Köklerimize Yolculuk / Askerigo Dilek Erbaş Altındal

Askerigo Dilek Erbaş Altındal

Anavatan nedir, hiç düşündünüz mü?
İlk yerleşim yeri mi sadece? Peki ya aidiyet? Bizim yerleşkemiz Türkiye, ama köklerimiz Kafkasya’da. O zaman bizim anavatanımız hem burada hem orada. Bedenimiz burada yaşıyor belki ama ruhumuz oraya ait.

İçinde büyüdüğümüz hayat bizi iki kültürün arasında bıraktı. Adetlerimiz, törelerimiz zamanla asimilasyonla değişime uğradı ama Kafkasya özlemi… işte o içimizde hep canlı. Belki de bu özlemle yola çıktık, anavatana gidip görmek istedik o kökleri.

Yolculuğumuzda sadece tanıdıklarımız yoktu; birçok kişiyi ilk kez orada gördük. Ama ilk dakikadan itibaren sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi sıcak, samimi bir iletişim kuruldu. Tüm zorlu şartlara rağmen dostluklar kuruldu. Bir thamade seçildi, görevler paylaşıldı. Yeme-içme, konaklama gibi tüm ihtiyaçlar imece usulü karşılandı. Sanki yıllardır birlikteymişiz gibi bir birlik ruhu doğdu.

Ve ev sahiplerimiz…
Misafir adabı, Kafkasya’daki en güzel geleneklerden biri. İnsanı çok özel hissettiren bir ev sahipliği… Bir thamade’nin bizi dualarla karşılaması, içten temennilerle ağırlaması gerçekten tarifsizdi.
Sofralarda herkes önce gözüyle, sonra ruhuyla doyar. Müzik eşliğinde yenen yemekler, gösteriler, ardından neşeyle kalkılıp oynanan danslar… Her şey tam bir şölen gibiydi.

Doğaya duydukları saygı büyüleyici.
Yeşilin her tonuna rastladık. Sular öylesine berrak, öylesine canlıydı ki adeta ruhumuza dokundu. Yasalar sert, cezalar caydırıcı; bu yüzden doğaya inanılmaz sahip çıkılmış. Belki de bu yüzden insanlar bu kadar huzurlu, sakin, dingin. Koşturmaca yok. Bizim alıştığımız hayat temposuna göre çok daha yavaş ama çok daha huzurlu bir yaşam var orada.

En çok da Çerkesçe’nin gündelik hayatta duyulması beni etkiledi. Pazarda, sokakta, takside, alışverişte… Her yerde anadilimizi duymak, insanı ait hissettiriyor. O topraklarda atalarımızın diliyle konuşan insanlarla karşılaşmak inanılmaz bir heyecandı.
Müzelerde hayat biçimimiz, kültürümüz, geçmişimiz öyle güzel anlatılmış ki yabancılık çekmek bir yana, sanki geçmişteki kendini buluyorsun.

Toplumun düzeni de hayranlık uyandırıcı.
Saygı, sevgi, hiyerarşi… Herkes görevini biliyor. Herkes üzerine düşeni yapıyor. Bu düzen kimseyi rahatsız etmiyor, herkes gönüllü bir akışta yer alıyor.
Kadınlar zarafet ve sevginin sembolü olarak yüceltiliyor. Erkekler kararlılık ve güçle ön planda. Herkes rolünü benimsiyor ve özenle yerine getiriyor.

Sofra duaları… Ah, o dualar!
Masaya oturmadan önce edilen temenniler tam bir sanat eseri gibi. Dinlerken insanın içine huzur doluyor. O sofralarda sadece karınlar doymuyor, gözler ve ruhlar da besleniyor.

Ve o dil…
Çerkesçe, yalnızca bir iletişim aracı değil; başlı başına bir sanat. Duyguların dili… Günlük konuşmalar bile adeta bir tiyatro gösterisi gibi. Tonlamalar, vurgular, jestler… Her kelime bir nota gibi, her cümle bir ezgi.

Thaleu yani dua, her anın ayrılmaz bir parçası. Masaya otururken, ayrılırken, düğünlerde, doğumlarda… Hayatın her kesitinde bir temenni, bir dilek.
İnsan, bu gelenekle birlikte daha çok değerli hissediyor. Çünkü bu, sadece bir ritüel değil; gönül bağı kurmanın en sade ama en etkili yolu.
Ve son olarak…
Müzikler ve danslar…
Her dinlediğimde içim titriyor, ruhum dinginleşiyor. Her oynadığımda, o coşkuyu yeniden yaşıyorum.
Ben bu kültürle ilgili sayfalarca yazabilirim.
Paylaşacak, anlatacak, şükredecek o kadar çok şeyim var ki…Bu duyguyu benimle paylaşanlar çok iyi anlayacaktır.
Kültürümüz, dilimiz, sevgimiz, müziğimiz… Sonsuza kadar yaşasın.

Share