Ömrüm boyunca milliyetçi tanımların bir önemi olmadığını düşünerek, daha çok bir insanlaşma çabası içinde olmuş birisi oldum. Kendimi bir dünya vatandaşı olarak gördüm. Son 10 yılda siyasetin Türkiye’de giderek daha fazla şiddetlenmesiyle, benim de düşünce akışlarım tıkandı. Dünyayla ilgilenen birisi olarak neyin nasıl olması gerektiğini bildiğimi düşünüyorum. Oysa yaşadığım topraklarda bunu hayata geçirmenin hiç bir yolunu bulamadığımı ya da bilemediğimi fark ettim. Bu durum bana, bu toprakları ve tarihini düşündüğüm kadar iyi tanımadığımı fark ettirdi. Son 10 yıl içinde, Laiklik-İslamcılık ve kültürel gerilimlerin artmasıyla zorunlu olarak ben de kültürel pozisyonuma yeniden bakma gereği duydum.
Çocukluk ve gençlik dönemimin önemli bir zamanını babamın doğduğu köy olan, Düzce’ye bağlı Şaguç Hable (Aydınpınar) ve annemin köken köyü Adapazarı’na bağlı Cihalh Hable‘de (Alancuma) geçirmiş biri olarak, dilimi konuşamazsam da kendimi hep canlı Çerkes kültürünün bir parçası olarak hissettim ve de böyle yaşadım. Asla kimliğimi saklamadım. Yine de koyu milliyetçiliklerin dünyaya verdiği zararı gördüğümden kendimi sadece kültürel bir kimlikle ifade etmeyi doğru bulmadım.
Bu süreçte babamla da hararetli siyasi tartışmalarımız oldu. Onun da teşvikiyle Maykop’a gittim ve Anavatan’daki durumu gözlemleme fırsatı buldum. Bu gezinin, kafamda pek çok yeni soru işareti doğurmakla beraber, hayata bakış açımı kesinlikle berraklaştırdığını söyleyebilirim. Bence fırsat bulan her Çerkes bir kez de olsa Kafkasya’yı ziyaret etmeli. Bu ziyaretler esnasında insanın içinde eksik olan bazı taşlar kesinlikle yerine oturuyor.
Başlamadan belirtmeliyim ki ben bir tarih uzmanı değilim. Hele yakın dönem Cumhuriyet tarihi, uzman tarihçiler için bile, tabularla dolu çok zor bir konu. Çünkü Cumhuriyetin kuruluş dönemi, milletleşme adına iyi anlatılamamış oldukça buhranlı bir dönem. Sanırım şu anda yaşadığımız pek çok sorunun sebebi, bu dönemin sağlıklı tartışılmamış olmasıdır
Yazım daha çok Çerkesler arasında bir tartışma olduğundan, Çerkeslere yönelik yazılmış bir yazı. Olanaklarım ve ulaşabildiğim kaynaklar dahilinde büyük oranda Çerkeslere yönelik ve duygusal bir yazı yazmaya çalıştığımı belirtmek zorundayım. Bir kimliği takdis etmek yahut mahkum etmek gibi bir niyetim asla yok.
Ethem Bey konusuna geçmeden önce; Uluslararası İlişkiler ve İletişim alanında uzmanlaşmış biri olarak kültürümüz üzerine bir kaç uzman gözlemimi paylaşmak istiyorum.
Halkımız için en büyük travma, kuşkusuz sembolik olarak 21 Mayıs 1864’te somutlaşmış Büyük Sürgün’dür.
Çerkes sürgünü insanlığın modern döneminin, kitlesel kırıma sebep olan ilk sürgünüdür. Sonuçları itibariyle soykırıma dönüşmüştür. Çerkesleri yok olma aşamasına getiren acımasızca yürütülen bir imha politikasıyla Çarlık Rusya, Kafkasya’yı çerkessizleştirmiştir.
Şunu belirtmeliyim ki bilinirliği en düşük ve anlatısı en az olan Çerkeslerin hikayesidir. Daha güncel olmasına rağmen neredeyse Kızılderili anlatısından bile düşüktür.
Çerkesler, özgür dağ köylüsü ya da doğa topluluğu tanımına daha uygun bir topluluk. Yani komünal ya da kolektif mülkiyetli toplumlar sınıfında yer alıyor. Dolayısıyla yazılı dilin olmayışı, Çerkesler için, her zaman hafıza aktarımında en büyük kültürel engel olagelmiştir. Hatta Evliya Çelebi bile Kafkasya ziyaretinde “yazıya gelmeyen bir dil” yorumunda bulunmuştur. Bu sebeple, Çerkeslerin kırıma uğramasına dair anlatı da oldukça zayıftır. Çerkesler, bu konuda sözünü kurmakta zorlanmaktadır. Çerkes halkının kendini en iyi ifade etme şekli Dansı’dır.
Kafkasya kıyıları çok uzun süre coğrafi olarak dünyanın küresel akışının çok dışında kalmış bir bölgedir. Şu an bile Maykop’a gidildiğinde coğrafi jeopolitik anlamda o bölgenin dünyadan ne kadar kopuk bir yer olduğunu fark etmek için büyük bir bilgi birikimine gerek yok. Sanırım tam da bu sebeple kadim Nart mitolojisini yaratan ve doğayla ahenk içinde yaşayan bir orman topluluğu olarak uzun süre o bölgede korunmuş ve sorunsuzca yaşamışız.
Bu anlamda yazılı dil, kültür, ticaret, ileri toplumsal organizasyonlar kurma kabiliyeti gibi konularda dünyayla entegre olamamışız. Devletimiz, düzenli bir ordumuz, hapishanelerimiz, gelişkin ekonomik ilişkilerimiz yok. Halimiz biraz daha İnkaların ve Kızılderililerin haline yakın gibi duruyor ki bazı vicdan sahibi Rus tarihçiler de bu benzetmeyi yapmıştır. Yani Ruslarla, Çerkesler arasında yaşananın, İspanyollar ile İnkalar arasında yaşananlarla gösterdiği benzerlikten bahsetmişler.
Her halk elbette tek ve çok kötü bir düşman anlatımını çok sever. Bu hayatı kolaylaştırır görünür. Çerkes halkı başka bir perspektifte Rus aile imparatorluğu ile Osmanlı aile imparatorluğunun 150 yıl kadar süren savaşları, ara sıra İngiltere’nin de dahil olduğu yayılma politikaları ve geriliminin ortasında kalmış ve mağdur olmuş bir halktır. İnsanlığın yaşadığı bu tür trajik olaylarda biraz derinlemesine bakıldığında hep birden çok sorumlu olduğu tespit edilebilir bence.
Biz; dünyada olan bitenden kopuk, küresel dünyanın işleyişinden bihaber bir halk olarak manipüle edildiğimiz durumları fark edecek, araçlardan ve bilgiden yoksunduk. Özellikle İngiltere’nin bizim trajedimizdeki dahlini kesinlikle küçümsememek gerektiğini düşünüyorum
Elbette küreselleşen dünya Kafkasya’ya hiç uğramamış da değildi. Mesela pek çok Çerkes gencinin, köleciliğin geçer akçe olduğu bu çağda dış dünya ile etkileşime geçtiğini söylemek yanlış olmaz. Osmanlı imparatorluğu ile ilişkilerimizde özellikle imparatorluğun son 200 yılında, Saray’da giderek artan bir Çerkes varlığını görüyoruz.
Bu noktada bir parantez açarak tüm diğer güçler kadar Saray çevresindeki Çerkeslerin, Çerkesya’daki soydaşlarımızı kimi zaman yanlış bilgilendirip, yönlendirerek sürgünün kitleselleşmesinde pay sahibi olduklarını söylemek zorunluluğunu da hissediyorum.
Sonuç olarak Rusya’nın Akdeniz’e inme politikaları doğrultusunda Kafkasya’yı işgale karar vermesi ve yaklaşık 101 sene civarında süren savaşlar neticesinde, Çerkes halkının, İmparatorluk ordusuna yenilmesi neticesinde, Osmanlı İmparatorluğu’na sürgün edilmiştir. Çerkesler için toplama kampları kurulmuş ve oldukça sağlıksız gemilerle Karadeniz gibi çok zor bir denizi geçmeye zorlanmışlardır.
