Olaylar-Olgular ve 21 Mayıs

Aslında gündem olmasını, (belli bir seviyenin altına düşürülmeksizin) tartışılmasını, polemiklere konu olmasını heyecanla karşılıyorum. Zira 21 Mayıs 1864 Çerkes Soykırımı ve Sürgünü bir yandan kavramsal olarak kendini sağlamlaştırırken, düşünsel olgunluk açısından da Çerkes toplumunun farklı siyasal eğilime ve sosyolojik gerçekliklere sahip kesimlerini de iyi kötü bir forma sokuyor.

 

Her ne kadar biz bu yıl “Soykırım ve Sürgünün” 156. Yılını anacak olsak da bunun bir olgu olarak karşımıza çıkışı 1989 yılında Ankara KKD tarafından düzenlenen 125. Yıl Anma Etkinlikleridir. Bu kronoloji başka bir çalışmanın konusudur ve daha fazlasına değinilmeyecektir. Biz tarihsel olay ve tarihsel olgu penceresinden ve kendi zaviyemizden 21 Mayısın anlamına değinmeye çalışacağız. Zira toplumsal bir patinaj unsuruna dönüşen ve ciddi enerji-motivasyon kaybına sebep olan Olay-Olgu ilişkisine kısaca bakmakta yarar var.

 

Ünlü Fransız Tarihçi Lucian Febvre bilim disiplini olarak tarih, tarihsel olay, tarihsel olgu ekseninde şu tespiti yapıyor: “Tarih insanlara (sadece) yalıtılmış bir olgular koleksiyonu sunmakla kalmıyor aynı zamanda olguları düzenliyor. Onları açıklıyor ve açıklarken içinde yer alan olguların eşdeğerli olmadığı bir dizi kuruyor.” Edward Hallet Carr ise tarih-olgu ilişkisini daha sıkı bir ilişki zemininde “Tarih, doğrulanmış olgular kümesidir” değerlendirmesinde bulunuyor.  Bu perspektifle bakıldığında Tarihsel Olay kronolojik bir durumu ifade ederken “tarihsel olgu” bu olay ve olayların sebeplerini, yol açtığı sonuçları, ortaya çıkmasında etkili olan faktörleri inceler. Tarihsel olgu bu yaşananlar hakkında toplumsal veya bireysel deneyimlerdir. Tüm bunların ötesinde tarihsel olaylar (taammüden çarpıtılmadığı durumlarda) herkes için geçerli, objektif durumlar iken tarihsel olgular ise net etkileri itibarı ile objektif olamaz.

p>

 

1763 yılında başlayıp 21 Mayıs 1864 tarihinde Çerkeslerin kadim vatanlarından sürülüşünün kararının verildiği zamana değin yaşananlar “Tarihsel Olay” olarak kabul edilebilir. 101 yıl süren ve literatürde Kafkas-Rus Savaşları olarak geçen bu savaşlar Çarlık Rusyası ve Kafkas Halkları arasında geçmişse de (bir futbol müsabakasındaki gibi) salt iki unsurun etkileşimi değildir. Bu savaşlarda ve sonraki sosyal etkilerinde kimin en fazla suçlu ve etkin olduğu izahtan varestedir. Ancak Kafkas-Rus savaşlarının en yıkıcı safhasına geçişin döneminin  “Hükümranlık alanı ve hakkı olmadığı halde” Osmanlı İmparatorluğu’nun Edirne Anlaşması ile Çerkesya’yı Rus Çarlığına terk ettiğini ilan etmesi, Fransızların ve İngilizlerin olan bitene “zımnen” de olsa destek vermeleri ile sundukları “katkı” unutulmamalıdır. Bunlar tarihsel olayın bileşenleridir ve ayrı ayrı katmanlandırılarak değerlendirilebilir. Ancak gerek Rus vahşeti gerek Osmanlı İmparatorluğunun Çerkesya’yı terki ve gerekse Avrupa devletlerinin kıyım ve işgale bigâne kalışları Çerkes Soykırımı ve Sürgünü olgusunu hazırlayan tarihsel olayların en bilinenleridir. Yukarıda zikredilen olaylar tüm yönleri ile değerlendirilebilir, araştırılabilir, itirazlar, karşı çıkışlar olabilir ve bir bilim disiplini olan “Tarih metodolojisi” ile enine boyuna kurcalanabilir. Ancak Çerkes Soykırımı ve Sürgünü artık olgusal bir gerçekliktir ve yapısı gereği tartışmadan uzaktır.

