Diaspora olanaktır da…

“kalbimi, vatanıma gömün…” *strong>

p>

O'Siyo Kızılderililerinin dilinde

p>

toprak özel mülkiyetini ifade eden bir söz yoktur.

p>

 Toprak, vatandır...

p>

Dünyada diasporası olan milletler azdır. Çeşitli ve farklı nedenlerle toplumların Anavatanları dışında bir dış nüfusları oluşabiliyor. Diaspora denilen bu nüfusun çoğu kez asimile olarak eridiğini ve giderek yok olduğunu görürüz. Kimi toplumlarda ise bu erime-yok olma süreci çok daha uzun olabilmekte; bazı toplumların diaspora nüfusu anavatan nüfusuna yön verebilmektedir bile. Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerine çalışmaya giden Türk işçilerin ve ailelerinin oluşturduğu 2-3 milyonluk bir Türk diasporası nüfusu oluşmuştur. Yahudilerin, Ermenilerin, Kürtlerin ciddi diasporaları var. Ama örneğin, Ekim devrimi sonrası Rusya'dan yurt dışına ciddi sayıda bir nüfus çıkmış, özellikle İstanbul'da Beyaz Ruslar denilen ve sosyal yaşamda görünür bir ağırlıkları olmasına rağmen, dördüncü kuşaktan sonra asimile olup Türkiye içinde eridiler. Ciddi sürgünler yaşayan Tatarların ise diasporası oluşmadı. Ama Çerkeslerin sürgünden sonra yüz elli yıl geçmesine rağmen diasporası ayakta kalmıştır. Üstelik diaspora nüfusu anavatan nüfusundan sayıca daha çoktur. Şikayetlerimiz olsa da, asimilasyon çok hızlanmış olsa da, diaspora toplumu özelliklerini taşımaktadır. Diasporası ile akıllı ilişkiler geliştirebilen toplumlar biri birini tamamlayan, bazen besleyen duruma gelebilmekte ve ulus olarak, sosyal yapılarını, inançlarını, dillerini ve kültürlerini koruyarak, geleneklerini değişen koşullara uyarlamışlar ve ulusal varlıklarını sürdürmelerinde başarılı olmuşlardır. Yahudiler buna çok iyi örnektir...