Burada bir parantez açarak, sürgünün 157. yıldönümüne atfen, Çerkeslerin verdiği son mücadele olan ve sembolleşen Çerkesya’nın son başkenti Soçi’de kutsaal Kbaada vadisinde pürüzsüz gönüllülük ve kesin korkusuzluk anlamına gelen Tıley yeminini ederek, tüm savunma araçlarını ve fikrini terk edip, sadece saldırı silahlarıyla müthiş bir hız kazanarak son neferine kadar savaşan Çerkes atalarımızın ruhunu anmayı ve onları onurlandırmayı borç bilirim. Sürgün ve göçmenlik hali elimizden her şeyimizi almadıysa, o cesur ruhlara borçlu olduğumuzu düşünüyorum.
Dönemin ruhu gereği, imparatorluklar, din bazında örgütlenerek güçlerini korumaya çalışıyorlardı. Çarlık Rusya’sı Ortodoks unsurlarla ittifaklar kuruyor diğer toplumları ötekileştirerek düşmanlaştırıyordu. Osmanlı imparatorluğu da İslamiyet üzerinden kendini inşaa ederek, topraklarındaki Hristiyan halkların yarattığı parçalanma durumunu önlemeye çalışıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu bu sürgün sonrasında, güvenlik sebebiyle, Çerkesleri daha çok İstanbul civarı ve hudut bölgelerine yerleştirme politikası uygulamıştır.
Ne yazık ki sürgün esnasında koşulların çok ağır olması nedeniyle, neredeyse nüfusun yarısı kırılmış, balkanlara yerleştirilen Çerkesler, tekrar Ruslarla ve Balkan Hristiyanlarıyla savaşmışlardır. Osmanlı Devleti’nin Balkan savaşını kaybetmesi nedeniyle Çerkesler, daha 25 yıllarını tamamlanmadan tekrar göç ettirilmişler ve bu ikinci göç ile ağırlıklı olarak Suriye, Ürdün ve şu anda Israil’in bulunduğu bölgelere de yerleşmek zorunda bırakılmışlardır.
Bu süreç, Çerkes toplumu için şok edici ve dehşet verici bir süreçti. Tarihinin onu yok oluşun eşiğine getirdiği müthiş bir kriz dönemiydi. Yine de açıkçası bir Çerkes olarak, ben halkımın bu dönemdeki zayıf halinden ötürü utanç duymuyorum. Kimseye de bu utancı devam ettirmeyi önermiyorum. Zira zamanında terk edilmeyen acı ve duygular sadece karanlık şeylere dönüşür. Bu anlamda; bu konuda hala kendini suçlayan Çerkesleri de anlayamadığımı belirtmeliyim.Manipülatif, insanlık dışı güç oyunlarına ve üstün silah gücüne karşı yenileceğimiz çok açıktı. Her zaman şunu hatırlamalıyız, bunu yaşayan tek halk biz de değiliz. Bizim durumumuza düşmüş çok fazla onurlu halkla dolu tarih. Varsın bu insanlık suçlarını işleyenler utansın. Sonuçta hâla, insanlık suçlarından ötürü sadece Almanya’nın mahkum edilerek ciddi bir bedel ödediği ve diğer devletlerin tek bir özeleştiri vermediği bir dünyada yaşıyoruz, bunun neresi insanlık adına doğru olabilir ki?
Şimdi biraz da bu süreçte dünyanın kalan kısımlarında neler olduğuna bakalım. 1850-1900 yılları arası; Dünya bir değişimin eşiğindedir. Fransız Devriminin rüzgarı tüm dünyada hissedilmekte ve güçlü bir şekilde çöken eski yapıların arasından yeni yeni filizlenen düşünceler ve biçimler oluşmaktadır. Bu dönemde Fransız devriminin heyecan verici özgürlük dalgası bir karşı devrimle karşılaşmış ve aile imparatorluklarından daha ileri ama Fransız devriminin o ilk özgürlük rüzgarından daha geri bir biçim olan ulus devlet fikri çöken imparatorluklara alternatif olarak Avrupa’da yeşermeye başlamıştı.
Ethem Bey; 1886 yılında tam da bu çöküşlerin ve yeni kuruluşların yarattığı kaos ve dramın orta yerinde, Anadolu’da Bandırma’nın Emre Köyün’de doğmuş Şapsığ boyundan ikinci kuşak bir Çerkes’dir.
Doğduğun dönem ve coğrafya kaderindir derler. Kuşkusuz, Ethem Bey için de bu geçerlidir. Hem Çerkeslerin bilinen tarihinin en dramatik en büyük krizinin ortasıdır, hem de yeni gelinen toprakların en büyük krizlerinden birinden geçilmektedir.
Sürgün; Çerkeslerin beklentisinin çok çok üstünde bir felakete dönüşmüş ve Çerkes halkı Anadolu’ya vardığında acısı bitmemiş, o kadar zor koşullarla başa çıkmak zorunda kalmıştır ki, halkın sürgünü sağlıklı değerlendirecek ve nüfusun en az yarısına mal olan bu büyük yası tutacak vakti bile olmamıştır. Toplum tam bir şok halindedir. Kafkasya’da rahatlıkla uygulanan Habze bile paramparça olmuş, apar topar hangi sırayla ata binileceğine ve yasın ne şekilde tutulacağına kadar yeni bir Habze oluşturulmaya çalışılmıştır. Çerkesler; yeni geldikleri bu toprakları anlamaya çalışıp, apar topar tüm imkanlarıyla hayatta kalmaya odaklanmışlardır.
Çerkes toplumunun bir kesiminin Ethem Bey’in yeterince Çerkes bilinci taşımadığı iddiaları bence gerçeklikten uzaktır. Anadilini su gibi konuşan, sürgünden 15 yıl sonra doğmuş bir adam ne kadar kültüründen ve de kültürünün dramından uzaklaşmış olabilir? Ya da o dramdan duygusal olarak ayrı kalması mümkün müdür? Bütün sürgün anıları tazeyken, daha yaşlılar başlarına gelenlerden utanıp susmaya ve tarihi saklamaya başlamamışken, zayıflığımız ve mağduriyetimiz bu kadar apaçık ortadayken, Ethem Bey’in konuya vakıf olmadığını düşünebilmek için aslında bir sebep yok.
Yeniden Çerkeslerin o dönemdeki genel durumuna baktığımızda, sanırım en hakim durum, kafa karışıklığı, başına ne geldiğini anlayamama, tutulamamış yas ve bunların sonucu olarak hırçınlık. Bunları Hayriye Melek hanımın Diyane (Annemiz) dergisindeki halkına dair tespitlerinden anlayabiliyoruz. Ben bu anlamda Hayriye Melek Hanımı çok önemsiyorum. Zira bir Çerkes kadının gözüyle Çerkes halkının nasıl göründüğünü okumak dimağ açıcı.
“Bütün insanlık, özellikle bütün küçük ve zayıf milletler gibi Çerkeslik de bugün ağır ve acı bir sınav dönemi geçiriyor. Biz bunu tüm ağırlığı ve acılığı ile hissediyoruz. (…)Yüz sene Rus Çarlığı önünde eğilmeyen Çerkeslik, kendisindeki cengâverlik özelliklerinin ne kadar temiz ve yüksek bir dereceye vardığını dünyaya göstermiştir. (…) Şimdi ise Çerkes varlığı artık başka bir alanda savunma bekliyor. Fikirlerini yaymak amacıyla çıkardığı dergiye “Diyane” adını veren Çerkes kadınları, bu halkın savaşta gösterdiği cengâverlik duygu ve heyecanının diğer özelliklerine zarar verecek oranda gelişmiş olmasından korkuyorlar. Cesaretlerin en büyüğünün savaşırken gösterilen olmadığı gibi en büyük zaferlerin de savaşta kazanılanlar olmadığını düşünüyorlar.”
