Vatan;bir halkın içinde oluşup geliştiği, dilini, kültürünü, ulusal kimlik ve karakterini oluşturduğu, kanı ve canıyla besleyip kutsallaştırdığı, varlığını borçlu olduğu, geleceğini / kaderini bağladığı bir coğrafyadır.
p>
Bu anlamda Çerkesler, vatanın yaşamsal önemini ve değerini en iyi bilen dünya halklarından biridir. Belki binyıllardan beri her Çerkes, Vatanı, Özgürlüğü ve Onuru için gözünü kırpmadan canını verecek bir psikoloji ve ruhla yetiştirilmiştir. Nitekim tarih boyunca sayısız saldırılara, işgal girişimlerine uğrayan Kuzey Kafkasya ve onun bir parçası olarak Çerkesya, bu sayede savunulabilmiş, korunabilmiş, işgalci güçler savuşturulabilmiştir. Bu Vatan sevgisi ve savunma anlayışı, dönemin en güçlü, en korkulan kolonyalist imparatorluklarından biri olan Rus Çarlığının, resmen veya kurumsal olarak 1763’te başladığı kabul edilen, aslında 1606’larda başlayan saldırı ve işgal girişimlerine karşı da aynen sürdürüldü. Rus Çarlığının Kuzey Kafkasya’yı işgal ve ilhak saldırılarına karşı “Ye tıl’ın ye tıl’en: ya onurumuzla yaşarız ya da onurumuzla ölürüz” diyen atalarımızın yazdığı sayısız kahramanlık destanlarına dönemin diğer muktedir güçleri başta olmak üzere tüm dünya tanık oldu. Sayısız soykırım tablolarının yaşandığı bu süreç, kaçınılmaz son olarak 21 Mayıs 1864’te Çerkeslerin mutlak yenilgisi ve sürgünü ile sonuçlandı. Sürgünün kapsamı ve biçimi bilindiğine, sürgün yollarında halkın büyük bir kesiminin fiziksel olarak yok olacağı, fiziksel yok oluştan kurtulabilenlerin de dil, kültür ve ulusal kimlik olarak yok olacağı öngörülebildiğine göre bu sürgünün aynı zamanda bir soykırım olduğu da açıktır.
p>
Ne var ki, sürgüne uğrayan dedelerimiz, sanki yaşadıkları bu trajediyi bizlere; altsoylarına anlatmak, aktarmak istemedi. Bizler tarihsel vatanımızın ne kadar güzel bir yer olduğunu duyup dinleyerek yetiştiysek de (en azıdan ben ve pek çoğumuz) ne soykırım ne de sürgün tabloları duyduk. Oysa en değerli varlığı olan Vatanını kaybeden bir halkın, hele de Çerkes halkının, bırakalım olağan anlatıları, onlarca belki yüzlerce soykırım ve sürgün ağıtı yakmış, yazmış, söylemiş olması gerekmez miydi!? Anayurtta yazılıp söylenen, melodisi iliklere işleyen, yürekleri titreten ünlü Yistambılak’ue sürgün ağıtının bile güftesinde soykırım, sürgün imajları çok öne çıkmıyor.
Acaba sürgün edilen dedelerimiz Vatanlarını kaybettiklerini kabul etmek mi istemediler? “Er ya da geç nasılsa tekrar ele geçireceğiz, döneceğiz” diye mi düşündüler? Yoksa, kaderlerine razı olup, “hiç değilse altsoylarımız bulundukları yerlere daha kolay intibak etsinler, daha sakin ve rahat bir yaşam sürsünler” düşüncesiyle mi bizleri geçmişin o acı, uğursuz yaşanmışlıklarından uzak tutmaya çalıştılar?..
***
Her şeye rağmen gençlik ve öğrencilik yıllarımızda 21 Mayıs 1864 tarihini, kimi yaşanmışlıkları okuyarak öğrendik ama bu sembol tarihin temsil ettiği olayları henüz tam anlamıyla tanımlayamıyor; soykırım, sürgün olarak niteleyemiyorduk.
p>
Bunun başlıca iki temel nedeni vardı.
