Bir Yazar Bir Eser: SAHRA 1911/Ayşe ÖVÜR

Yemuz Nevzat TARAKÇI

Bu ayki yazımızda, kaderle, tarihle dalaşarak, kördüğümlere dolaşarak dağlardan ovalara, bataklıklardan
çöllere savrulan macera dolu zorlu bir mücadeleye tanıklık edeceğiz.
“Sahra 1911” romanı, adıyla kaderi aynı olan, Kafkas Dağlarında doğup Afrika Çöllerinde ölen yiğit Çerkes Seferbey’in Sahra Çölü’ndeki son seferini anlatıyor.
Eseri okurken kendinizi, ülkesi için hâlâ umudu olan bir doktorun, bir öğretmenin, bir gazeteci/subayın ve bir çocuğun kahramanlık öyküsünün içinde bulacaksınız.
Gönen’den Sahra Çölü’ne, İmparatorluğu kurtarmak üzere savaşmaya giden Çerkes lideri Seferbey’in son seferini kare kare yaşayacaksınız.
Balıkesir/ Gönen/ Karalar Çiftliği ki orası, sadece Seferbey gibi bir kahramanın köyü değil, 2. Abdülhamit’i yetiştiren, ona annelik eden Çerkes Perestu Sultan’ın ve Türk edebiyatının usta hikâyecisi Ömer Seyfettin’in de köyü.

Sayfalarda dolaşırken Nefin’e, Kafkasya’dan birlikte kaçarken bindiğiniz geminin akibetini soracaksınız. Ama Nefin, her defasında “Başka zaman konuşuruz!” diye sizi oyalayacak… Ve nihayet, bir erkek kardeşinizin olduğunu, evlilik çağına geldiğinizde öğreneceksiniz.
Türk edebiyatının güçlü, usta kalemi Ayşe Övür, “Sahra 1911” kitabını, Karadeniz’in dalgaları arasına gömülenlere saygıyla ithaf etmiş.
Göreceksiniz ki Ayşe Övür’ün sade anlatımına kıvrak diline ve kurgu ustalığına diyecek yok!

Kitabı okurken tüylerinizi ürperten olayların içine gireceksiniz. Kuzey Afrika çölündeki savaşın acımasızlığıyla birlikte, “Büyük Çerkes Sürgünü” sırasında yaşanan travmaları derinden hissedeceksiniz. Toprağından, yerinden, yurdundan, anavatanından, ana dillerinden kovulan Çerkeslerin trajik hikayeleriyle yürekleriniz dağlanacak.
Ustalık gerektiren bu kurguyla sadece ölüme giden bir savaşçının yaşamıyla karşılaşmayacaksınız. Aynı zamanda sahradaki zorlu coğrafya, toplum yapısı, günlük insan hayatı, Payitaht tarafından unutulmuş insanların kendi aralarındaki ilişkileri, Kuzey Afrika topraklarının nasıl istilaya uğradığı gibi derin mevzular ufkunuzu açacak.

Sahrayı, çöldeki ilginç mekânları, sahrada yaşanan derin acıları, heyecanı, coşkuyu nakış nakış örmüş
Ayşe Övür.
Temiz akıcı bir dille yapılan derin tasvirlerin içine girdiğinizde, ilgi çekici olayları yaşadığınızda unutulmayan sürgün yıllarına, kaybolan kardeşlere, yürekler acısı savrulmuşluğa tanık olduğunuzda “Kara kader bu olsa gerek!” diyeceksiniz.
Bu eserde, sadece savaş ve sürgünün acısını değil, aşkın gücünü, ailenin değerini, evlat sevgisini, hayat arkadaşlığını hatta yaşanmışlıklardan ve belki de kendinden kaçışın zorlu evrelerine şahit olacaksınız.