Abhaz diasporası ve Adıge diasporası dayanışması olmasaydı, Abhaz/Gürcü savaşının sonucu farklı olmaz mıydı? Çeçenlerin bir diasporası yoktur. Çeçen savaşı bağımsızlık kimliğini geride bırakan ve öne çıkan mezhep savaşı karakteri, Adıge diasporasıyla değil de, Refah Partisi ile iş birliği öne çıktı. Yahudiler ve Ermeniler bu konuda çok başarılılar. İsrail, diasporik hamlelerle kurulan ve geliştirilen bir devlettir dersek yanlış olmaz. Ermenilerin özellikle Fransa'da çok etkili lobileri olup hemen hemen her istedikleri konuda siyasi kararlar aldırabilmekteler. Bu anlamda Çerkeslerin bir başarısından söz etmek bir yana, bu konuya kafa yorduklarını bile sanmıyorum. Ne RF merkezi yönetimi ne de KBC yönetimi bunu gündemine bile almadığı gibi, kendiliğinden olabilecek olumlu gelişmelerin önünü keser durumdadırlar. Bu anlayış siyaseten, en azından, körlüktür. Nedeni ne olursa olsun, hangi gerekçeyle olursa olsun, bu konuyu gündemine bile almamak en azından hiç akılcı değildir. RF’in KBC üzerinden Türkiye’deki diaspora nüfusu ile gerek tarihten taşınan mağduriyetler gerekse günümüz koşullarında var olan doğal haklarının iadesi ve savunulması temelinde geliştireceği pozitif ilişkiler, Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında son dönemde yaşanan sorunların çözümünde yapıcı ve arabulucu rol oynayabilirdi. Her şeyden önce Anavatan yönetimleri, diaspora nüfusunu Anavatan nüfusunun uzantısı, Vatan dışında yaşayan nüfus olarak kabul etmeli. Türkiye diasporası da siyaseten böyle bir rolü üstlenebilecek siyasal ve örgütsel ilişkiler geliştirebilmeliydi. Diaspora nüfusunun örgütlülüğünün mücadele alanı olarak kültürel hakların korunması ve savunulmasının ötesinde bir perspektifi yok, oluşmadı. Derneklerde kültürünü korumakla uğraşırken, kendisi yok olmanın eşiğine geldi. Diasporik bir nüfus olarak siyasal haklar talebinde bulunma geleneği oluşmadı. Oysa azınlık hakları siyasi haklardır ve bu hakların yasaların güvencesinde olması gerek. Hakların yasalaştığı yer de parlamentodur. Çerkeslerin yasalarla güvence altına alınmış azınlık haklarını alma ufku olmadığı için; mücadeleden anladıkları dernek faaliyetleri ile sınırlı kalmıştır. Bunun olabilmesi için gerekli seçim sistemi değişikliği isteği hiç olmadı. Ciddi bir nüfus sayısına sahip olmasına rağmen, mevcut seçim sistemi ile parlamentoda temsil edilmesi imkansız. Bir partide de yığılma koşulları yok. Siyasi olarak temsili ancak var olan partilerden birinin “himmet” etmesiyle mümkün. Partiler de öyle “himmet” etmeyi ihtiyaç hissetmiyor. Nasılsa her Çerkes kendisine yakın bir partide oyunu kullanıyor. Çerkeslerin partilere dağılımı ulusal haklar talebine göre değil, ideolojik, ekonomik ya da “inanç” temelindedir. Çerkesler siyasal alanda hep -el mahkûm- oy deposu olarak görülmüş; belirleyici bir bölgesel nüfus yığılmasına sahip olmaması da bu durumun en önemli nedenidir. Üçüncü sayısal azınlık olmasına rağmen orantılı bir siyasi gücü oluşmadı. Kürt ulusal hareketinin mücadele sonucu elde ettiği sosyal ve ulusal haklardan “Bize de verin! Biz de buradayız...”ın ötesine geçmedi, geçemiyor. Sonuç olarak ne RF ve KBC'nin ne de diaspora nüfusunun özgün bir politikası yoktur. Bunun koşullarının aranması için geç bile kalındı.

Türkiye yıllardır Avrupa'daki işçilerin tasarruflarını ülkeye çekmek için uğraşırken; onlara eğitim hizmetleri, bankacılıkta avantajlar, vergi kolaylıkları din hizmetleri vs. gibi alanlar açarak diasporasından yararlanmaya çalışıyor. Yaşadıkları alanlara kadar seçim sandıkları götürüp, temsil haklarını koruyor. Avrupa Birliğine girme çabasında bu işçi nüfusunun sağladığı avantajlar var. Zira büyük bir kısmı (üçüncü dördüncü kuşak) artık Avrupa'da ciddi bir sermayeyi kontrol etmekteler. Ülke parlamentolarında ve yerel yönetimlerde Türk nüfusu adına temsiliyetleri var. Türk Avrupa diasporası, bir miktar tasarruf ettikten sonra ülkelerine dönmek için giden işçi ve işçi ailelerinden, çok ötedeler artık. Türkiye'nin özgün bir diaspora nüfusu politikası var denilebilir. İsrail'i ve Ermenistan'ı ayakta tutan diasporasıdır. Bulundukları ülkelerdeki lobi faaliyetleri çok etkili olduğu bilinmektedir.