(Hayriye Melek Hunç)
Çerkes toplumu dünyadaki güç oyunlarını okuyamıyor ve dil anlamında bilgiyle bütünleşemiyor. Dolayısıyla nerede hata yaptığını anlayamıyor. Ruslara kızgın lakin bütün hikayede, İngiltere’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve hatta sınıfsal bir bağlamda Saray Çerkeslerinin de payı olduğunu göremiyor. Yaşam hakkını, alanını ve itibarını restore etmek için müthiş bir çaba içerisinde.
Bu dönem, halkımızın gelir gelmez bitmeyen ve sürekli devam eden savaşlara kanalize edildiği bir dönem. Çerkes toplumu, devam eden Osmanlı Rus harpleri, 1. Dünya savaşı ve Çanakkale’ye kadar giden bitmeyen savaşların içinde buluyor kendisini. Yenilginin yasını tutamadan, Anadolu‘nun diğer halklarıyla beraber bu ızdıraplı döneme katılıyor.
Buna ek olarak bir de iç kargaşa var. Osmanlı İmparatorluğu’nun da topraklarındaki Hristiyanları hareket etmeye zorladığı, Balkanlar’daki Müslümanların da Anadolu’ya doğru göçe tabii tutulduğu bir dönem. Bir oranda din merkezli bu güç mücadelelerinde sivil halkların müthiş ızdıraplar çektiği bir dönem. Bu dönem; bir oranda Anadolu‘da ahlakın da sarsıldığı, binlerce yıldır birlikte yaşayan komşuların bile birbirine düşman olduğu, dolayısıyla korkunç bir güvensizlik, kaygı ve şuursuz bir şiddetin Anadolu’yu sardığı bir süreçtir.
İşte Ethem Bey‘in içine doğduğu dönemin ruhu ve coğrafyanın koşulları özetle böyle. Her bireyi döneminin koşulları içinde sağlıklı değerlendirebiliriz.
Ethem Bey siyasetçi, yazar ya da fikir adamı değil, bir savaşçıdır. Hayatı üzerine ciddi bir belge bulmak oldukça zor. Bu sebeple ne düşündüğünü ne hissettiğini bilmek güç. Dolayısıyla Ethem Bey’i eylemleri üzerinden değerlendirdiğimi tekrar belirtmek durumdayım.
Analizler yaptığı, önünü görmeye çalıştığı ve kendince bir kanaat oluşturduğu bana göre kesin. Çünkü her savaşçının şiddet gibi çok yakıcı bir enstrümanı kullanabilmesi için, bulunduğu dönemi kavrayıp hangi güçlere dur demek istediğine, hangi güçlere de güç katması gerektiğine karar vermesi gerekir. Bu sebeple de bir şekilde hayatı okuma zorunluluğu vardır. Her zaman hayatı doğru okumuş mudur? Bunu bilemeyiz. Dediğim gibi bilebildiğimiz olaylar üzerinden değerlendirme yapacağım. Lakin şundan eminim ki baştan sona hep aynı noktalarda kalmadığı açıktır, pek çok eşikte yeniden değerlendirme yaptığını ve hayatın devingenliğine ve müthiş hızına uygun olarak değişime açık olduğunu düşünüyorum.
Yeniden Çerkes halkına dönelim. Kafkasya gibi dünyadan kopuk bir yerde özgür dağ köylüsüyken, birden bire Anadolu gibi mazisi Göbekli Tepe’ye kadar uzanan kadim bir geçiş coğrafyasına geliyorsun. Müthiş bir çarpışma ve geçiş coğrafyası. Kafkasya‘daki izolasyondan sonra bir anda etkileşimin ve değişkenliğin inanılmaz boyutta olduğu bir yerde yaşamaya başlıyorsun. Ve en önemlisi dil bilmiyorsun. Anadolu‘daki diğer halkları tanımıyorsun. Türkü, Ermenisi ,Kürdü, Rumu, uzun yıllardır bu coğrafyada. Sen ise yeni gelmişsin. Aralarındaki güç dengeleri hakkında bir fikrin yok. Kültürlerinden, birbirileriyle ilişkilenme biçimlerinden, hesaplaşmalarından ya da kızgınlıklarından çok uzaksın. Açıkçası hiç bir şey bilmiyorsun.
Tekrar tarihe dönelim, Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya savaşından yenik ayrılınca, Sevr anlaşması gereği toprakları işgal edilmeye başlanmış ve imparatorluğun subay kesimleri ağırlıklı olmak üzere, aydınlar ülkenin kurtuluşu için yeni planlar ve faaliyetler yürütmeye başlamışlardır. Mustafa Kemal Paşa‘nın Samsun‘a çıkmasıyla Amasya Genelgesi de dahil olmak üzere Çerkes aydınları ve Subayları da ülkenin kurtuluşu için harekete geçmişlerdir
Bu dönemde tarihin akışını değiştirmek açısından yenilikçi akımı hissedip görebilmiş, uyanmış çok fazla Çerkes devlet adamı vardır. Mesela bunların belki de en önemlilerinden birisi kuşkusuz Rauf Orbay’dır. Kendisi sürekli Mustafa Kemal Paşa ile irtibat halindedir. Ethem ve ailesi ile irtibata geçmiş ve ülkedeki genel durumu anlatarak, Kuvai Milliye‘ye katılmalarına vesile olmuştur.
Yine aynı süreçte şahsına münhasır başka Çerkesler de vardır. Mesela Kurtuluş savaşı için gerekebilecek mühimmatı Ege bölgesine gömmüş olan Teşkilatı Mahsusa’nın kurucularından Kuşçubaşı Eşref, Kürk Paltosunu Hazineye bağışlayan Mazhar Fuat Kansu, mecliste işlenen ilk cinayete kurban giden Deli Halit Paşa, kuruluşu başlatan en önemli metinlerden olan Amasya Genelgesine imza atan Çerkesler, Ege Bölge’sindeki İlk kurşun köyü halkı
Saltanat taraftarı güçler içinde de Çerkesler vardır. Bunlardan en önemlisi Ahmet Anzavur’dur.
Türkiye kadın hareketi açısından da çok özel bir yeri olan Hayriye Melek Hanım İstanbul’da işgale karşı kadınlar tarafından yapılan ilk mitingi Halide Edip ile birlikte düzenleyen 4 kadından biridir. Bu miting şehirde kadınlar tarafından düzenlenmiş ilk miting olduğundan, Anadolu’da ve mücadelede müthiş bir etki yaratmıştır. Kadınların özgürleşme talebi, kurtuluş savaşına müthiş bir enerji ve inanç aşılamıştır.
Bu döneme dair daha bir çok örnek verebiliriz. O sebeple örnekleri arttırmayacağım ama hiç politik doğruluk tartışmalarına girmeden özetle şunu söyleyebilirim. Çerkesler canlı ve bulundukları inandıkları alan her neyse bu alanlarda etkindirler.
Benim için kuşkusuz Hayriye Melek Hanım ve Ethem Bey’in yeri ayrı. İkisi de oldukça romantik tarihi karakterlerdir. Ethem Bey dupduru, pırıl pırıl bir devrimcidir.
Dönemde kapladığı yer özeldir. Ethem gibi kalpten ve romantik şekillerde toplumsal süreçlere katılan pek çok kahramanla doludur insanlık tarihi. Bu tür insanlar bulundukları coğrafyanın tüm enerjisiyle doludurlar, insanlığın ve dünyanın geleceğine odaklanırlar.
Tüm diğer öne çıkmış Çerkes‘lerden farklıdır Ethem Bey. Ve belki de tarihin en kendini anlatamamış ve anlaşılmamış kahramanlarındandır. Aynı Çerkes halkının kendisi gibi.
Daha önce de belirttiğim gibi, yaşadığı dönem, dünyada imparatorluklarının çöküşe geçtiği zamanlardır. Çöküşler insanlık için hep çok sancılı olmuştur. Hep savaş, şiddet ve ızdırap vardır.