Birincisi; belirtildiği gibi, gerçekten yaşanan olayları tam olarak bilmiyorduk. Olay doğal, sosyolojik bir “Göç” gibi de görülebiliyordu. Nitekim rahmetli İzzet Aydemir bile konuyu anlatan ve 1988’de yayınlanan kitabına “Göç” adını vermişti. Gerçekten de köleleriyle, hayvanlarıyla, beşiklerine varıncaya kadar neredeyse tüm taşınır mal varlıklarıyla kafileler halinde göç edip gelenler de olmuştu.
Hatta rahmetli Dr. Vasfi Güsar sürgün veya göç bir yana, olayı “kaçış” olarak nitelemişti. Nitekim kimi demokrat Rus aydınlarının, yazarlarının “vatanınızdan ayrılmayın, gitmeyin” içerikli çağrıları da biliniyordu. Arıca Anayurtta kalabilenler de vardı. Pek dillendirilmese de bu kaçış algısının Anayurtta kalan soydaşlarımız arasında da bulunduğuna çok sonraları ben de bizzat tanık olduğumu ifade edebilirim.
p>
Kimileri tarafından doğal göç veya kaçış olarak nitelenebilse bile bu olayın Çerkes halkı için benzersiz bir ulusal trajedi olduğunda hiç kuşku yoktu. Böyle bir kitlesel hareketin yaşam umut ve olanaklarını tümüyle yok eden dayanılmaz boyutlardaki ciddi baskılar olmadan gerçekleşmesinin mümkün olmadığı da açıktı.
p>
Yine de olayı doğru tanımlayıp nitelemeye yetecek bilgi birikimimiz yoktu. Bu yüzden Kamçı’da hem nispeten yansız bir söylem olarak hem de özel bir olgu olduğunu vurgulamak adına tırnak içinde “Büyük Göç” kavramını kullanmayı tercih etmiştik.
p>
İkinci neden ise; Anavatan kaygımızdı. “Anavatan’a Dönüş” gibi bir amacımız, hedefimiz varsa, buna zarar verebilecek eylem ve söylemlerden kaçınmalıydık. Ayrıca söylem ve eylemlerimizin, Anavatanımızın, anadilimizin, ulusal kimliğimizin adeta ezeli ve ebedi bekçileri konumunda bulunan Anavatan’daki kardeşlerimize nasıl etki edeceğini, onlara yarar veya zarar verip vermeyeceğini de hesap etmek, dikkate almak zorundaydık. Dolayısıyla “Anayurda Dönüş” hareketimizi, Anavatan’daki gelişmeleri gözeterek, onlara paralel bir biçimde yürütmeliydik.
Kanaatimce, tüm ulusal sorunlarımızın kaynağı, temel nedeni sürgün olduğuna göre çözüm de bu durumu ortadan kaldırmak yani Çerkes halkını yeniden Anayurdu ile buluşturmak olmalıdır. Yukarıda Anayurt Kaygısı olarak tanımladığım bu anlayış ve yaklaşım, tüm söylem ve eylemlerimizde gözetmemiz gereken ön önemli parametremiz olmalıdır.
p>
***
Sovyetler Birliği’nin merkezi örgütlerinden biri olan ve Yurt Dışındaki Soydaşlarla İlişkiler Kurumu olarak tanımlayabileceğimiz “Rodina” örgütü sayesinde 1978’de Anavatan’a yaptığımız ilk resmi veya kurumsal ziyaretimizde Nalçik’teki Rodina örgütü ile yazılı olmayan bir anlaşma yapmıştık. Her yıl biz Anavatan’dan üç kişilik bir heyeti davet edip ağırlayacaktık, Rodina da her yıl bizden üç kişilik bir heyeti davet edip ağırlayacaktı. Böylece ilişkilerimizi geliştirip derinleştirmeye çalışacaktık. Ne var ki, biz hiç sözümüzde duramadık; oradan öyle bir heyet davet edip ağırlayamadık. Onlarsa bizi ve bizden sonra da üçer kişilik iki heyeti daha davet edip ağırladılar.
Bu arada Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçiliği ile ilişkilerimizi iyi tutmaya çalışıyorduk. Folklor gösterisi gibi geniş katılımlı etkinlerimize onları davet ediyorduk. Onlar da bizi çeşitli etkinliklerine davet ediyorlardı. Anayurtla ilişkilerimizde olduğu gibi, Anayurttan anadilimizle kitap, kaynak temininde de yardımcı oluyorlardı.