Bizim diaspora ilişkilerimiz yerlerde sürünüyor. Bırakın iç ve uluslararası platformlarda dayanışmayı, hak ihlâlleri, keyfi uygulamalar, “yaptım oldu, işinize gelirse” halleri ile bir dayanışma olabilir mi ki... Her şeyden önce diaspora ilişkilerini taşıyacak bir zihniyet ve kültür yok ne yazık ki... Yakın zamanda ortaya çıkan tatsız duruma bir bakmak yeterli durumu anlamak için. Son yaşanan olay aslında çok önemli ve bir o kadar da tatsız ve düşündürücü. Ama yukarıda anlatılmaya çalışılan nedenlerden dolayı, sanki bir şey olmamış gibi geçiştirildi ya da geçiştiriliyor.

Aslında olay çok ciddi. DÇB'yi oluşturan örgütlerin içinde en büyük örgüt olan KAFFED Başkanı Yaşar Aslankaya Nalçik Havaalanında iki saat tutulduktan sonra, 2020 yılına kadar Rusya Federasyonu'na, yani Anavatanına giriş yasağı konduğu beyan edildi. Sürgün edilmiş bir toplumun torununa, sürgün edenlerin torunları Anavatanına girme yasağı koyuyor... Gerekçe? Açıklanmadı... Anavatana giriş yasağı hangi suça karşılık gelir çok merak ediyorum. Bir T.C. vatandaşının RF’na girişinin yasaklanması değil bu. Üstelik, söz konusu kişi, Çerkeslerin dünyadaki en büyük federasyonunun başkanı. Bir anlamda, belki de, KBC Cumhurbaşkanın temsil ettiği Adıgeden çok Adıgeyi temsil ediyor da olabilir. Bu durum geçiştirilebilir mi? Bu karara/uygulamaya gösterilen duyarsızlık, suskunluk ve tepkisizlik daha da düşündürücü. Ben mi çok abartıyorum yoksa herkes bunu çok mu normal buluyor, anlayabildiğimi sanmıyorum. Sadece bu değil ki. Önceki KAFFED başkanlarından Cihan Candemir de 2007 yılında havaalanından girişi sırasında alınarak 5 gün gözaltında tutuldu.  21 Mayıs anma etkinliklerine katılmak için kara yolu ile İstanbul'dan Nalçik'e gelen dernek yöneticileri ve yanındakiler, vizeleri olduğu halde ülkeye sokulmadı. Geriye doğru giderseniz onlarca benzer örneğini görürsünüz. Bir anlamda konu bu tür olaylar değil; konu RF ve KBC yönetiminin diaspora nüfusunu algılayış biçimi ve duruşudur...

DÇB’nin (Dünya Çerkes Birliği), adından da anlaşılacağı gibi Dünya Çerkeslerinin her türlü haklarının aranması ve korunması, kuruluş amacıdır dersek (bırakın soykırım-sürgün toplumsal mağduriyetlerinin giderilmesi için çalışmayı); kendisini oluşturan dernek ya da federasyonlardan en büyüğünün başkanının Anavatanına girmesine konulan yasağı engelleyemiyor, kaldıramıyor. Üstelik nedeni de açıklanmadı. Neden? Bir düşünelim bakalım acaba gerçekten neden?