Biz bu savaşlar döneminin mağdur halklarından biriyiz. Bununla birlikte tek mağdur halk biz değiliz. Anadolu’da yaşayan her kültürden halkların farklı biçimlerde ızdırap çektiği bir dönem. Müthiş bir karmaşa hakim Anadolu‘ya. Uzun süren savaşlarda ve özellikle de Çanakkale savaşlarında neredeyse Anadolu‘da yas düşmemiş tek bir ev kalmadığı bir dönem.
Belki de Ethem Bey’i özel ve dünya değeri kılan ve onu sürgünün trajedisinden çok hızlı bir şekilde çıkaran en önemli şeylerden biri de katıldığı savaşlarda, bu ızdırabın sadece halkının başına gelmediğini, insanlığın dramatik bir çağı olduğunu fark etmesi olmuştur.
Anadolu’daki diğer mağdur halklarla yakınlık kurmuştur. Kesinlikle tipik bir Anadolu devrimcisi niteliği taşımaktadır. Romantik ve gözü karadır. İnsanların aklından önce kalbine giren bir liderdir. Elbette Çerkes halkının tıley ruhundan doğmuş birisidir, lakin diğer mağdur Anadolu halklarına karşı da aidiyet ve sorumluluk hissetmiş romantik bir kahramandır. İşgale tereddütsüz direnmiştir. Kalpten yaşayan biridir. Dünya ekseninde hissedip, düşündüğü açıktır çok küçük ve geçici bir deneyim olsa da Eskişehir’de ‘Yeni Dünya’ isminde bir gazete bile çıkarmıştır.
O dönem Anadolu işgal altındayken, Ege, Marmara Çerkesleri ve özel olarak Ethem, toplumda en hızlı refleks gösterenlerden olmuştur. İzmir’deki ilk Kurşun Köyü bunun önemli sembollerindendir. Buna idealist ve yüceltici bir anlam yüklemeye gerek yoktur. Daha yeni vatansızlığın bedelini acı bir şekilde ödemenin zorunlu bilinciyle hareket etmişlerdir. Düzce ve Bolu Çerkesleri ise bulundukları bölgenin korunaklılığı gereği işgali bu aciliyetle zaten hissedememektedir.
Ethem Bey saltanata ilk ayaklananlardandır. Padişaha doğrudan attığı telgraflar bilinmektedir.
Uzun savaşlar sonrasında yılmış, yorulmuş ve de sürgünde mahvolmuş bir halktan nasıl Ethem Bey’in bu dinamizmi çıkmıştır? Çünkü kahramanları krizler doğurur.
Geçmişe dönüp baktığımızda kültürel olarak şaşırtıcı gibi görünse de imparatorluklar mantığı yüzünden vatanını kaybettiğini fark edebilmiş bir Çerkesin, imparatorlukların yıkılmasına karşı daha duyarlı olması hiç şaşırtıcı değildir.
Babasının onun asla asker olmasını istemediği, savaşlarda çocuklarını kaybetmekten bıkmış, yorgun bir Çerkes babası olduğunu, oysa Ethem Bey’in 17 yaşında evden kaçtığını, İstanbul’a gittiğini astsubay olduğunu biliyoruz.
Resmi anlatının tersine, iç gerilimin tansiyonu, dışarıda verilen mücadeleden yüksek. Değişimden yana olanlar arasında başlarda müthiş bir dayanışma havası var. Ethem Bey onlardan birisidir. Değişimden yana ve saltanata karşı olanların tamamı birbirini yol arkadaşı olarak görüyor. Ethem Bey, genç yaşına rağmen değişimden yana olanlar içerisinde giderek güçlenmiş ve temsiliyeti olan bir lider haline gelmiştir.
Ethem; işgale karsı bölük pörçük çetelerle verilen mücadelenin, faydalı olmayacağını görerek kendi liderliği etrafında Kuva-i Seyyare adı altında vatanseverleri toplamayı başarmış ve kritik bir 1,5 yıl boyunca işgali durdurmuş ve iç isyanları bastırmıştır.
Bu arada Ethem Bey hikayesini sadece bir Ethem Bey hikayesi olarak ele almak da beni rahatsız ediyor. Aslında Dipşevu ailesinin yani Ali Bey ve oğullarının hem askeri hem siyasi çabalarıdır. Kardeşlerden birinin mecliste siyaset ve diplomasi üzerine çalışması, diğer iki kardeşin de aslen sahada ve askeri olarak sorumluluk almaları.
Ethem Bey’i savunmak adına aileyi karalamaya dair de bir anlatı hakim oluyor kimi zaman. Ben açıkçası bunun da sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Ethem Bey de dahil olmak üzere hepsi çok zor tarihi süreçlerin içine düşünmeden daldılar ve akıllarının, kalplerinin yettiğince mücadele ettiler. Elbette çok fazla hata tespit edilebilir; şöyle yapsaydı, böyle yapsaydı spekülasyonları yapılabilir. Öte yandan bugünün gözüyle geçmişe baktığımızda hataları görmek daha kolaydır.
Dediğim gibi, Anadolu denilen çok renkli, çok katmanlı, karmakarışık yere geleli 50 yıl olmuş. Yeni bir halk, hiç tanımadıkları diğer halkları tüm dil bariyerlerine rağmen, anlayıp iletişim kurmaya gayret etmiş, aralarındaki güç dengelerini okumaya çalışmış, yeni kurulan Cumhuriyet’in kurucu halklarından biri olmaya çabalamışlardır. Kuşkusuz hatalar da yapmışlardır. Öte yandan koşulları ve olanakları düşünüldüğünde, onları kim suçlayabilir ki?
Şunu da unutmamalı ki, bir oranda Anadolu’nun diğer halkları da bu yeni gelen toplum ve onun temsilcilerine karşı önyargılıdırlar. Evet, Müslümanlık bağlamında ortaklaşmışız lakin İslamiyeti yaşama biçimimiz bile oldukça farklı. Muhtemelen biz de onlara Müslümanlığı yaşama biçimimiz ve de kültürel kodlarımız hasebiyle oldukça yabancı gelmiş olabiliriz. Farklı olandan korkan pek çok halk gibi onlar da henüz tanımadıkları Çerkes’lerden bir oranda korkmuş olabilirler. Sürgün sırası ve sonrasında hayatta kalmak için düştüğümüz durumlar da düşünüldüğünde, Anadolu halklarıyla çok makul bir tanışma yaşadığımız da söylenemez. Şu an göçmen Arapların yükü ve sorumluluğu da benzer kaygı ve önyargıları yaratmıyor mu?
Yani özetle; Dipşevu ailesi, her şeyi, hem siyasi hem askeri anlamda en doğru yapsaydı dahi yine de hikaye bu şekilde sonuçlanabilirdi, bir kere bunu kabullenmek zorundayız.
Ethem Bey kuşkusuz ailesinin en parlak üyesi. Öte yandan hep sahada olmak zorunda kalmış bir asker. Meclisteki gündemle ilgilenememiş, Ankara’da çok az vakit geçirmiştir. Yoğunlukla Ege’de ve Yunan güçleriyle karşı karşıyadır. Bu alanda 21.yy’ın en iyi gerilla savaşçılarından biri olduğunu dünya literatürü bile teslim etmektedir. İlgilenenler bu alandaki çalışmalara göz atabilirler.
İlk başlarda Rauf Orbay’ın ondan rica ettiği gibi işgal güçlerinin Gediz nehrinin ötesine geçmesini engellemiştir. Aslında Ethem Bey baştan sona sadece buna odaklanmıştır. Tek odağı işgali durdurmaktır.
Ama hayat onu bambaşka yerlere sürüklemek üzeredir. O esnada kendisi de bir Çerkes olan Anzavur Ahmet, İngilizler ve Saray tarafından gerekli silah ve maddi güç verilmek suretiyle, Marmara ve Batı Karadeniz Bölgelerinde halkı kışkırtarak, Kuva-i Millliye aleyhtarı büyük bir güç oluşturmuştu. Bu gücü oluştururken bölgede bulunan gerek Çerkes gerek Türk unsurların Şeyhülislam fetvasının gücüyle dini duyguları istismar edilmiştir.
