Yeni Yetmeyiz O Zamanlar

Yeni yetmeyiz o zamanlar, “kentli” ol-durul-maya uğraş-ıl-an köyden çıkmalarız. Kenar mahalleliyiz, şehrin zengin bölgeleri uzak bize henüz. Sinema, çarşı, sahil, kordon lafları duyuyoruz abilerden, merak ediyoruz ama daha onların peşine takılacak durumda değiliz. Mahallemizde bizim gibi, ama bizim gibi olmayanlar var. Biz onların şivesine gülüp gırgır geçiyor, taklit ediyoruz, onlar da bizimkine gülüyor. Sonra yakınlaşıyor, beraber oyunlar oynuyoruz, çamurlu inşaat çukurlarının, yeni oluşmaya başlayan sokakların arasında. Birbirimizin evine girmeye başlıyoruz. Çok farklı değil evlerimiz ama farklı. Büyüklerimizin de giyimi, duruşu, konuşması ne bileyim farklı yani, hissediyoruz. Bizimkilerden birinin evinde biz de farklıyız bir de… Daha bir rahat, daha bir iyiyiz.

Okul başlıyor, mahallenin çocukları, hep beraber gidip geliyoruz. Orada da farklıyız. Bunu bizim gibi öğretmenler de biliyor. Sonra, onlar da biliyor, farkı fark ediyorlar mutlaka. Beraber büyüyoruz; beraber değiliz.

Bizim evimizde İmam Şamil resmi var. Sonra bir kamçı var, diğerlerinde yok. Bizimkilerin bazısında daha iyi kamçı, sonra bir tencere var, “şoven” diyor bizimkiler, baste yapılıyor içinde, onlar bilmiyor. “Kheblağ” diyor bizimkiler birbirine, onlar bunu da bilmiyor. “Nıse?” bilmiyorlar, “geragho?” yok. “Nan? Ğuegmakho?” “Yahu bunlar” diyoruz, “hiçbir şey bilmiyor”. Küfürler öğreniyoruz, sonra abiler duyuyor, dayağı yiyip tövbe ettiriliyoruz.

Derneğe gidiyor büyükler. Düğün ya da Gece olursa bizi de götürüyorlar. Tanıdık yüzler, abiler, ablalar, teyzeler filan. Gülerek konuşuyor, şakalaşıyorlar. Biz de eğleniyoruz, bazen uzun konuşmalar yapılıyor, sıkılıyor, kovalamaca filan oynuyoruz. Tiyatro oynanıyor dernekte; şaşkınlık ve ilgiyle izliyoruz. İşte bazı söylediklerini anlayamıyoruz ama artık. Sonra mızıka çalınıyor, büyükler, gençler el çırpıyor, öyle bir oynuyorlar ki… Büyüleniyoruz. Hele düğün açık havada ise silahlar peş peşe patlıyor. Çılgına dönüyoruz, kulaklarımızı tutuyor, sonra yerden mermi kovanı alıyoruz, elimizi yakıyor, geri fırlatıyoruz. Gizli saklı taklit ediyoruz hareketlerini, “işte falan abi de şöyle oynadı” diye gülüyoruz. Diğerleri bilmiyor. Şaşkın izliyor, yapamıyor, bir komik oluyorlar. Öğretmene söylüyorlar, “Oynayın göreyim” diyor öğretmen; mızıka yok, nasıl oynanacak? El çırpmayı gösteriyor, öyle tempo tutturup oynuyoruz işte… Aferin alıyoruz, kıskanıyorlar. Onlar da kendince oynuyor ya, bizim gibi değil işte. Taklit ediyorlar, maskaralığa dönüşüyor bazen, yumruklaşıyor, birbirimize giriyoruz, çocuk kavgası ne olacak, aileler karışmaya gerek görmüyor, sonra barışıyoruz.