Anavatan ile ilişkilerimizi daha kalıcı, doğru ve etkili biçimde kurmak ve Dönüş Hareketini ona göre şekillendirmek ve geliştirmek amacıyla 1979 yılında 12 kişi ve aile olarak Ankara’da Sovyetler Birliği Büyükelçiliği bünyesindeki Konsolosluk şubesinde sayfalarca denilebilecek boyuttaki başvuru formlarını doldurmak, bir o kadar fotoğraf, fotokopi, belge eklemek suretiyle Anayurda Dönüş başvurusu yapmıştık. Hatta 1980 Ekim ayından itibaren her ay ikişer aile olmak üzere bizi Anayurt’a göndereceklerini söylemişlerdi. Acaba ilk iki aile kim olacak, piyango hangimize vuracak, diyerek büyük heyecan duymuştuk.
Ne var ki, 12 Eylül askeri darbesi, o projeyi de bitirdi. Sorduğumuzda “askeri yönetim ile aramızı bozabileceği düşüncesiyle onları tamamen ortadan kaldırdık” dediler. 12 Eylül yalnızca o başvurularımızı değil, aynı zamanda Anayurt ile ilişkilerimizi hatta Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçiliği ile zaman zaman yaptığımız görüşmeleri de sona erdirdi. Büyükelçiliğin bulunduğu semtten geçmek bile riskli hale geldi.
***
1980’li yılların ortalarından itibaren Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov öncülüğünde “perestroyka / yeniden yapılanma” ve “glastnost /açıklık” politikaları konuşulmaya, gündem olmaya başladı. Buna paralel olarak da Sovyetler Birliği yavaş yavaş dağılma, çözülme sürecine girmeye, halk cepheleri oluşmaya başlamıştı. Bu çerçevede Nalçik’de rahmetli Nalo Zawur, Maykop’ta rahmetli Şhalaxhue Abu önderliğinde oluşmaya başlayan halk cepheleri – Xaseler, açıkça soykırım, sürgün olarak tanımlamasalar da Yistambılak’ue (İstanbul’a gidiş), Yistambılyiç’ıj (İstanbul’a göç) gibi adlarla 21 Mayıs’ı gündeme getirmeye başlamışlardı.
p>Bu, gelecek için bir işaret fişeği niteliğindeydi. O zamana kadar böylesi tarihsel yaşanmışlıklar, barış içinde bir arada yaşama amaç ve ilkesine zarar verebileceği, halklar arasında kin ve düşmanlık duygularını tahrik edebileceği düşüncesiyle gündeme getirilmek istenmiyor, görmezlikten gelinerek unutturulmaya çalışılması tercih ediliyordu.
p>80’li yılların sonlarından itibaren Xaseler gittikçe büyüyor, etkinlikleriyle birlikte etkenlikleri de artıyor, toplumun tamamını kucaklamaya, böylece hükümeti de bürokrasiyi de etkileyip yönlendirmeye başlıyorlardı.
Kitlesel katılımlı ilk 21 Mayıs anmaları 1990 yılında Xase önderliğinde Nalçik’te, Maykop’ta ve Türkiye’de de Kaf-Kur ve Derneklerimiz önderliğinde Bursa’da Güvem köyünde yapıldı. Yanlış anımsamıyorsam Bursa’daki bu ilk etkinliğe ben de katılmıştım ama maalesef halkın bilincinde 21 Mayıs’ın temsil ettiği bir ulusal trajedi algısı olmadığı için olayı bir piknik havasından çıkarmakta, piknik niyetiyle hazırlanıp gelen katılımcıları ulusal yas havasına sokmakta zorlanmıştık.
p>***
21 Mayıs 1864, tarihimizin ve ulusal Çerkes varlığının en büyük kırılma noktasıdır. Fiilen 1606, resmi ve kurumsal kabule göre 1763 yılından beri devam eden Çarlık saldırıları, onlara karşı yürütülen cansiperane direniş ve savunma savaşlarımız fiilen bu tarihte son buldu.
Bu savaşların adlandırılması da sorunludur.
