlıdırlar…” o kadar…

 

Amerika’nın eyaletlerini, Avrupa’nın başkentlerini sırasıyla sayabilecek bu insanlar, “Maykop”, Nalçik” deyince öylece bakıyorlar. Evet, bilmiyorlar…

 

Öğretmenliğe yeni başladığım zamanlar, bahçede öğrenciye tören yaptıracağım, ter içinde uğraşıyorum, yaşlıca bir usta öğretmen geldi, ne yaptığımı sordu, ben de ne yapamadığımı söyledim. Güldü; “sen bunlara ne yapmaları gerektiğini göstermedin ki? Nasıl yapsınlar?” sonra en öne kendisi geçip tören provası yaptırdı öğrenciye. O gün öğrendim öğretmenliği derim hep…

 

Bilmiyorlar, çünkü… Kimse onlara söylemedi, doğrusunu kimse göstermedi onlara... Okumuşu bu kadar biliyor; cahili ne yapsın, çıkıyor televizyona, köle ticaretiydi, sultanın atıfetiydi, sütü bozuktu, yok haindi, bilmem ne, üfürüp duruyor. Biz de cılız seslerle “ama olmaz ki…” diye sızlanıyoruz, beklemediğimiz yerden vurulduk çünkü, “hani kardeştik, ne kadar ayıp!” filan diye bozuluyoruz, alışkın değiliz toplumsal reaksiyonlara, örgütlü hak mücadelesine; ne yapacağımızı da şaşırıyoruz…

 

Bilmiyorlarsa, öğrenmedilerse, yalan yanlış zırvaları izlemek zorunda kalıyorsak herkesle beraber -nasıl derler- kabahatin büyüğü bizde kardeşim. Suçu derneklere, bu misyona kendini adamış emektarlara atıp işin içinden sıyrılamayız. Kendimizi doğru anlatmak bize düşüyor. Okuyacağız, yazacağız, anlatacağız, demokratik örgütlülükte yerimizi alacağız; her fırsatı, her imkânı değerlendireceğiz, doğrusunu bir şekilde öğreteceğiz.

 

Yoksa daha çok zırvalar dinleriz, daha çok canımız sıkılır. Sen kendini doğru dürüst tanımlayamazsan, başkası seni istediği gibi tanımlar, geriye de hak etmediğimiz bir iç sızısı kalır.

 


nan



Ş. Şamil Koç

Share