133. Yılın Ardından

Dünyanın 40'tan fazla ülkesinde darmadağınık yaşamakta olan Çerkes halkının en acılı günlerinin 133. yılı bugün. Tarihi vatan topraklarından zorla koparılıp sürgüne gönderilen Kuzey Kafkasyalıların torunları olarak, özgürce ve kendi vatanında yaşamak isteğinden başka hiçbir günahı olmadığı halde kendilerine bu masum istekleri çok görüldüğü içindir ki savaşmak zorunda kalan ve şehit düşen ecdadımızı yad etmek, sağ kaldığı için sevinemeden iradeleri dışında sürgüne gönderilen dedelerimizin trajik yaşamlarını anmak için bir araya toplanmış bulunuyoruz.


21 Mayıs 1864 tarihi, Kuzey Kafkasyalılar için savaşta mağlup olmaktan çok ileri bir anlamı olan kapkara bir gündür. Çar II. Aleksandr'ın 500 Çerkes ileri geleninin ricasını reddederek, Çerkeslerin dünyanın muhtelif yörelerine dağılmasına ve bugünkü manzaranın doğmasına sebep olan uğursuz kararını verdiği gündür. İşte bu nedenledir ki Kuzey Kafkasyadaki Özerk Cumhuriyet Parlamentolarının kararıyla 21 Mayıs 1864 tarihi, nerede yaşarlarsa yaşasınlar, tüm Çerkeslerin ortak yas günüdür.

19. Yüzyıl başlarında Kırım, Gürcistan ve Azerbaycan'ı topraklarına katıp, Karadeniz kıyılarını kalelerle kuşatan Çarlık Rusya'sı, Kuzey Kafkasya'yı dört bir taraftan çevirmiş durumdaydı. Genişleme devrini yaşamakta olan Rus İmparatorluğu modern silah, araç ve gereçlere sahipti. Buna karşın Kuzey Kafkasyalılar, devletleşme sürecini henüz tamamlamamış olup, kabileler halinde yaşamakta ve belli bir otorite etrafında toplanmış değillerdi. Gerçi savaş meclisleri toplayıp kumandanlarını seçmek gibi geleneksel usulleri vardır ama kumandanlık ve ordu yapılanması süreklilik arz etmediği için kahramanca bir buçuk asır direnmelerine rağmen mağlubiyetten ve sürülmekten kurtulamamışlardı.

Bugün pek çok Rus tarihçisi, yazarı, araştırmacısı, hatta siyaset adamı Çerkeslere reva görülen uygulamanın bir soykırım ve sürgün olduğunu açık olarak yazmaktadırlar. Sürgünün 133. yılı münasebetiyle Yeltsin'in vermiş olduğu mesaj da aynı mahiyettedir. Bu söylediklerimi teyit etmesi bakımından şu iki söylemi belirtmekte yarar görüyorum:

İlki, Sovyet sisteminin fikir babası Karl Marx'ın New York Times gazetesinde neşredilen bir yazısında yer alan "Ey dünya, ey insanlık! Hürriyetin anlamını Kafkas dağlılarından öğrenin. Hür yaşamak isteyenlerin nelere muktedir olduğunu görün. Uluslar onlardan ders alsınlar!"

İkincisi Jan Carol'un şu sözleridir: "Rusya'nın Kafkasya'yı fethi, çağımızın barbarlık tarihinin en feci tablosunu oluşturur. Kafkas dağlılarının direncini kırabilmek için 60 yıllık askeri terör ve kıyım gerekti..."

Kuban ötesi steplere yerleşmeyi reddettikleri için bir hafta içerisinde terk etmeyince köyleri yakılan ecdadımızın Karadeniz sahiline nasıl döküldüklerini, gemilere taşıma kapasitelerinin birkaç katı olmak üzere nasıl bindirildiklerini, Karadeniz sahiline indiklerinde neler çektiklerini, açlıktan, sefaletten ve hastalıktan nasıl kırıldıklarını ve kaç yerde Çerkes mezarlıkları oluşturduklarını, 93 harbinden (1877-1878) sonra daha önce Köstence,Varna, Burgaz limanlarına indirilerek Batı Trakya'daki kritik yörelere yerleştirilmiş olan 30 000 insanın ikinci kez nasıl göçe tabi tutulduğunu bu kısa sürede ifade edebilmek mümkün değildir. Esasen Sayın Bedri Habiçoğlu konuşması sırasında bunlara temas edeceğini sanıyorum.