GERÇEKLERLE YÜZLEŞMEK
“Bu kitabı yazarken, insan, gerçekle yüzleşmeye ne kadar dayanabilir diye çok düşündüm.” Diyor yazar.
“Eğer, gerçeklerle yüzleşmek isteyen bu kişi, ülkesini, ana dilini, yüzlerce yılda taş taş üzerine koyularak şekil verilen kültürünü geride bırakmak zorunda kalan “bir göçmen” ise durum çok daha vahim.”
Seferbey’in mektubunu okurken mektuptaki ifadeler keyfinizi kaçıracak, nefesinizi tıkayacak…
Kızılpeçeliden izin alarak doktordan kalan bavulu açan ve sonrasında çocuğun size yaşatacağı ağır trajedi
asla gözünüzün önünden silinmeyecek!
Siz de çocukla birlikte deniz kenarındaki kayalığa tırmanacak, martıların çığlıkları arasında elinizde tuttuğunuz sayfaları onlarca küçük parçaya ayırmadan önce denize okuyacak, ardından tüm parçaları göğe doğru savuracak, her bir kâğıt parçasının Akdeniz’in tuzlu sularıyla buluştuğunu görene kadar orada donup kalacaksınız.

“YÜREKLER KİN TUTMASIN, ÖFKELER BURADA SÖNSÜN”
Ne diyordu Seferbey: Çocuktan, bu mektubu denize atmasını isteyeceğim. Ta ki deniz, mektupla birlikte içimde kalan hüznü, kayıpları, eksiklikleri yıkayıp temizlesin. Kızgınlıklar sonraki nesillere geçmesin, yürekler kin tutmasın, öfkeler burada sönsün, diye.
“Karadeniz’den Sahra Çölü’ne kadar yapılan tüm fedakârlıkların değeri ancak yeni nesillerin özgürce, başları dik yaşamalarıyla gerçekleşecektir. Tek vasiyetim, mutluluğunuzdur. Yoksa boşuna ölmüş olurum!”

“NEDEN GÖÇMENLERİN ACILARI AYNI YERDEN KANAR?”
Siz de “ “Neden göçmenlerin geçmişi aynı yerden kanar?” sorusunu, cevabın ağırlığından korktuğum için hiç kimseye soramazdım,” diyen Seferbey’in yaşadıklarını yaşayacaksınız.
Nefin, Jankat ve Maze’yle aynı kaderi paylaşmış, aynı acıları yaşamış gibi acınız aynı yerden kanayacak. Seferbey’in cesaretine kâh hayran olacak kâh “Bu adam bir çılgın!” diyerek çok kızacaksınız.

AYŞE ÖVÜR KİMDİR?
Ayşe ÖVÜR/ Arkeolog, yazar, editör…
1971 İstanbul doğumlu. Ailesi Rumeli ve Kafkasya kökenlidir.
İstanbul Üniversitesi’nde Klasik Arkeoloji eğitimi alan Övür, yüksek lisansını aynı üniversitede Eskiçağ Tarihi Bölümü’nde tamamladı. Değişik kazı ve araştırma projelerinde görev aldı. Eskiçağ tarihi ve arkeoloji konularında makaleleri yayımlandı.

AYŞE ÖVÜR’ÜN ESERLERİ
Sahra 1911, roman (2017)
Botter Apartmanı, roman (2019)
Zamanın Kapıları, roman (2022)
Ayşe Övür’ün “Botter Apartmanı” ödül listelerinde adından söz ettiren, “Vedat Türkali Edebiyat Ödülü”
ne aday gösterilen bir kitap. 12. baskısı ile okunmaya hazır halde.
Ayşe Övür’ün “Sahra 1911” dahil tüm kitapları, “Remzi Kitabevi” logosunu gururla taşıyor.

OLAYLAR SİZİ ÇOK UZAKLARA GÖTÜRECEK
“Ben doğduktan birkaç hafta sonra köyümüzü Rus askerleri basmış. Yürüyebilen erkek çocukları kaçırmışlar. Annemin eteğinin altına saklanan daha dört yaşındaki abimi de bulup götürmüşler. Adı Jankat’mış…”
“Rüyalarımda sık sık Kafkasya’ya gittiğimi, hiç göremediğim, nerede olduğunu bilemediğim, yaşıyorsa bile hiç tanışamayacağım ağabeyimi bulmak için Elbruz Dağı’na tırmandığımı, her seferinde gözümü kayalıklardan düşerken açtığımı kimse bilmez…”
“Ablama sarayda öğretilmişti gülmeden nasıl gülüneceği…”
“Annemin, babamın mezarını bilmesem de Maze’minkini bilirdim. Her sabah ezandan önce kabrinin başında ağlarken beni uzaktan takip eden iki gözün varlığını da…”
“İnsanın bir aile büyüğünü kurgulaması, özel bölümlerinin gelindiğinde zorlayabiliyor.
Örneğin, Seferbey’in, Kızılpeçeli kadınla fazla samimi olduğundan muhtemelen rahatsız olmuştum. Komik bir durumdu tabii ama oluyor işte.”

