Dün gece karmakarışık düşlerle uğraşıp durdum. Daha önce hiç görmediğim kadar büyük kalabalıklar içinde yolumu bulmaya çalışıyor, çok ama çok korkuyordum. Herkes oradan oraya savruluyor, dört bir yandan kime ya da kimlere ait olduğunu seçemediğim ağıt sesleri benim çığlıklarıma karışarak göğe yükseliyordu.
p>Bir çocukluğuma, bir ilk gençlik yıllarıma, bir bugünüme gidip geliyordum. Hangi yaşımda olursam olayım annemi ve evimizi arıyor ama bulamıyordum. Tam tanıdık birilerini gördüm derken arkamdan birileri beni itekliyor, yerde yuvarlanıyordum. Bir ara kalabalıkta ezilmemek için kenara çekildim ve kalabalığa korku dolu gözlerle bakmaya başladım.
Kadın, erkek, yaşlı ve gençler ellerinden tutarak sürükledikleri şaşkın bakışlı çocukları, kucaklarında ağlayan bebekleri, sırtlarında taşıyabildikleri birkaç parça eşyaları, mızıkalarıyla peşlerinden ayrılamayan kedi ve köpekleri hatta atları ile birlikte kaçmaya çalışıyordu. Herkesin gözünden şaşkınlık, korku ve keder okunuyordu. Sanki kendi suçlarıymış gibi kaçarken, toz duman içinde yuvarlanırken, itilirken, dipçik yerken incinmesin diye kimse bir diğerinin gözünün içine bakmıyordu. Gençler bir yandan yaşlı, hasta ve çocuklara yardım ederken bir yandan da taa atalarından devraldıkları, toplumlarını simgeleştiren vazgeçilmez gururla sürekli bunlar bitecek yine evimize, toprağımıza döneceğiz diyerek türküler ve marşlarla kalabalıktaki umudu, inadı, güveni, inancı dik tutmaya çalışıyorlardı.
Küçük çocuklar tüm kalpleriyle gençlere inanarak bu karmaşaya direnmeye çalışsalar da yaşlılar bu gidişin dönüşünün çok geç olacağının ya da hiç olmayacağının farkında olduklarından mıdır, gençlerin umudunu ve gururunu kırmak istemedikleri için midir bilinmez ruhlarını, inançlarını ve öfkelerini içlerine gömerek sessizce, bilgece ağır aksak ilerliyorlardı.
Kalabalığın arkasında, tökezleyen, düşen, yaralanan hatta ölenlere aldırmayan, suretleri insana benzeyen ama kalpleri ve kafalarında kocaman kara kara taşlar bulunan büyük bir grup vardı. Grup içinde tanıdığım yüzlere de rastlıyordum.
Yıllarca beraber yaşadığımız insanlar tarafından neden kovalandığımıza ve toprağımızdan, evimizden, barkımızdan atılmaya çalışıldığımıza bir anlam veremeden arka bahçeden erken öten bir horozun sesiyle uyandım.
Odamın içi, dışarıda yağan kara ve soğuk havaya karşın yeni yanan sobanın ısısıyla sıcacıktı. Annem her zamanki gibi sobanın üstünde çayı demlemiş, okula geç kalmayayım diye kahvaltıyı da hazır etmişti.
Yataktan hızlıca kalkıp giyindim. Kahvaltıya başladığımda geceki düşü neredeyse unutmuştum. Bir yandan da bugün gireceğim okul bitirme sınavı için notlarıma göz gezdiriyordum. Bir süre sonra avluda işlerini bitiren annem girdi odaya ve havadan sudan, okuldan, sınavdan konuşmaya başladı ama alışık olmadığım hüzünlü, durağan hali hareketlerine ve gözlerine yansıyordu.
Neden böyle kederli olduğunu sordum. Önce geçiştirmeye çalışsa da, durdu ve “kızım bugün 21 Mayıs; Çerkeslerin anavatandan zorla sürüldükleri gün” dedi.
Nasıl da unutmuştum? Birden geceki düşü anımsadım. Annemle kafamızda farklı dillere ait düşünceler olsa da aynı derin hüzün ve duyguyla, elimizde içinde soğuyan çaya aldırmadan kıracak gibi sımsıkı tuttuğumuz çay bardaklarımızla gözümüzün gördüğü değil gönlümüzün uzandığı kadar uzaklara, çok uzaklara bakarak uzun bir süre öylece kalakaldık sofra başında.
Annem, Türkçe konuşabilse de yaşamının uzun bir dönemini geçirdiği Çerkes Köyü’nde kendini hep Çerkesce ifade ettiği için halen düşünceleri de hep anadilinde kurar. Çocukları lise çağına geldiğinde büyük kentte yaşamak zorunda kalan annem, bir bahane ile kentteki yaşamını hep köyüne ve Çerkeslere bağlar ve tabi ilk fırsatta da ailesi, akrabaları ve arkadaşlarının olduğu köyüne koşar.
Günün geri kalanında düşte miyim, düşüncede miyim, sorguda mıyım bilemeden, gittikçe büyüyen çelişkiler yumağı halinde oradan oraya yuvarlanıp durdum.
Her soluklandığımda aklıma ilk gelen düşünce “Neden anavatandan zorla yollandık idi?” Bu sorular gün içinde gittikçe çeşitlendi çeşitlendi…
-Sureti farklı olsa da teni, dili, inancı, inadı ve gururu aynı Çerkesleri kimler ve ne için yurtlarından sürmüşlerdi?
-İnsan insana neden ve ne uğruna böyle bir zulmü yapardı?
-İnsanın hiç mi empati yeteneği olmazdı?
-Kim beni böyle bir zulüm yapmak için zorlayabilirdi ki?
-Ben kendim için, ailem, çevrem ya da ırkım için nasıl bu kadar kendimden geçer ve tüm bahaneleri nasıl haklı kılardım?
-Hepsinden öte yüzlerce, binlerce yıl, belki ilelebet soyumun zalim olarak mı mazlum olarak mı anılmasını isterdim?
Düşündüm… düşündüm…
Böyle bir konuda hangi karara varılabilirdi?
Ancak, gelinen noktada görebildiğim, anlayabildiğim, inanabildiğim kadarıyla şu çıkarımda bulunacaktım: Tüm dünya, çektikleri zulüm ve haksızlık için ÇERKESLERİ mazlum; taa en başında yurtlarını terk eden ihtiyarların kalplerine gömdükleri kültürleri -dil, inanç, umut, sağduyu, inat, gelenek-görenek ve tabii bitmek tükenmez gururları- başka başka topraklarda, başka başka dillerde, yüreklerde, bedenlerde, soylarda değişerek, dönüşerek, gelişerek, bozulmadan çoğalarak nesilden nesile aktararak, kökü çok derinlere giderek yüzünü güneşe dönen, kollarını evrene uzatan insanlar- Çerkesler olarak anacaklar ama hiç mi hiç zalim olarak anamayacaklardı.
Bugün nerede olursak olalım özümüzü, Çerkesya’dan gelen esintiyle canlandırarak sonsuza değin var olacağımızdan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
nan
Birsen Babacan Çengel