Meclisin elinde Anzavur’u durduracak başka bir kuvvet olmadığından, Ethem Bey acil olarak göreve çağırılmıştır. Ethem Bey de Yunan cephesinde bir miktar kuvvetini bırakarak, Anzavur kuvvetlerini çok hızlı ve çok cüretkar bir saldırıyla mağlup etmiştir. Bu savaş, ona haklı bir ün kazandırmıştır. Akabinde de Ethem Bey İstanbul Hükümeti tarafından kışkırtılarak çıkarılan Adapazarı, Düzce ve Bolu yöresindeki isyanları bastırmak üzere de davet edilmiştir.
Ankara’yı yutmaya yönelik bu iç isyanları, Ethem Bey’in çok sert bir şekilde bastırdığı bilinmektedir. Bilhassa Düzce isyanında kendisine karşı hiç bir direniş gösterilmemesine rağmen, kente girdikten sonra ayaklanmanın lideri Sefer Berzeg ve arkadaşlarının idam edilmesi Düzce’deki Çerkes toplumunda derin bir yara açmıştır. Bu noktada kendini kanıtlamaya dair gereksiz bir ataklık içinde olduğu eleştirisi yöneltilebilir.
Ethem Bey öyle ya da böyle Anadolu’da artık Osmanlı’nın durdurulamaz bir çöküşü olduğunu ve yeni kurulacak şeyin doğasının muhakkak meclis ve cumhuriyet fikirlerine dayanacağını öngören biridir.
Ethem Bey’in o dönemdeki seçimlerini ve faaliyetlerini şimdi geriye doğru bakarak değerlendiremeyiz. Onun seçimleri yüzünden anadilimizin öldüğünü iddia etmek, hiç insani olmadığı gibi düpedüz haksızlıktır.
Ayrıca yine Düzce Çerkeslerine daha farklı davranması, ne kadar Adigelere yakışacak bir davranış olabilirdi onu da bir düşünelim. Sonuçta Ethem Bey olmasa da saltanattan ayrı bir meclis Anadolu’da kesinlikle doğacaktı. Çünkü zamanı gelmiş bir değişimin önünde kimse duramaz. Sadece süreç uzayıp zorlaşabilirdi.
Ethem Bey hatıralarında sadece verdiği mücadeleyi, Ankara ile olan yazışmalarını ve ilişkilerini anlatmıştır. Ancak kendi motivasyonunu ve duygularını ifade ettiği yazılı çok fazla beyanı yoktur.
Ethem Bey’i eylemlerine ve seçimlerine bakarak değerlendirmeye çalıştığımda hakkındaki tespitlerim 3 başlık etrafında toplanmaktadır.
Sorumluluk
Ethem Bey’in hem saltanata hem işgale direnen unsurlarla girdiği etkileşimde, oldukça iyi bir yol arkadaşı olmaya gayret gösterdiği kesindir. Bir ilişki geliştirmeye çalışmış, milli mücadelenin çıkarları doğrultusunda hareket ederek ciddi bir güven kazanmıştır. Ben, kendi halkına asla ayrıcalıklı davranmamasının bu güveni kazanmasında çok büyük rol oynadığını düşünüyorum.
Meclisin işlerlik kazanması için kritik öneme sahip bir, bir buçuk yıllık asayişi, Ethem Bey’in Ankara’ya sağladığını söylemek, sanırım abartılı bir anlatım olmayacaktır
Sonuç itibariyle; Ethem Bey için saltanat, tek bir ailenin hükümdarlığıydı. Meclis ise çokluğun olduğu renkli ve dişi bir oluşumdu.
Meclis ya da cumhuriyet girişimleri açısından bakıldığında; iletişim, tartışma, etkileşim, çoğulculuk gibi şeylerin yeşermesi için ilk ve en önemli şart güvenlik ve asayiştir.
Ethem Bey hem Yunan işgalini yavaşlatarak hem de Yozgat isyanı dahil, meclisteki kuruluş çalışmalarını sekteye uğratabilecek tehlikeleri bertaraf ederek, meclisin asayişini sağladı demek sanırım yanlış olmaz. Bu oldukça önemli bir sorumluluktur.
Bu görevlere talip olduğu sırada hem yorgun hem de ciddi hastalıklarla uğraştığı da bir gerçektir. Özellikle Yozgat Çopanoğlu İsyanı’na gidemeyecek kadar yorgundur, sürekli sahadadır ve Ege’nin güvenliğinden de endişe etmektedir. Defalarca Ege bölgesini terk etmek istemediğini telgraflarla belirtmiştir. Ankara‘ya çağrıldığında ise biraz da sitemkardır. Ankara’nın Doğu’suna çağrılmanın onu endişelendirdiğini belirtmiştir. Yine de bu endişelerini bence biraz fazla sertçe belirtip, tüm yorgunluğuna rağmen Meclis’in bekası için Yozgat’a gitmiştir. Ve aslında Yozgat onun kaderinin de kırılma noktası olmuştur. Kendini tüketircesine kabul ettiği görevde, hem tanımadığı bambaşka bir İç Anadolu coğrafyasına gitmiştir hem de orada oldukça korkunç şeyler yaşamıştır. İletişim dili ve kararları da giderek sertleşmiştir. Yozgat Çopanoğlu isyanı hala ciddiyetle incelenmesi gereken önemli bir mevzudur.
Burada bu karanlık döneme dair havayı değiştirecek bir parantez açıp; bence milli mücadelenin en önemli karakterlerinden olan Halide Edip Adıvar’la Ankara’da ilk ve tek karşılaşmalarına dair, Halide Edip Adıvar’ın bir anekdotunu paylaşmak istiyorum.
“ Ben onu ilk defa karargahta gördüm. (…) Mustafa Kemal Paşa’ya bazı raporlar götürüyordum. Ethem’i, Paşa’nın karşısında bir sandalyede buldum. Ayağa kalkıp elimi öptü. Normalden güçlü, uzun boyu vardı. Hiç eti olmayan kudretli vücudu canlı bir iskelete benziyordu. Tam Çerkes yapısıydı. Geniş omuzlar, ince bel, uzun bacak ve kollar, kocaman sarışın bir kafa, kısa bir burun ve gayet solgun gözler. Teni hiçbir hava etkisiyle değişmemişti. Kısa burun Anglikan bir mizah anlatıyordu. O odada bu kocaman Çerkes herkesi gölgede bırakıyordu (Halide.E.A, Türkün Ateşle İmtihanı).
Dediğim gibi baştan beri sezinlercesine hiç istemediği halde kendisini Yozgat’ta bulmuştur. Evet, Yozgat isyanını bastırmıştır ama Ankara yönetimi ile arasındaki güven duygusunu kaybetmiştir. Aslında kaba ve meclisten büyüklenmeci tavırlar takındığına dair anlatı bu süreçte yaptığı hatalardan doğmaktadır. Resmi anlatı, onun bu anlamda meclise verdiği emeği ve ödediği bedeli biraz küçümsemektedir kanımca.
Tam tersine Ethem Bey’in tüm süreç boyunca biat ettiği tek merci Ankara yani Meclis’tir. Saygı duyduğu, uğrunda ölümü göze alabileceği yegane kurum Meclis’tir. Bir şekilde saltanat değil de meclis fikri ona çok daha geleceğe uygun görünmektedir.
Ethem Bey bir kişiye ya da özel bir gruba biat eden ya da hizmet eden bir figür değildir. O meclise biat eden ve meclise hizmet eden birisidir. Meclis onun, o dönemde gördüğü geleceği en iyi temsil eden girişimdir. Atatürk, meclisin fasilasyonu gibi çok çok zorlu bir işi yüklenmiş ve elbette meclisi temsil etmektedir.
Bu konudaki birikimi sebebiyle, Ethem Bey’in de pek çok diğer unsur gibi ona inandığı, güvendiği ve liderliğini kabul ettiği aşikardır, bunda tuhaf karşılanacak bir durum yoktur.