MACERA BAŞLIYOR
Kahveci, halinden şüphelenmiş olmalı ki gözlerini yüzüme dikti, “Seferbey, sen niye geldin, Gönen’e geri dönecek misin?” diye sordu. Ben de uzatmadan doğrudan söyledim. “Trablusgarp’taki Çerkesleri Hilafet sancağı altında toplamamız gerek. Görev aldım.”
Gülerek, Fransızca bilmediğimizi yolda başımıza bir iş gelirse yakalanabileceğimizi konuştuk…
Üzerine çiğ değmiş gibi parlayan yeşil gözleri herkesten farklıydı. O anda âşık oldum. Dünyaya iki kızımızı getirip oğlumuzu doğururken ölen Maze’mi kendi ellerimle mezara gömdüğüm gün atıma atlayıp hiç dönmemek üzere dağlara çıkmış ama yapamamıştım…

BATIK GEMİ
Çocuk halimle, duvarda asılı olan “fırtınanın ortasında yalpalayan gemi tablosu” nu neden bu kadar sevdiğimi anlamamışım. Yıllar sonra evli, barklı adam olduğunda ablam beni karşısına alıp Kafkasya’dan nasıl sürüldüğümüzü anlatınca fark ettim o resimde Karadeniz’in sularına gömülen annemi aradığımı…

Gönen’den ayrılırken Kafkasya’da ölen gerçek babamın, üzeri kılıç izleriyle delinmiş “yamçı” sıyla beyaz kalpağını da yanıma almayı ihmâl etmemiştim…
Kafkasya’da dağların arasına sıkışmış küçük bir Çerkes köyünde dünyaya gelmişim. Doğduğum gün evimize gelen habercinin elinde Ruslara karşı savaşırken ölen babamın kıyafetleri varmış…

İşte şimdi onları yanımda savaşa götürüyorum. Kabilelerle yapacağım görüşmelerde giyeceğim. Annem, babamın eşyalarını getiren habercinin adını vermiş bana: Seferbey. Savaşın ortasında doğan bir oğlan çocuğuna başka nasıl bir ad verilebilirdi ki?

Tüylerim diken diken oldu… Elimde kalan son oku, sadağıma geri koydum, sırtımı bir ağaca dayayıp ay ışığının altında saatlerce ağladım…

ANNEM VE TEYZEMİN CESETLERİ SUYA GÖMÜLDÜ
Ruslar, Kafkasya’yı işgal edince kaçmak zorunda kalan ailem, bundan tam 40 yıl önce Batum’dan bir İngiliz gemisi ile Karadeniz’e açılmış. Yolda annem ve teyzem ölünce cenazeleri suya gömülmüş. Eminönü Limanı’nı vardığımızda karaya ayak basabilen sadece 12 yaşındaki ablam ve benmişim.
Şimdi tam 40 yıl sonra Eminönü’nden kalkan bir başka İngiliz gemisiyle bilmediğim topraklara doğru buluşmaya gidiyorum.

Yüzbaşı Nazım Bey’in, yüksek perdeden adımı çağırması ile kendime geldim. Karadeniz’de değildim. Mısır’a giden bir gemide yol alan gizli bir milis savaşçısıydım. Kalbim, göğüs kafesinden fırlayıp çıkacakmış gibi çarpıyordu. Başımı çevirdim, Nazım Bey bir şeye şaşırmış gibiydi, hemen yanına gittim…

ACI HABER
Haber Gönen’e ulaşınca büyük yıkım oldu. 40 gün yas tutuldu. Cenazeye Saray’dan bile geldiler ama kimse Valide Sultan’a kardeşinin ölüm haberini veremedi.
Çerkes beyleri toplandı. Amcam Doğan Bey, babamın upuzun kılıcını kanından çıkardı belime geçirdi. “Bundan sonra Şahin Bey’in evinin reisi Seferbey’dir, töremiz gereği çiftlik, han, köleler, mallar onundur!”
Daha savaş alanına girmeden ölümle burun buruna gelmek, daha da ileri gidip can almak zorunda kalmak
tiksindiriciydi.
Ziyaretimize gelen Çerkes beylerinin sayısı on kişiye ulaştı. İçlerinden üçü dışında diğer herkes Çerkeska giymişti… Hepsiyle tek tek tanıştık.
Trablusgarp’a İtalyan işgalinden kurtarmak için toplanan Osmanlı ordusu Akdeniz kıyısında biraz içeride hurma ağaçların bulunduğu kumluk araziye konuşlanmıştı.