DÇB bir sivil toplum örgütü müdür? Benim tereddüt etmeden vereceğim cevap hayır, değil olacak. STK’lar devlete bağlı, onun bir birimi gibi çalışmaz. Devletlerin müdahalesi ile yapılan seçimle gelen devletten maaşını alan yöneticiler “sivil” kabul edilmez. STK’lar, devletlerin yanlış politika ve uygulamalarına karşı uyarmak ve mücadele etmek için kurulur. Ama sırf devlete muhalif olması için de kurulmaz. Devletlerin yapamayacağı, yapmaması gereken, girmemesi gereken alanlar var. STK’lar bu alanlarda varlıklarını sürdürür. STK’lar devlet işi yapmaz. Devletler de yapısı gereği bazı alanlara giremez ve bu nedenle devletler de STK’lar kurar. Örneğin devlet bağış toplamaz. Devlet vergi toplar. Ne gerekçeyle olursa olsun devletin topladığı para vergidir. Ancak devletlerin sırf bağış toplamak için STK kurduğu da görülür. Örnek Kızılay, Yeşilay, Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı vb. Bu kanallarla zaman zaman ihale gibi işler gerekçe gösterilerek bu kurumlara bağış adı altında para (bir tür vergi) toplar. Daha geçenlerde Rize Valisi bilmem ne vakfına bağış yapana hemen silah ruhsatı veriyoruz diye açıklama yaptı. Devletin STK’ları ki bunlara STK da denmez, başkanlarını devlet atar, yöneticilerini de devlet tayin eder. DÇB bunlara da benzemez. Bağış da toplamıyor. Bütçesini doğrudan devletten alır. Yaptığı “projeler” için parayı devletten alır. Bir anlamda devletten para almak için proje yapar. Başkanları ve çalışanları bununla geçinir ya da “soyut” yararlar sağlar. Parlamentoya girmek için basamak gibi. RF'da STK'lar biraz Osmanlı Vakıflarına benzer. Göçmen kuşların geçişi sırasında onlara yem atmak için arazi tahsisi yapılan kişilerin kurduğu vakıflardan, mahalli bir köprünün bakımı karşılığı alınan arazi tahsisleri ile yaşayanların kurduğu vakıf ve benzerleri çok yaygındı Osmanlı'da. Binlerce vakıf. RF da öyle yüzlerce dernek var ama hiç birisi sivil değil ve adı bile bilinmez. Dernek kurmak için izin almaya da gerek yok. İzinsiz, kendi kendine kurulan derneklerin diğerinden farkı, resmi mührü yok, mühür kullanamazlar. Hepsi bu. KBC de STK yoktur. Muhtemelen RF’da da yoktur. Olanın da iki elin parmaklarını geçeceğini sanmıyorum. Tıpkı KBC’deki sivil sayılabilecek tek derneğin Dil Derneği olduğu gibi.( Perit Derneği de sivil idi, ama, kapatıldı...)

Tamamen gönüllük ve kendi olanaklarıyla faaliyet gösteren KAFFED bir STK’dır. KAFFED ve DÇB; bu iki yapının bir arada bir işi kotarabileceğini düşünmek saflık olur. Kumaşlarının iplikleri bile farklı. Amaçları, niyetleri en önemlisi zihniyetleri ve çalışma mantıkları farklı. Ya DÇB sivilleşecek (bunun yolları aranmalı, bulunmalı) ya da KAFFED, DÇB'den kopacak. Üçüncü seçenek de durum olduğu şekliyle böyle devam eder gider... Giderek kimse ciddiye almaz olur. Durumu bilirsek, olayları anlamak ve yorumlamak kolaylaşır; tavrımızı belirlemek için de zorlanmayız... Bunun dışındaki bakış, şaşı bakıştır...

Şimdi Yaşar Aslankaya'nın durumuna bakalım. Bunun için adım adım gerilere giderek anlayabiliriz. DÇB'nin geçen ay yaptığı olağanüstü kongre için “tamam, alıyoruz, aldık” gibi oyalamalarla iki KAFFED delegesinin vizesi alınmadı. Bu delegelere geliş/dönüş bileti aldırıldığı halde. Vizesi alınmayan delegenin kendi derneği ve yakın bölge derneklerin delegeleri de bu duruma tepki göstermişlerdir. Kongreye katılmama eğilimlerini belirtenler de oldu. Asıl sorun ise, Yaşar Aslankaya'ya da vize alınmadı. Buna da tepki olarak kongreye katılmamayı telaffuz eden delegeler de oldu. Tepkilerin dışarı sızıp yayılmasından mı bilinmez, Yaşar Aslankaya'nın alelacele, kongreye bir gün kala vizesi alındı ve Ankara'ya yollandı. DÇB'nin net kesin bilgi aktarmaması, oyalama, yanıltma, kim bilir belki de tasarlanarak karma karışık hale getirilen bu ilişkileri, geniş coğrafyaya dağınık bulunan KAFFED delegeleri arasında koordinasyon kaybolmuş, tek ve ortak bir tavır alamamışlardır. Yaşar bey de son günde alınan vize ile son anda geldi ve kongreye katıldı. Ama delegeler gelmedi... Artık, defalarca tekrarı olan ihmal, kasıtlı aksatmalar, görevine sahip çıkmamak ne derseniz deyin, DÇB'nin yıllardır şikayet edilen tavrı tüm çıplaklığı ile önüne konmalı kendisini düzeltmesi, asıl amacına ve olması gereken ilkelere dönmesinin yolu açılmalı artık. Bu, zaten böyle giderse er geç olacaktır. Pandoranın kutusu açıldı artık...