Kafkas Sürgününün (zorunlu göçünün) bir tarafı Rus Çarlığı ise diğer tarafı da Osmanlı İmparatorluğudur. Rus tarafı Kafkaslıları anavatanlarından süren, Osmanlı ise kabul eden ve yer gösterendir. Bu açıdan Osmanlı İmparatorluğu yönetimine teşekkür borçluyuz. Osmanlı'nın en sıkıntılı zamanında Kafkasyalıları ülkesine kabul etmesi sadece din kardeşliğinden kaynaklanmıyor, başka nedenleri de vardır. Bilindiği üzere Osmanlı, son asırdaki ve gerilla ağırlıklı savaşlarının çoğunluğunu kaybetmiştir. Bu durum karşısında gerilla harplerindeki başarıları dillere destan olmuş Kuzey Kafkaslılardan oluşturulacak yeni gerilla birlikleri Osmanlı için yeni bir can simididir. Esasen bu konuda daha önce iki Paşa tarafından verilmiş olan raporda, Kuzey Kafkasyalılardan oluşturulacak 80 000 kişilik bir birliğin, mağlup edilemez bir ordu için çok yararlı olacağına dair bir tavsiye vardır; ve işte şimdi de zamanıdır.

Osmanlı İmparatorluğuna göçün gerçekleştiği tarihlerde göçmenler için on yıl askerlikten muafiyete ilişkin kanun hükmü bulunduğu içindir ki 93 Harbinde hem Balkanlardan ve hem de doğudan taarruz eden Osmanlı birliklerinin en ön saflarında "Gönüllü Çerkes Birlikleri" vardır. Mevcut kanun hükmü nedeni ile "gönüllü" ifadesi kullanılarak cepheye sevk edilen bu insanların neredeyse tamamına yakın kısmı kırılmıştır. Nitekim Uzunyayla'dan bu sefere giden yüzlerce gençten hiçbirisinin sağ dönmeyişini anlatan bir ağıdı biz ve bizden büyükler bilir ve melodisini mırıldanırlar.

Çerkeslerin göç ettikleri ülkeleri ikinci vatan kabul edip canla başla savaştıklarını gittikleri ülkelerin tarihinden çok açık şekilde görmek mümkündür. Keza, Trablusgarp gönüllülerini, Batı Trakya Türk Devletinin kuruluşunu, Balkan, Birinci Dünya Savaşını ve Kurtuluş Savaşını inceleyenler çok iyi bilirler. Kurtuluş Savaşında önemli bir merhale olan Amasya Mülakatında hazır bulunan beş kişiden dört kişinin, Sivas Kongresindeki otuz sekiz delegeden yedi kişinin, Sivas'tan Ankara'ya fiilen gelen Heyet-i Temsiliye üyelerinden dört kişisinin Çerkes, Devlet Şeref Mezarında yatan Atatürk'ün silah arkadaşlarından altmış bir kişiden dokuzunun Çerkes oluşu sanırım çok anlam ifade etmektedir.