Meclis konusunda en çok heyecanlanan, meclisin var olması ve varlığını sürdürmesi için ağır bedelleri ödeyenlerden biri olarak Ethem Bey’in, işin sonunda düştüğü durum elbette üzücüdür. Bu yazının amacı da bir nebze bu yaraya merhem olmaktır.
Şiddeti Kullanma Biçimi
Bu dönem bir şiddet dönemidir. Ve Ethem Bey de bu şiddetin tam ortasında, merkezindedir. Çerkesler arasında belli kesimlerde, Çerkeslere karşı uyguladığı orantısız şiddetten ötürü Ethem Bey’in Çerkeslerin temsilcisi olamayacağına dair bir düşünce hakim. Yani diğer halklar için önce büyük bir kahraman sonra bir “hain” iken, Çerkesler için ise kendi halkına zulüm eden bir zorba mıydı sorusu bugünkü Çerkes toplumundaki en büyük soru işaretlerinden biridir.
Ethem Bey’in şiddeti nasıl kullandığını analiz edelim;
İç isyanlarda kendi halkını kayırmadığı bir gerçektir. Açıkçası bence bu Ethem Bey’in Anadolu’daki diğer halklara ve temsilcilerine, biz de değişimden yanayız deme şekli. Yani “Yeni bir vatana, yeni bir dünyaya en çok benim halkımın ihtiyacı var” deme şekli. Çerkes’cilik yapmadığını diğer halklarla eş ve göz hizasında ilişkilendiğini de gösterme ihtiyacı hissetmiştir.
Bu, meclise dayanan yeni ve heyecan verici Cumhuriyetin sahibi olmak değil ama bir parçası olmak için inandığı yolda mücadele etmiştir.
Ethem Bey halkıyla karşı karşıya kalmaktan zevk alan biri değildir. Sürgün travmasında kafası karışmış halkının, yanlış bir yerde saf tutmasının önünü kesmeyi amaçladığını düşünüyorum.
Şiddet konusunda onu anlamak istiyorsak; şiddeti kullandığı yerlere baktığımız kadar biraz da kullanmadığı yerlere bakmalıyız. Tarayabildiğim kaynaklar içerisinde Ethem Bey kuvvetlerinin sivil halka karşı yüz kızartıcı herhangi bir suça karışmadıkları görülmektedir.
Ethem Bey, kadın savaşçıların bile güvenip onunla beraber saf tutabileceği ortamı kendi ekibinde yaratmış bir adamdır. Zaman zaman 5000 kişiye yaklaşan bir gücü yönetmektedir. Ve emrindeki direniş güçleri oldukça disiplinli bir nitelik taşımaktadır. Resmi anlatıdaki çeteci kalıpları düşünülürse, bu anlamda Ethem’i ayırmanın yine tarihi bir sorumluk olduğu görülmektedir.
Yine şiddet konusunda benim için kritik bir konu; her hangi bir suça karışmamış Hristiyan topluluklardaki sivillere vergi toplama dışında güç kullanmaması. Bu benim için önemli bir kıstastır. Biliyoruz ki Ruslardan çektiklerini, özellikle Bulgaristan‘da ve Doğu’da başka Hristiyanlardan orantısızca çıkaran Çerkesler de mevcuttur. Bunların en önemlisi Mehmed Reşit Bey ve Çerkes Ahmet’dir. Bu alanda özeleştirel yaklaşımların artması toplumumuz açısından bence çok kıymetlidir.
Herkesin birbirini tutması revaçtayken, çuvaldızı önce kendine ve kendi halkına batıran bir kahraman, bana daha insani geliyor. Beni temsil ettiğini daha çok hissediyorum. Ben bir Çerkes olarak, şiddeti kullanma ve kullanmama biçimlerinin arka planında, Çerkes kültürüne özgü, adaleti kendinden önde tutan anlayışı görebiliyorum.
Geri Çekilmeyi Bilme
İnsanların büyük çöküş anlarında nasıl davrandıkları da kim olduklarına dair müthiş ipuçları verir. Tarih, çöküşleri sırasında yanındaki yol arkadaşlarını hatta ülkelerini de çöküşe götüren liderle doludur.
Tüm emeklerine rağmen, müthiş bir paranoya ve karmaşadan kendisine düşen payı alıyor ve Anadolu‘yu terk etmek zorunda kalıyor Ethem Bey. Bu kuşkusuz kişisel olarak onun için büyük bir düş kırıklığıydı. Zira 18 yaşından beri savaşmış, kendi halkıyla karşı karşıya kaldığı durumlarda dahi elinden gelenin en iyisini yapmıştır. Tüm bu süreçlerde birçok kez yaralanmış ve belki şu an sadece disiplinsizlik ya da başına buyrukluk sayılabilecek meselelerden hiç hak etmediğini düşündüğü bir suçlamayla karşılaşmıştır.
Süreç içerisinde, verilen sorumluluklar sonucunda, güçlenen ismi ve buna eşlik eden, hep şiddetin içinde olmanın getirdiği sert ve doğrudan iletişim ile birleşince, Ankara’da Ethem Bey‘in bu güçten asla vazgeçemeyeceğine dair bir kanı oluşmuştur. Ordu geleneğinin getirdiği subay, ast-subay çelişkisinin de buna tuz biber ektiğini söyleyebiliriz.
Burada bir parantez açarak, özellikle Çerkes soydaşlarımın dikkatini yöneltmesi gereken önemli kültürel bir nüans göstermek istiyorum. Mesela, Çerkes danslarında bir merkez olur ve sırayla herkes sahneye çıkar. Kendiliğinden ve sakin bir şekilde sahneyi diğer dansçılara bırakırlar. Bu neredeyse tamamen doğal ve kendiliğinden olur, Akış kendini yönetir. Çerkesler bırakmak vazgeçmek ve geri çekilmek konusunda oldukça uyanık bir kültürün sahibidir. Bunu toplumumuzun kodlarında görmek mümkündür.
Ethem Bey güç sevdasından gözü dönmüş bir zorba olsaydı, ve özellikle mülk ve mevki onun için bu kadar önemli olsaydı, o döneme kadar açık iletişim talebine bir türlü karşılık alamadığı İsmet İnönü güçleriyle kesinlikle savaşabilirdi. O dönem buna gücü olduğunu da biliyoruz.
Ethem Bey, İsmet İnönü‘yle aralarındaki keskin ihtilaflara rağmen -ki daha 1 ay önce kendisiyle görüşmüş açıklık talep etmiş, eğer arzu edilirse Kuva-i Seyyare‘yi dağıtabileceğini yorgun ve hasta olduğunu belirtmiştir- asla açık bir cevap alamamıştır. Burada iletişim konusundaki kültürel çatışmaya da dikkat çekmek isterim. Batıya doğru gittikçe iletişim çok daha doğrudandır. Doğuya doğru gittikçe dolaylıdır. Söylenilenden çok söylenmeyenin, ya da sözün söylendiği çerçevenin daha önemli olduğunu biliyoruz.
Burada bir parantez açarak Çerkesler arasında yaygın anlatıda çoğu zaman Ethem Bey meselesinin tüm faturasını İsmet İnönü’ye çıkarma eğilimlerinin altını çizmek istiyorum. Ben bu yaklaşımı sağlıklı bulmadığımı belirteyim. Bence Atatürk milli mücadelenin iradesi ve gücü ise İsmet İnönü sabırlı aklı, gardiyanı, ve bence Ethem Bey de milli mücadelenin kalbi ve romantik tarafıdır. Bu 3 önderden hangisini çıkarsan milli mücadele hikayesi eksik kalır ve anlatısındaki büyüyü kaybeder. Parantezi kapatıyorum.
İşgale karşı direnirken arkadan sıkıştırılması karşısında, egolarından gözü körleşmiş biri olsaydı, bunun kızgınlığıyla spontane davranıp düzenli orduyla savaşabilirdi. Ki Anadolu tarihi bu tür hikayelerle doludur.
Uğruna bunca emek verdiği Meclis’le savaşan adam olmak istemediği aşikardır. Pek çok yüksek debili duygunun arasında yine de ordusunu dağıtmayı tercih edip, bunu da usulüne göre yapmayı becermesi çok önemli bir konudur.