Artık derneğe daha çok gidiyoruz. Mızıka çalıyorlar, oynuyoruz, gülüyorlar, yanlışımızı gösteriyorlar, doğrusunu öğretiyor abiler, ablalar. Öyle kızlı erkekli oturup sohbet ediyorlar, mızıka çalıyor, şarkı söylüyor, bize gazoz ısmarlıyor, konuşturup, oynatıp gülüyorlar. Misafir kız varmış diyorlar, Kaşen olma kavgası yapıyorlar. Oynamaları yarışa dönüyor, ya bunlar hiç küsmüyor, döğüşmüyor, sövmüyorlar. Bir büyük gelince hepsi ayağa kalkıyor, sesleri kesiliyor, öyle asker gibi duruyorlar. Biz de öyle yapıyoruz, sonra dışarı çıkıyorlar, biz de çıkıyoruz. Büyükler tavla oynuyor, çay içiyor, artık unuttuğumuz sözlerle konuşup sohbet ediyorlar.

O küçücük mahallede, iki sokak boyunca değişik köylerden Abaza, Adige, Kuşha, Çeçen aileler vardı. Çevremizde Yörükler, Kürtler, Araplar otururdu. Herkes geçim derdindeydi bir yandan; sigara bulunmazdı, bütün giysiler el dikimiydi, peynirin karaborsaya düştüğünü bilirim… Her şeye rağmen mesela bir düğün olacak olsun, evler terzihaneye döner, ondüle maşası elden ele gezer, sonra bir düğün olurdu ki o, var ya bu devirde hayal bile edemezsin… Bir hanede sekiz nüfus, bir odada altı kardeş; işte o şartlar altında geçinir gider, yer, içer, çalışır, yorulur… Banyo kazanı yakılacak, elde çamaşır yıkanacak, onca misafir ağırlanacak, köydeki hasta tedaviye gelmiş, o da o evde günlerce yatacak, o kenar mahalle insanlarını yine de ne bir gün suratları asık görürsün, ne de moralleri bozuk…

Hey Allah’ım, bir de şu halimizi gör… Altımızda arabalar, şehrin ışıklı semtlerine dağılmışız, iyi kötü ünvanlı işler tutmuş, kendimizce çevre yapmışız yapmasına da… Cenaze mesajı SMS ile geliyor, işten çıkıp gidemiyorsun, Wunafe nedir bilen kalmadı, düğüne gidiyoruz ya tadı tuzu yok, sohbet edemiyor, birbirini iğneliyor insanlar, gençleri bıraksan kapışıverecekler sanki, hepimizde bir afra tafra, çocuklarımız servis-okul-bilgisayar üçgeninde hapis, arkadaşları yok, oyun oynamayı bile bilmiyorlar… Üstelik artık birbirimizi de beğenmiyor, tanımıyor, anlamıyoruz. Bir araya da gelemiyoruz ki anlaşalım... Şu ülkede sağ-sol kavgası ile kan dökülürken bile biliyor musunuz, bu kadar uzak değildik birbirimize.

Son bir şey diyeyim yine de… Mayası sağlamdır bu milletin, ben buna inanırım. Derneklerin sinek avladığı bir zamandı, Abhazya’da savaş patladı, nasıl toparlanıverdik biz bile şaşırmıştık, Çeçen savaşı başladığında, o artık bitti sandığım, birbirinden uzak insanların nasıl omuz omuza yürüdüğünü de gururla izledi bu gözler…

O abileri, ablaları saygıyla, hasretle anıyorum, keşke hep o mahallede kalsaydılar… Şimdi artık diğerleri gibi, bizim çocuklar da fazla bir şey bilmiyor…

Bir buçuk asır geçti biz bu topraklara konalı, kopmadık köklerimizden. Şöyle asalet, böyle nezaket iyi, güzel de… Sonrasını da düşünmek lazım biraz… Ya bir çare bulur bir araya geliriz… Ya da böyle garip, başkalaşmış, kendi kendine yabancılaşmış bir kitleye dönüşürüz… Kalpak varsa önünüze koyup düşünün derim… Yoksa gidip edinin bir tane…

 

 


nan



Ş. Şamil Koç

Share