1864 göçünden itibaren bu ülke toprağına dört neslimizi gömdük. Biz beşinci nesiliz. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda dedelerimiz canlarını da kanlarını da esirgemediler. O itibarla bu ülke bizim de vatanımız. Bizler burada doğup büyüdük. Ülkemize karşı her türlü sorumluluğumuzu en güzel şekliyle yerine getiriyoruz. Bu ülkenin sevinci sevincimiz, ızdırabı bizim de ızdırabımızdır. İlaveten biz Kuzey Kafkasyalıyız. Orada bizim kardeşlerimiz yaşıyorlar. Onlarla tarihin derinliklerinden gelen müşterek bağlarımız vardır. Dolayısıyla onların yaşayacakları sevinçleri ve üzüntüleri burada yaşayan yedi milyon Çerkes'in hissetmemesi mümkün değildir. Örgütsel bağlar olmasa bile doğal olarak kendiliğinden ilişkiler ve tepkiler oluşacaktır. İşte bu husus dikkate alınarak T.C. gibi büyük bir devletin dış politika esaslarını oluştururken bizleri ve Kuzey Kafkasya'daki kardeşlerimizi dikkate almak gibi bir sorumluluğu vardır. Nitekim Kaf-Der'in 1996 yılında düzenlediği "Türkiye'nin Kafkasya Politikası Nedir, Ne Olmalıdır." konulu bir paneldeki konuşmamda paneldeki konuşmacı siyasetçilerin ve gazetecilerin de kanaatleri aynı noktada birleşmiştir. Zira aklın yolu birdir.

Bilindiği üzere Abhazya ile Gürcistan arasında bir savaş yaşanmış ve tarihi topraklarını, vatanlarını savunmakta olan Abhazlar savaşta galip gelmişlerdi. 4.4.1996 tarihinde AGİT ve Rusya temsilcilerinin katılımıyla yapılan müzakerelerde taraflar eşit şartlarda görüşmeler yoluyla soruna çözüm bulmak üzere de anlaşma imzalamışlardı. Ne var ki Çeçen savaşını bahane eden Rusya Federasyonu "geçici" açıklamasıyla Abhazya'ya ambargo kararı almış ve daha sonra da Gürcistan'a isteklerini kabul ettirmenin ödülleri arasında ambargo uygulamasını Bağımsız Devletler Topluluğu'nun tamamına teşmil ettirdi. Şu anda, Çeçen savaşı da bittiği halde, en acımasız şekliyle ambargo uygulaması devam etmektedir. Seyahat hürriyeti, beslenme ve yaşama hürriyeti haberleşme hürriyeti gibi en temel haklar tamamen ellerinden alınmış olarak açlıkla terbiye edilmeye çalışılmaktadır. ( Ek: yardım Çağrısı mektubu)

BDT'nin ambargo uygulaması yetmiyormuş gibi, Abhazya'daki nüfusun beş altı katından fazla Abhaz'ın yaşamakta olduğu Türkiye de ambargoya uymaktadır. Avrasya olayı bahanesiyle geçici olarak ambargo konulmuş olsa bile o eylemin sorumluları zaten cezalandırılmıştır. Öyle ise neden ambargo devam ediyor? Gürcistan ve Rusya Federasyonu ile ikili sözleşmeler olsa bile en azından insani konularda neden inisiyatif kullanılamıyor? Oradaki kardeşlerimizin temel haklarını kısıtlayıp açlıkla terbiye edip anlaşma masasına oturtma gayretinin neresi insanidir? Eşit koşullarda görüşme yapmak üzere anlaşma yapıp bir tarafın elini kolunu, ağzını ve kulağını bağlamanın neresi barışseverliktir? Şahsen ben anlamıyorum. Ben anlayamadığım gibi toplumun büyük çoğunluğu da anlayamıyor.

Oysa bizler demokratik, çağdaş, insan haklarına saygılı, refah düzeyi yüksek, iç meselelerini halletmiş Dünya ülkeleri arasında itibarı ve saygınlığı yüksek, uzun vadeli düşünüp kararlar alan ve tereddütsüz uygulayan bir Türkiye istiyoruz. Bunun için de üzerimize düşen her görevi harfiyen yapıyoruz. Ve yapmaya da sonuna kadar devam edeceğiz.

Niteliklerini saydığım gönlümüzdeki Türkiye bir taraftan Kafkas Cumhuriyetleri'nin içinde yaşadıkları büyük devletlerle iyi ilişkilerini sürdürürken bir taraftan da hasbelkader Rusya ve Gürcistan'ın sınırları içinde kalmış olan küçük Kafkas cumhuriyetlerinin haklarını sonuna kadar korumayı bildiği gibi onlarla ekonomik ve kültürel ilişkileri en üst düzeye çıkarabilir. Bunu için yedi milyon Kafkas kökenli insanımızın burada varlığı mutlaka faydalanılması gereken önemli bir avantajdır.