Kanımca Ankara‘da Ethem Bey’in elde ettiği itibar ve güç karşısında, illa büyük arzuları olduğuna dair, biraz abartılı bir önyargı ve korku vardı.
Burada gerçekçi olmak gerekirse, son kertede Ethem Bey bir yabancı korkusuna da kurban gitmiştir.
Elbette kimileri tarafından Ethem Bey ve Mustafa Suphi’nin daha düzensiz daha halkçı hatta sosyalist damardan oldukları bu sebeple devre dışı bırakıldıkları da iddia edilmiştir. Bunlar hep tartışmaya açıktır. Ve bir yazıya sığmayacak uzun konulardır.
Öte yandan Yunan güçleri ile dostları arasında sıkıştırılmış bir adamın, nereye gittiğinin bu kadar önemli olmasının anlaşılır bir yanı olamaz. Bu komik bir ithamdır. Bunun üzerinde durmayı bile anlamlı bulmuyorum. Yine de Prof. İlber Ortaylı’nın bu konuyla ilgili yorumuna da yer vermeden geçemeyeceğim.
“….Ethem bir tarafa sığınmak zorunda kaldı. Bilinçli bir şekilde Yunan’a sığınma durumu yok. Yunanlılarla bir olup saldırma gibi bir olay da yok. Bu vatan ihaneti değil. Zaten kendisi çok büyük isyanları bastırmış ve önemli işler yapmış biri. Herkes vatan haini diyerek bu işler olmaz, bu kez gerçek vatan hainlerini es geçiyoruz”
‘Ethem Bey’in o dönemde yapmış oldugu mücadele ve kazandığı başarıların nizami ordu tarafından yapılması mümkün değildir’
İlber Ortaylı
Yine de Ethem Bey‘in çok yakın bir kaç arkadaşıyla dağlarda şansını aylarca zorladığının altını çizmek zorundayız. Lakin mevcut koşullar düşünüldüğünde bu yaşamın sürdürülebilir olmadığını fark etmiştir. Ve geçiş hakkı isteyerek önce İzmir Atina ve Berlin‘e sonra Mısır ve en son yaşamının son dönemini geçirdiği Ürdün’e ulaştığını biliyoruz. Ethem Bey yurtdışında da bulunduğu yerlerde kesinlikle hiç bir görevi kabul etmemiş, sade bir yaşantıyı seçmiş, 1938 yılında çıkarılan afla Türkiye’ye dönüşüne müsaade edildiği halde „affedilecek bir suç işlemedim“ diyerek onurlu bir duruş sergilemiş ve yurda dönmeyi reddetmiştir. Ben bu reddiyede ve inatta Çerkes toplumunun onurunu korumaya yönelik bir kıymet görüyorum.
Ethem Bey Ürdün‘de bir Çerkes köyünde, Çerkes Derneği‘nin yanına Haceşe olarak inşaa edilmiş odasında köpeği Gri ile birlikte son derece sade bir şekilde yaşayıp, ölmeyi tercih etmiştir. Bunca inşa ettiği siyasi itibarını kesinlikle bozmamıştır. Ve bir oranda herkese nasıl birisi olduğunu yaşamda aldığı pozisyonlarla göstermiştir.
Şunu kabul etmeliyiz ki, hatıralarımızı yazmak gibi, belgeleme faaliyetlerimiz de oldukça zayıftır. Sürgün travmasının atlatılamamasının da en büyük sebebi budur. Ethem’in Ürdün sürecine dair maalesef ki çok az belge mevcuttur. Fotoğraf bile yoktur. Olan tek fotoğrafını yazıya bu sebeple ekledim. Bu 30 yıl boyunca onunla görüşüldüyse de bunlar yazıya dökülmemiştir. Elde ona ait olduğu iddia edilen pek çok yazının ona ait olup olmadığı asla tam olarak bilinmemektedir.
Öte yandan Büyük Çerkes Sürgününe dair dünyaya verdiğimiz ilk ve en güçlü eylem olan Atlı Ters Göç girişiminin Ürdün’den başlaması da hoş bir tesadüftür.
Sonuçta şimdi geriye dönüp bakınca, Ethem Bey’in ölene kadar taşıdığı bir sorumlulukla elbette Çerkesleri ya da Çerkes kültürünü de temsil ettiğini ben rahatlıkla görüyorum.
Para ve maddiyat ile ilişkisi
Ethem Bey Bandırma’dan 8 arkadaşıyla, Yunan cephesine gitmiş ve Kuşçubaşı Eşref‘in muhtemel bir işgale karşı teşkilatı mahsusaya ait silah ve cephaneleri gömmüş olduğu silahları alarak, mücadeleye başlamıştır. Bu mücadeleye başladığında henüz meclis yoktur. Hatta Meclis açıldıktan sonra da Ethem’e savaşı sürdürmek için herhangi bir yardım yapılamamıştır. Yanındaki savaşçıların idamesi ve maaşlarının ödenmesi için zenginlerden zorlama yöntemiyle vergi adı altında para topladığı bir gerçektir.
Bu tip mücadelelerde para temininin çok önemli olduğu açıktır. Ethem‘in de kuvvetlerini besleyebilmek ve mevcudunu arttırabilmek için başlangıçta, zaman zaman yasadışı yollara başvurduğu bir gerçektir. Dünyadaki bütün direniş hareketlerinde benzer kurallar geçerlidir. Ege Efe geleneğinde de bu mevcuttur. Ama özellikle suçlandığı İzmir Valisi Rahmi Bey’in oğlunun kaçırılması aynı oranda siyasi de bir hamle özelliği de taşıyordu.
Ethem Bey İzmir’de bulunan zengin bir Levanten’den maddi destek almak için adamlarını gönderir. Konuyu haber alan İzmir Valisi Ethem Bey’in adamlarını yakalatıp dövdürtür. Bunun üzerine Ethem Bey, Rahmi Bey‘in oğlunu kaçırarak fidye ister. Fidyeyi, Lavantinler kendi aralarında para toplayarak öderler ve kaçırılan çocuk yani Alpaslan’a bir Çerkes kaması hediye edilir ve Kuşçubaşı Eşref’in çiftliğinde serbest bırakılarak İzmir’e gönderilir. Alpaslan‘ın kendisine hediye edilen kamayı hala sakladığını anlattığı güncel röportajlar hala mevcuttur.
Ethem Bey, Kuva-i Seyyarenin bütün gelirlerini ve harcamalarını belgeleyen ve arşivleyen bir adam. Ve bu belgeler de araştırmak isteyenler için oldukça erişilebilir durumdadır.
Kuva-i Seyyare halkı kolaylıkla örgütleyebilen, iç disiplini ve etik bölüşme adabı olan bir yapı. Ankara’dan destek almadan Ege bölgesinde direnişi örgütlüyor. Tam da bu sebeple güven veriyor ve halkın katılımını sağlıyor.
Her ne kadar Ethem’in çekilirken çok büyük paralarla kaçtığına dair ithamlar öne sürülmüşse de, gerçekler kesinlikle böyle değildir. Ethem Bey ordusunu dağıttığında ellerindeki tüm kaynağıyla savaşçılarının maaşlarını ödemiştir. Bu sürgün yolculuğuna da elinde oldukça kısıtlı bir imkanla çıkmıştır. Bu konuyu aslında Ankara da gayet iyi bilmektedir.
Ethem Bey, hiç bir zaman ellerindeki kaynağı kendi kaynağı gibi görmemiştir. Kuvvetini dağıtırken sergilemiş olduğu tavır da Cemal Kutay, Turgut Türksoy gibi pek çok araştırmacı yazar tarafından dile getirilmiştir.
Sonuç Yerine
Ethem Bey, tarihin en anlaşılmamış karakterlerinden biridir. Hani Anadolu’da bir kaç deyiş vardır. Ne İsa’ya Ne Musa’ya Yarandı, Hem camiden hem kiliseden oldu. Ethem Bey’in durumu biraz böyle. Bu yazı da bu değerli adamı, artık bulunduğu bu araf pozisyondan kurtarma çabasıdır ve umarım az da olsa başarılı olabilmiştir.