 

156 yıldır dünyanın pek çok bölgesine savrulanlar ve anavatandaki Çerkesler bir yandan dil, gelenek ve sosyal yaşamların belirlediği özgün kültürel yapılarını korumaya çalışırken diğer yandan özellikle anavatanlarında etnik nüfus kompozisyonunun değiştirilmesi tehlikesiyle baş etmeye çalıştı.  Gerek diaspora gerekse anavatandakiler açısından zamanın ve “devletlerin” çok müşfik olduklarını söylemek objektiflikten ve akılcılıktan uzaktır. Ancak yukarıda özetlenen ilişki biçiminden bakıldığında sevindirici olan artık bir tarihsel olgumuzun (historical phenomenon)  Çerkes dünyasında giderek kabul gördüğü gerçeğidir.

 

Bu noktadan itibaren yeni bir tartışma alanı ve yeni soru-sorun yumağı bizi bekler.

 

Ne yapmalı?

 

Dünyanın “Genocide-Soykırım” tanımı ile tanıştığı 1944 yılından ve BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinin yürürlüğe girdiği 1951 yılından beri hukuksal olarak “pek az” soykırım kabulü yapılmıştır. Halen BM’in hukuksal kriterleri itibarı ile tam olarak Soykırım tarifine oturmasına karşın (21 Mayıs Çerkes Soykırımı ve Sürgünü de dahil olmak üzere) pek azı kabul görmüş ve hukuksal bir sonuca erdirilmiştir. Zira her soykırımın bir “büyük kabahatlisi ve muhatabı” mevcut ve küresel siyaset halen bu sorunları neticeye erdirmekte yeterince vicdanlı değil.

 

 Meselenin hukuksal boyutunu bir yana bırakalım. Benim de içinde olduğum pek çok Çerkes için, yapılanlar bu tartışmayı gereksiz kılacak kadar açık bir soykırım suçudur ve “Ne yapmalı?” sorusunun cevabı da burada yatmaktadır:

 

1-Çerkesler anlatılardan, çarpık ve suni tarih tezlerinden, tevatürlerden arındırılmış bir DOSYA hazırlığına başlamalıdır. Bu dosya sürgün ve soykırımın tarihsel olarak Rus Çarlığı ile başlayıp bugün Rusya Federasyonu ile devam ettirilen kodları açığa kavuşturmalı, dinamik süreç ortaya konmalıdır. Bu dosya ilgisiz kişi ve kurumlarca değil, işin ehli hukukçular, siyaset ve devlet adamları, üniversiteler ve bu sürecin mağduru olan Çerkes entelektüelleri ve örgütlenmelerinin ortak aklı ile oluşturulmalı ve ilgili mercilere başvurulmalıdır.

 

2- Süreç “intikam” maksatlı olmaktan uzak “hak ve adalet” isteğini yükseltmelidir. 

 

3- Çerkesler içinde bulundukları “Sürgün ve soykırım” mağduru psikolojisinden ve edilgen tavrından sıyrılmalı ortak, akılcı, bölgesel aktörlerle işbirliğine açık gelecek tasavvurlarına yönelmelidir.

 

4- Diaspora Çerkesleri yaşadıkları ülkelerde hak arayışı temelinde örgütlenmeli, kimlik ve kültürel varoluş için tüm enstrümanları kullanma gayretinde olmalıdır.

 

Çerkes toplumunun diasporada son 30 yılda oluşturduğu bu kavramın akılcı kullanılmazsa çok kısa sürede berhava olacağı unutulmamalıdır. Soykırım ve sürgün kavramları ile buna bağlı talepler 30 yılda hiç de azımsanmayacak bir bilinç ve kitle yarattı. Kalabalıkları niteleyen ve bir arada tutan ortak duygular, harekete geçiren ise ortak ülkülerdir. Artık ihtiyacımız olan “ortak ülküleri” ortaya koymak zamanıdır.


nan



Şogen Ümit Dinçer

Share