KAFFED'in DÇB yönetim kurulu üyeleri tarafından imzalı (neden adlarını yazmadılar hiç anlamadım) kamuoyuna yazılı açıklama yapıldı. Açıklamadaki tek önemli cümle, utangaç şekilde savunulsa da ''ilişkileri gözden geçirmeyi…'' ibaresi var. Bu kararı bu arkadaşlar almayı düşünmemişlerdir umarım. Olsa olsa KAFFED yönetimine önerebilirler. Acemice yapılan tehditler de işe yaramıyor. Genel olarak DÇB'yi oluşturan üye dernekler ve özel olarak da KAFFED ciddi bir tutum takınmalı sanırım. KAFFED ilk iş olarak, yaşayan tüm eski delegelerin gelebilenleri ve şu anki seçilmiş delegeleri eksiksiz toplayıp ciddi bir tavır ve karar üreten istişare toplantısı yapabilir. Delegeler ve tüm yöneticilerle gerekli ciddi adımları belirleyip, yönetim kuruluna tavsiye edebilir. Kongre yapma, tüzük değişikliği ve benzeri ciddi kararlar bile alınabilir. DÇB'nin sivilleşme umudu hala var ise, ilişkiler sınırlı bir süre için askıya alınarak; buna uygun bir ilişki biçimini tanımlamalı ve yürütmelidir. En uygun zamandır bu zaman. Olmayacaksa başka bir yapının koşulları aranmalı. Mutlaka diasporada ama... Artık çok net bir şekilde anlamış olmamız gerek; KBC yönetimi ve RF, diaspora Çerkeslerinin yaşadıkları ülkedeki sorunlarına sahip çıkmadı, çıkacak gibi de görünmüyor. Anavatanlarına dönmek isteyen ve isteyecek olanları da teşvik etmek, cesaretlendirmek, işlemleri kolaylaştırmak bir yana, bir başka ülke vatandaşına sağladığı kolaylık kadar bile sağlamadığından şikayetler hiç azalmadı. KAFFED ya da başka kurum ya da kuruluşun ne RF ne KBC yönetimi ne de DÇB ile alabileceği bir yol, bu haliyle, görünmüyor. Yol ayrımını, hayatın ve yaşanan gerçeklerin kendisi getirip dayatmış görünüyor. Bazen birlikte yapılacak işin ve başarının kendisinden; ayrı ayrı yapılacak işlerin ve başarıların toplam hacmi daha çok olabiliyor...

Anlaşılan odur ki, gelinen yol ayrımında çok uzun zamandır oyalanılıyor. Durumu ya kabul edemiyoruz ya da çözüm için öneri geliştiremiyoruz. Belki de bilmediğimiz saikler vardır; ya da çözme cesaretimiz yok. Dolaysıyla, durum kronikleşmiş; kimin ne yaptığı, kimin sorumlu olduğu ya da olmadığı birbirine karışmış ve her önemli mesele küllendirilip unutturuluyor ve bu durum yıllardır böyle gidiyor... Öyle ise bu yazının şah sorusunu sorup bitirelim: Nereye ve ne zamana kadar?

Mansur Balcı, Nalçik

·O'Siu Kızılderililerin yok edilişlerini anlatan roman ve aynı adla çekilmiş filmin adı.


nan



Mansur Balcı

Share