Kurtuluş savaşı büyük oranda buhranlı ve sancılı bir milletleşme sürecidir. Pek çok iç isyan ve muhalefet olmasına rağmen, bir tek Ethem Bey’e etnik kimliği de eklenerek hain damgası vurulmuştur.
Ethem Bey’in Çerkes topluluğu tarafından yadırgandığı konulardan biri kuvvetleri ve devlet dairelerinde Çerkesce konuşulmasını istememesiydi. Bu anlamda Çerkes’cilik yapan biri olmak ve böyle algılanmak istemediği de açıktır. Öte yandan onun kendi kültürüne değer vermediği şeklinde yorumlanışı ise benim açımdan asla sağlıklı bir yaklaşım değildir. Şu an; sonrasında yaşanan gelişmelerle anadilimizin can çekişmesinin yakıcılığı neticesinde böyle düşünsek de o dönemde anadil hiçbir unsurun en temel meselesi değildir. En temel konular; içerde bir sulh sağlamak, yoksulluk, temel bilimsel eğitimden ve sağlık hizmetlerinden yoksunluk gibi meselelerdi.
Yine de Ethem Bey’in tüm bu hassasiyetlerine rağmen sonunda “Hain“ Çerkes Ethem olması elbette oldukça trajiktir.
Onu gerçekten inciten ve okuduğunda ağladığı rivayet edilen konu, hainlik yakıştırmasının önüne eklenen Çerkes lakabıdır. Zira o Anadolu’dan ayrıldıktan sonra bir oranda kültürü de mahkum edilmiştir.
Ethem’ e yardım ettikleri gerekçesiyle Güney Marmara bölgesinde yaşayan Çerkeslere gözdağı vermek için 1922 yılının Aralık ayında Gönen’in Mürüvvetler (Çizemuğ hable) köyü iç sürgüne tabi tutulmuş. Topluca sürülen bu köyle ilgili etkin bir tepkinin olmadığı görülünce de Gönen, Manyas ve Bandırma’ da bulunan diğer 14 Çerkes köyünün sürgün kararnamesi 2 Mayıs 1923 tarihinde uygulamaya konulmuş ve Sivas, Tokat, Ş.Urfa, Muş, Bitlis, Malatya illerine gönderilmişlerdir. Bu sürgün sırasında pek çok sivil Çerkes hem temel yaşamsal hakları hem de kültürel anlamda yeniden bir trajedi yaşamıştır.
Peki Hain Çerkes Ethem anlatısına neden ihtiyaç duyulmuştur? O dönem, yeni cumhuriyetin ulus-devlet olarak inşasında etnik kimliklerin baskılanmasının bir gereklilik olduğu kanaati hakimdi.
Sadece 50 yıldır Anadolu’da bulunan, sürgünün şokunda, kapalı, dil anlamında diğer halklarla daha birleşmemiş ve saltanata daha fazla sadık hisseden Çerkes’lerin özellikle Anzavur liderliğinde yarattığı tehlikenin büyüklüğünün bu anlatı ya da hikayelendirme kararlarında bir payı olduğunu düşünüyorum.
Toplumlar, travmalardan yüzleşerek kurtulabilirler. Böylece yeniden yaşam enerjileri ortaya çıkar ve hayata canlı bir şekilde katkı sunan bir hale gelirler. Şu an Çerkesler adeta atının terkisinde uyuyakalmış gibidir.
Belki çoğunluk Çerkeslerin kimlikleriyle toplumsal tartışmaya katılmasının parçalanma hissini arttıracağını düşünse de ben tam tersine bir etki yaratacağını ve ortak yaşam adına bir potansiyel ortaya çıkaracağını düşünüyorum. Çerkeslerin katkısı olmadan, kuruluşu anlamak ve anlatmak ne kadar zor ise, şu an günümüzde içine girilmiş bu siyasi kör düğümden de Çerkeslerin katkısı olmadan çıkmak imkansız gibi durmakta. Çünkü dediğim gibi Kurtuluş Savaşı aynı zamanda çok buhranlı bir milletleşme çabasıdır. Her ne kadar Laiklik üzerine kurulduysa da aslında müslüman halkların Türklük çatısında milletleşme çabasıdır. Türkler, Kürtler, Lazlar Arnavutlar ve Çerkesler.
Çerkes toplumu içinde, günümüzün asıl ihtiyacının Çerkes milliyetçiliği inşa etmek olduğu tezine dönecek olursam; bence milliyetçilik treni insanlık için çoktan geçti. Pek çok bizim gibi onurlu doğa topluluğu modernitenin karmaşasında hiç istemedikleri durumlara düşmüşlerdir.
Lakin Milliyetçilik o çağın ruhuydu. Şimdi gözle görülmeyen bir virüs tüm sınırları aşarak, pek çok ulus-devleti sistemsel çöküşün eşiğine getirmiş durumda.
Pandemi, yeni çağın sorunlarının ulusal sınırlarda çözülemeyeceğini kesin ve geri dönülmez bir şekilde gösterdi. İklim krizi sebebiyle insanlık yok oluş tehdidi altında. Bu sebeple dünya yeni bir dönüşümün eşiğinde. Yeşeren yeni insanlık değerleri; kadınların karar ve yönetimlerde daha fazla öne çıkması, kültürel çeşitliliklerin onurlandırılması, bilimin şeffaflaşması ve itibarının artması, doğayı yok etmeden onunla birlikte yaşama becerilerini geliştirmek, şiddetsiz iletişim kurabilmek, farklı zeka çeşitlerinin insanlığın kurtuluşu için kullanılmasıdır.
Yani artık insanlığın geleceğini; toplumların sahip oldukları farklılıklardan oluşan zenginliği ne kadar verimli kullandıkları belirleyecektir.
Bu küresel insanlık krizinde, insanlığın da, Türkiye’nin de tüm diğer halklar kadar Çerkeslerin bilgeliğine de ihtiyacı vardır. Orman bilgeliğini barındırdığımız Nart mitolojisi, Habze‘deki bütünü gözetme saygı ve denge anlayışımızla dünyanın iyileşmesine katkı sunabileceğimize yürekten inanıyorum. Habze etimolojik olarak “evrenin dili ya da doğanın dili” demek.
Dolayısıyla şu an Çerkeslerin en temel ihtiyacı, kültürel onur ve canlılıktır. Kuşkusuz liderler de kültürel değerlerden biridir. Çerkes toplumunun çıkardığı en önemli figürlerden birini, kültürel zenginliğimizin bir parçası olarak onurlandırmak bize ancak güç verir ve canlandırır.
Ben bana vatan kazandıran liderlerden olduğu için Ethem Bey’e minnettarım ve Ethem Bey’in cenazesinin Ürdün’den kendi köyüne ailesinin yanına nakledilmesinin, içinden geçtiğimiz bu siyasi krizde kuruluş döneminin sağlıklı değerlendirilmesinin ve tartışmasının önünü açacağına, geleceği daha sağlıklı hayal etmemize katkı sağlayacağına inanmaktayım. Bu anlamda Ethem Bey’in politik mirasını taşıyan kıymetli bir Çerkes aydını olan yeğeni Sayın Güner Kuban’ın çığlığının duyulması gerektiğine inanıyorum.
Umarım bu yazı Çerkeslerin, geçmişe dair mağduriyetlerinden mahcubiyet duyan travmalarına bir merhem olarak, onların sosyal, siyasi, ticari hayata daha etkin denge sağlayıcı rollerle katılmalarının önünü açar ve bütünü iyileştirici, birleştirici ve canlandırıcı bir etkisi olur. 21 Mayıs vesilesiyle Karadeniz’de kaybettiğimiz atalarımızın huzurla uyumalarını ve huzura uyanmalarını diliyorum
Ayça Zengin
Düzce
Şaguç Hable (Aydınpınar Köyü)
Şapsığ Boyu
Küke Sülalesi