Avrupalı seyyahların 19. yüzyılda Kafkasya'da uzun süre kalıp Kafkaslıları iyice tanıdıktan sonra yazdıkları seyahat anılarında atalarımızı; medeni, demokrat yapılı, kadın haklarına son derece saygılı, doğal meclis toplantılarının mükemmeliyeti ile şaşırtıcı ve güzel gelenekleriyle örnek yaşantıları olan ama aralarında birlik ve beraberlik olmayan bir toplum olarak tanımlamaktadırlar. Durum bugün de farklı değildir. Geçen seneki panelde Sn. Namık Kemal Zeybek'in söylediği kapanış cümlelerinden olan;

"Türkiye, Kafkasya'ya her türlü yardımı yapmalı, en yüksek düzeylerde ilişkiler kurmalı, ama hepsinden önemlisi Kuzey Kafkasya kökenliler olarak önce Türkiye'de bir birlik bilinci geliştirilmeli sonra onu bir bayrak olarak oraya götürüp Elbruz'un tepesine dikmelisiniz. Göreceksiniz ki gönlünüzdeki her şey arkasından gelecektir."

Doğru söze ne demeli. Kafkas Birliği derneği olarak birlik ve beraberlik amacına yönelik çalışmalar içinde olduğumuz malumunuzdur. 22.12.1996 tarihinde yaptığımız kongreye gönderdikleri delegelerle 40 dernek, birliğe doğru bir adım daha atmıştır. Dışımızda kalan 24 derneğe de kapılarımız sonuna kadar açıktır. Artık daha fazla zaman kaybetmeyelim.

Son Kafkasya seyahatimizde gördük. İtalyan, Fransız, Alman, Amerikan firmaları bir çok alanda fizibilite çalışmalarını bitirmişler ve fiili yatırımlara başlamışlar. Keza boş evler ve işletilecek araziler için Ermeniler dolarla teklifler getirdiği halde anavatan dışında yaşayan Çerkesler dikkate alınarak ret cevapları verilmektedir. Ama nereye kadar? En çok beş sene sonra Kafkasya'ya gidip yalvarsak bile bugünkü ortamları biz de bulamayacağız, Türkiye de bulamayacaktır. Üstelik ikinci Karabağ tehlikesi de bahse konu. Bu açıdan bakınca Kafkasya'ya yatırım veya yerleştirme maksadıyla gidenlere teşekkürü borç biliyorum.

İzahına çalıştığım nedenlerle göç mü yoksa sürgün mü; anavatan mı yoksa atavatan mı; dönüşe destek verelim mi yoksa vermeyelim mi gibi kavramlar üzerindeki lüzumsuz tartışmaları bir tarafa bırakıp, ekonomik değer üreten tüm iş adamlarımızı KAFİAD çatısı altında, sosyal hizmet amaçlı vakıfları tek çatı altında, kültürel amaçlı derneklerimizi de keza tek dernek çatısı altında birleşmeye ısrarla çağırıyorum. Zira birlik güçtür, kuvvettir, sorunlarımızın çözümüdür. 40 derneğin ne denli bir güç olabildiğini yaşayarak gördük. Tüm derneklerin birleşmesi halinde Türk siyasal yaşamı da dahil her alanda başarı ve sonuç mutlaktır. Üstelik şimdiki gibi kapı kapı gezip yalvarmaya gerek kalmadan.

Ekonomik, kültürel, bilimse ve sosyal amaçlı ve üç temel yapı içerisinde birleştireceğimiz gücümüzü de Kafkasya'nın ve Türkiye'nin kalkınmasına, muhtaç öğrencilerimize, bilimse araştırma ve derlemelere sosyal güvenlikten yoksun insanlarımıza, işsizlerimize, vasıfsız işgücümüzü vasıflı kılmaya, geleceğimiz olan gençlerimizin en iyi tarzda yetiştirilmesine, güzelim kültürümüzü bizzat yaşayarak yaşatmaya yöneltelim. Yöneltelim ki gelecek kuşaklar bizleri lanetle değil saygıyla ansınlar.





Muhittin Ünal

Share