Konuşurken gözümün içine bakmıştı… Eliyle omzuma dokunup çete savaşlarındaki başarılarımdan dolayı en uygun aday olduğumu söyledi. Yakalanma olasılığı yüksek tehlikeli bir iş için… Elim belime asılı kılıcıma gitti, yavaşça yerimden doğruldum. “Emriniz baş üstünedir, efendim!” dedim.
Doktor, Kafkasyalı olduğunu söyledi. Benim de annem, babam Çerkes’tir, Mısrata’da çok vardı bizim gibiler. Bunu söyleyecektim…
Osmanlı ordusu adına burada bulunuyorum. Görevim Çerakis asıllı kabilelerin orduya katılmasını sağlamak…
İşte şimdi öfkeden kudurmuş haldeydim. Ne Kızılpeçelilerin hayatımı kurtarmasını ne öğretmenin Çerkesliğini ne de acıyan bacağımı düşünecek halde değildim. Yanıltılıp pis bir tuzağa düşürüldüğüme inanarak öğretmenin üstüne atıldım. İki avucumla boğazına var gücümle yapıştığımı hatırlıyorum…

ZOR GÖREV
Öğretmenin çizdiği, binanın içini gösteren avuç içi kadar krokiyi iyice ezberleyerek kâğıdı cebime koydum. Önümde iki yol vardı. Ya birkaç saat içinde ölecektim ya da altınlarla birlikte kaçabilecektim. Sağ kalıp işkence görmeye ise hiç niyetim yoktu. Parmağımdaki açılabilir yüzüğü İstanbul’dan bu yana boşuna değil, işkenceye dayanamayacağımı bildiğim için taşımıştım…

Bütün gece bize yardım eden kadını düşündüm, sadece yüzünü, gülüşünü değil aynı zamanda söylediklerini. Zarafetine rağmen erkek gibi davranmayı, silah kullanmayı nasıl başarıyordu? Benim Maze’m de güçlüydü, savaşçıydı, narindi. Küçük bir ev kedisi gibiydi…
Belki birkaç saat, belki de günlerce uyudum. Kapı demiri gürültüyle açıldı. İçeri hemşire kıyafetli bir kadın girdi…

“BİRİCİK AŞKIMA İHANET Mİ?”
Hayatımın biricik aşkına Maze’me ihanet ettiğimi bildiğim halde Kızılpeçeli kadını kendimden uzaklaştırmak için hiçbir şey yapamadım. İstanbul’dan yola çıkan savaşçı değil miydim artık? Her şart altında yanımda olan, beni hayvan gibi can çekişerek ölmekten kurtaran kadını sevdiğim için hain miydim?
Oysa benim için çöl, birbirinin içine geçmiş boşlukların cehennemiydi. Çölde yaşam şartları bu kadar zorken…

Kafkasya’da abisi Rus askerleri tarafından kaçırıldığı gün hiçbir şey anlamadan gülebilen o çocuğa geri döndüm. Kucağımdaki zavallı çocuğu yere bırakıp vahanın arka tarafına bir ağaca sırtımı verdim. Gözlerim sımsıkı kapalıydı, hiçbir şey görmek, hiçbir şey duymak daha da fenası hiçbir yerde olmak istemiyordum. Bacaklarım iflas edene kadar öylece kaldım…

AKDENİZE ATILAN MEKTUP
Ya Kızılpeçeli kadın, onu da sevmiş miydim? Evet, geçmişime, kendime verdiğim sözlere ihanet edip sevmiştim. Oysa ne çok mektup yazmıştım Maze’me. Kimseye anlatamadığım sırlarımı, içinde kopan fırtınaları kâğıda döküp Akdeniz’e atmıştım. Bembeyaz kağıtların özgür birer kuş gibi uçuştuğunu gördüm…