Ruslar bu savaşlar için “Kafkas Savaşları / kavkazskaya vayna / кавказская война” diyorlar. Şayet “Kafkas halklarının kendi aralarındaki savaşları“ gibi bir anlamı ima bile ediyorsa elbette bu söylem yanlıştır ve değiştirilmesi sağlanmalıdır. Ama “Rus Çarlığının Kafkasları İşgal ve İlhak Savaşları” anlamına geliyorsa doğru ve yerinde bir isimlendirmedir, bu anlama geldiği açıklamasıyla kullanılabilir.
Kafkas-Rus Savaşları denilmesi tamamen yanlış olduğu gibi Rus-Kafkas savaşları denilmesi de doğru değildir. Çünkü Rus Çarlığı Devletinin orduları ile Kafkas Devletinin orduları karşı karşıya gelip savaşmış değillerdir. Bir tarafta Rus Çarlığı Devleti olmakla birlikte karşı tarafta öyle bir Devlet de orduları da yoktur. Olay, Rus Çarlığının resmi, düzenli, donanımlı ordularıyla Kuzey Kafkasya, Çerkesya topraklarına saldırması, halkın direnişiyle karşılaşınca bu direnişi sayısız soykırım örneği içeren acımasız savaşlarla kırıp yok ederek, kalanları da sürerek topraklarını işgal ve ilhak etmesidir. Belki “Rus Çarlığının Kuzey Kafkasya’yı İşgal ve İlhak Savaşları” anlamındaki bir adlandırma daha doğru ve isabetli olabilir. Bu savaşlarda Kuzey Kafkasya halklarının, özellikle de Çerkes halkının yaptığı şey, kutsal Vatan topraklarını savunmaktan, özgürlüğünü ve onurunu korumak için direnmekten ibarettir.
Rus Çarlığının 258/101 yıl süren Kuzey Kafkasya’yı işgal ve ilhak savaşları teknik ve hukuki anlamda “soykırım” olarak tanımlanabilecek sayısız trajediyle doludur.
Bir köyün, sırf Çerkes olması nedeniyle gece karanlığında ordularla kuşatılıp çevrelenerek bütün evlerinin yangın timleri marifetiyle ateşe verilmesi, yanan evlerden çıkmaya kalkan olursa konuşlandırılmış keskin nişancılar tarafından vurulup indirilmesi; aynı şekilde masum çocukların, kadınların, yaşlıların, suçsuz günahsız insanların sırf Çerkes oldukları ve o köyde yaşadıkları için gecenin bir yarısında uykuda iken eve dalan askerlerin süngüleriyle karınları deşilerek katledilmeleri teknik ve hukuki anlamıyla tam birer “Soykırım” örneğidir.
Sürgün sırasında ve sonrasında Çerkes olmak dışında suçu, günahı olmayan insanların gerek fiziksel olarak öleceği, gerekse ulusal kültürel yok oluşunun kaçınılmaz olduğu öngörülebildiğine göre sürgünün de aynı zamanda bir soykırım olduğunda kuşku yoktur.
p>
Ne var ki, tarihsel ve sosyolojik gerçekleri, politik ve stratejik amaç ve hedeflere göre değerlendirmek gerekir. “Anayurt Kaygımız” var ise, ulusal-kültürel yok oluştan kurtulmak için önerebildiğimiz tek çözüm “Anayurda Dönüş” ise, başka deyişleulusal-kültürel var oluş için Anayurt’a Dönüş kaçınılmaz bir gereklilik ise her söylem, atılacak her adım buna vereceği yarar ve zarar açısından değerlendirilmelidir.
p>
Sürgünve tehcir kavramları bir ölçüde tolere edilebilirse de soykırım kolay kolay kabul edilemeyecek büyük bir insanlık suçudur. Hiçbir ülke en büyük insanlık suçu olan soykırım suçunun muhatabı, mirasçısı bile olmak istemez. Böyle bir suçlama karşısında her devlet, her halk savunmaya geçer ve suçlamayı kabul etmek istemez. Kendisine böyle suçlamalar getiren insanlara da iyi gözle bakmayacağı, sempati duymayacağı gibi, hoşgörülü davranmak da istemez. Dolayısıyla dönmeyi öngördüğünüz bir ülkeyi, beraber yaşamayı düşündüğünüz bir halkı doğrudan soykırımla suçlamanın, akıllıca bir davranış olmayacağı açıktır. Bizim vizesini alarak gideceğimiz, oturma iznini ve vatandaşlığını alarak yaşayacağımız devlete karşı soykırım suçlamalarını yüksek sesle dillendirerek gözüne sokmaya çalışmamız iyi bir strateji ve taktik olmayacaktır. Tam tersine; bindiğimiz dalı kesmek olacaktır.