Maze’mle ölmek yerine Kızılpeçeli kadın ile hayatı devam ettirmeyi seçseydim hainlik etmiş olur muydum geçmişime, kendime, geleceğime…
KARL MARX: Özgürlükleri için savaşan Kafkas dağlılarından feyz alın!
Babam hep, “Vatan davası oldu mu öne atılan ilk Çerkes Beyi sen olmalısın!” diye tembihlerdi.
Karl Marx’ın yazılarında Çerkeslerden övgüyle söz ettiğini anlattı. Bundan neredeyse 20 yıl önce ölen Marx, Çerkeslerin Ruslara karşı mücadelelerini çok önemsermiş. Hatta yazdığı bir makalede tüm insanlığa seslenip özgürlükler için savaşan Kafkas dağlılarından feyz alınmasını istemiş…

“Seferbey, karargâhta bekleniyorsunuz!” Komutanım çok acil olduğunu söyledi. Elinizde ne iş varsa bırakıp hemen koşacakmışsınız. “Koşmak mı, doğru düzgün yürüyemiyorum bile!” dedim.

MECLİS KAPATILIYOR
Maalesef başkentte işlerin daha da karıştığını, Meclisin kapatıldığını, bahara doğru yeni seçimlerin yapılabilmesi için çalışmalar olduğunu, tahmin ettiğim gibi Meclisin kapatılabilmesi için bulunabilen tek bahanenin Trablusgarp Savaşı olduğunu tek tek açıkladı…

Ayağa kalktım, Güneş neredeyse tepeye yükselmişti. Ellerimle kulaklarımı kapadım, ensemden geçen bütün damarlar zonkluyor, başım dönüyordu. Akdeniz, Sahra, gökyüzü, çocuk hepsi dönmeye başladı… Gözlerim karardı…

SETENAY KADIN
Sarışın genç, dün gece, biz yanlarından ayrıldıktan sonra büyüklerle birlikte Setenay kadına gittiklerini, önünde diz çöküp doğru karar vermek için yardım talep ettiklerini, Setenay kadının çok öfkelendiğini, savaşmadan toprak vermenin bir Çerakis’in yakasına yapışacak en büyük günah olduğunu söylediğini anlattı.

MAĞARADA YAŞANANLAR
Bana, “Seferbey, gerçeği öğrendiniz, şimdi aramızda son bir sır kaldı, bilmek ister misiniz?” diye sordu. “Hayır!” dedim…
Yanınızda ne su ne de ekmek vardı. Hiç durmadan yol aldık. Sonunda uzakta yanan meşaleleri gördüm. Işığa doğru ilerleyince kendimizi bir mağaranın önünde bulduk… Atlarımızı bağlayıp meşalelerden birini yanımıza alarak yavaşça içeri doğru yürümeye başladık… Mağaranın ortasında Kızılpeçelilerle karşılaşınca kanımın çekildiğini hissettim.

VEDA MEKTUBU
Çocuk Kızılpeçeli kadından izin alarak doktordan kalan bavulu açtı. İçinden çıkardığı katlı sayfalarla Akdeniz’e doğru yürüdü. Denizin önünde set gibi duran kayalığa tırmandı. Martıların çığlıkları arasında elinde tuttuğu sayfaları onlarca küçük parçaya ayırmadan önce denize okudu. Ardından göğe fırlattı. Her bir kâğıdın Akdeniz’in tuzlu sularıyla buluştuğunu görene kadar bekledi…

“Çocuktan bu mektubu Akdeniz’e atmasını isteyeceğim. Deniz, mektupla birlikte içinde kalan hüznü, kayıpları, eksiklikleri yıkayıp temizleyecek. Kızgınlıklar sonraki nesillere geçmesin, yürekler kin tutmasın, öfkeler burada sönsün diye…”
“Karadeniz’den Sahra Çölüne kadar yapılan tüm fedakârlıkların değeri ancak yeni nesillerin özgürce, başları dik yaşamlarıyla gerçekleşecek. Tek vasiyetim, mutluluğunuzdur! Yoksa boşuna ölmüş olurum!” Seferbey

TEMENNİ
Umarım duyarlı toplumumuz, bu güzel eserden gereği gibi faydalanır.
“SAHRA 1911” in çok kişiye ulaşması, çok kişi tarafından okunması, toplumumuzun eserden ziyadesiyle yararlanması temennisiyle…

Share