p>
Bizim yapmamız gereken şey, tarihsel ve sosyolojik gerçekleri, soykırım olarak nitelenebilecek yaşanmışlıkları somut olaylar, olgular olarak ortaya çıkarmak, hatta mümkünse bunları bizzat Rus veya başka halklardan ve ülkelerden bilim insanlarına, insan hakları savunucularına, kanaat önderlerine, sivil toplum aktivistlerine söyletmek, bu süreçte yaşanan somut olay ve olguları onların değerlendirmelerini sağlamak, her fırsat ve olanağı değerlendirerek bunu teşvik etmek, özendirmek ve örgütlemek olmalıdır. Bu, Anavatan kaygısı olan diasporik bir halk için en doğru ve yararlı yol ve yöntem olacaktır.
p>
Elbette “Anayurt Kaygımız”, “Anayurda Dönüş” düşüncemiz olmasaydı biz de “Soykırım” suçlamasını pervasızca en yüksek perdelerden dillendirmekte bir sakınca görmeyebilirdik. Ama Anayurt Kaygımız olduğuna göre, Anayurt Kaygısı taşımayan anti-Rus odakların popülist ve konjonktürel söylemlerinin şehvetine kapılmamalı, provokasyonlara karşı dikkatli ve duyarlı olmalıyız.
p>***
21 Mayıs anmaları daima halkımızın doğru bilgilenmesine, ulusal bilinç kazanmasına ve bilinç düzeyinin yükselmesine hizmet edecek şekilde yapılmalıdır.
21 Mayıs anmaları Rusya veya Türkiye düşmanlığı içermemelidir. Her iki devleti de kendi devletimiz olarak görmeli, onların bizim için yapmalarını istediğimiz şeyleri yapmaları doğrultusunda etkilemeye, yönlendirmeye, özendirmeye özen göstermeli, ona uygun bir söylem ve üslup geliştirmeliyiz.
Elbette gerektiğinde yanlış bulduğumuz kimi tutum ve davranışlarını eleştirebiliriz. Ancak bu eleştirilerin, yıkıcı eleştiriler olmayıp yapıcı eleştiriler olduğu anlaşılacak ve savunulabilecek biçimde ve düzeyde olmasına dikkat etmeliyiz. Fiilen veya potansiyel olarak mensubu olduğunuz ülkenin saygın ve itibarlı bir çağdaş devlet olmasına katkı amacıyla onun kimi tutum ve davranışlarını eleştirmekte bir sakınca olmamalıdır. Doğru önerilerde bulunmanın eleştiriyi pekiştirip daha etkili hale getireceği de unutulmamalıdır. Eleştiri ve öneriler, yalnızca bize yararı açısından değil, aynı zamanda eleştirdiğimiz ülkenin de yararı açısından değerlendirilerek yapılmalıdır.
21 Mayıs anmaları başta olmak üzere tüm etkinliklerimizde, söylem ve eylemlerimizde asla düşmanca bir yaklaşım sergilenmemeli, daima temel hak ve özgürlükler, uluslararası hukuk metinleri rehber edinilmeli, demokrasi, diplomasi, evrensel hukuk ilkeleri çerçevesinde reel-politik durum ve olası gelişmeler dikkate alınmalıdır. Düşmanlık ve intikam değil, hak ve adalet istenmelidir. Barış içinde bir arada yaşama koşullarının, bu anlamda Çerkes diasporasının Anayurda dönüşünün kolaylaştırılması, her iki tarafa getirebileceği yararlar öne çıkarılmak suretiyle çifte vatandaşlık hakkı verilerek işbirliği olanaklarının geliştirilmesi ve arttırılması talep edilmelidir.
p>
Bu çerçeve ve yaklaşım içerisinde 21 Mayıs, ulusal yas ve yeniden diriliş günü olarak kitlesel düzeyde anılırken, çeşitli bilimsel araştırmaların sergileneceği konferans, panel, sempozyum ve sanat sergileri gibi etkinliklerle de zenginleştirilmelidir.
nan
Fahri Huvaj