Yıl 1864; Kafkasya’nın buram buram dağ çiçeklerinin kokusunu doğaya cömertçe bıraktığı, mavi, pembe, mor çiçeklerin şavkıyarak ışıldadığı, sümbüllerin kokularının hareler yaparak dalga, dalga yayıldığı, mavi kelebeklerin kanat çırparak çiçeklerin dallarına inip kalktıkları, renk renk kuşların bahar şarkıları söyleyip uçtuğu, dağların sivri kayalarına çarparak akseden mızıka ve akordeon sesinin müziğinin özgürce çalınıp söylendiği, incecik belleri, upuzun boyları, üzerlerindeki yamçıların omuzlarından aşağıya verev daireler çizerek dökülen, bellerindeki Çerkes kamaları, Kafkas atlarının sırtlarına vurulan eyerlerin gümüş telkâri işçiliğinin en ışıldayan parlaklıkları ve Çerkes eyerlerinin görkemli güzelliği içinde asil atlarını koşturduğu kırların, yemyeşil ormanların içindeki beyaz badanalı evlerin bulunduğu Avullarında zamanın Rus Çarlarının üç yüz yıl süren saldırılarında bir türlü diz çökmeyen ‘’ÇERKES’’ halkı 21 Mayıs 1864 tarihinde tarihin kara sayfalarına siyah harflerle yazılacak bir sürgüne maruz bırakıldı. Karadeniz’in azgın sularında filika ve köhne ahşap gemilerle üst üste dizilerek zorunlu sürgüne gönderildiler.
……
Doğası sert, insanı mert
Müziği dingin, doğası zengin
Kaması sivri, kılıcı keskin
Vücudu yay gibi, Çerkes genciyim…
Saygıda kusur yok, sevgidir ilkem
İlelebet payidar, değerli Ülkem
Ha bu gün, ha yarın geleyim derken
Kaybolan zamana, yazıktır derim…
Büyükler anlatır, geçmişimizi
Küçükler bilsinler, çektiğimizi
Asırlar geçse de, hiçbirimizi
Yabana atmayın, yazıktır derim...
Dünya’da ne verir eldeki mülküm
Yoksa inandığın, ne dava, ne ülkün
Yürekler yakıyor, yediğin sürgün
Kaybolan zamana, yazıktır derim…
Adı Karadeniz, dalgalar hırçın
İnsafla düşün, var mı? Bir borcun
Sahile vurdular, Anayla, bacım
Aldığın canlara, yazıktır derim…
Diyerek çıktığımız sürgün tam 156 yıl oldu.
Acısı ise hala taptaze yüreğimizde.
Yılın her Mayıs ayında Annemin açık havada gökyüzünde şavkıyarak yalp yalp ışıldayan Ayın, parlayan yıldızların altında gökyüzüne bakarak, dedesinin anlattığı göç macerasını yaşarcasına Ay dedeye şikâyetlerine tanık olan son nesil ben.
Geldikleri zaman dilini bilmedikleri bir memlekette şimdi kendi dillerini unutmuş bir vaziyette 5. nesil yaşıyoruz. Her 21 Mayısta aynı atalarımızın yaşadığı acıları bizler hala yaşıyoruz. Kaybolan dilimize mi yanarsın, yok olan kültürümüze mi yanarsın? Yanacak o kadar çok şey var ki kelimelere sığmaz.
Rus tarihçi Zaharyan şöyle diyor:
‘’Çerkesler bizi (Rusları) sevmezler. Biz onları, özgür çayırlarından çıkardık. Avullarını yaktık. Birçok kabile tümüyle yok edildi’’
Zorunlu göçe tabi tutularak sürgün edilen halkımızın bu gün yas günü. Karadeniz’in azgın, karanlık ve buz gibi sularında 156 yıl önce boğularak hayatını kaybeden atalarımızın kafataslarının Karadeniz kıyılarına yıllarca vurduğu, dedelerimizin sakallarından, ninelerimizin saçlarından kuşların yuva yaptığı ‘’Çerkes’’ Halkı olarak, geldiğimiz bu coğrafyada aidiyet bilinci ve ahde vefa ile bu ülkeyi ikinci vatanımız belleyerek Kurtuluş Savaşında ve Cumhuriyetin kuruluşunda canımızı siperlerde bırakarak katkıda bulunduk.
………
Karadeniz’e çattım bugün
Dalgalar yanımdan peş peşe geçti
Ne Anavatandan bir ses getirdi
Ne bir koku getirdi, ne de bir esinti…
Dolunaya çattım bu gece
Gökyüzünde yine yapayalnızdı
Ne içimi ısıttı, ne bir ses verdi
Sadece parlak bir ışıltı saçtı…
Kefken sahiline çattım bu gün
Karaağaç, Babalı sahilinde
Mağara da taşlara kazıdığın
Tüm çıplaklığı ile sürgün anıların…
Sahilde kumsala çattım bu gün
Hani nerede dışarıya attığın
Kurumuş kafatası, yaşadığın anıların
156 yıl önce kumsalda yaşadıkların…
Ağaçlara çattım bu gün
Saçlarından, sakalından
Kuşların yaptığı yuvaların
Göster diye yalvardım hani nerede atalarım
diyerek Babalı’daki Karadeniz sahiline serzenişte bulunuyoruz.
Bundan sonra da kaybolan dili ve kültürü ile, bulunduğu ülkenin ortak kültürünün harman olduğu bir sofrada, aynı vatan bilinci ile yaşamaya devam ediyoruz. Vatanları için hayatlarını kaybeden tüm insanları rahmetle yâd ediyorum…
Kim derdi ki bu günleri göreceğimizi?
Akdeniz’in Anadolu’ya açılan penceresi Berit dağının geçidini geçtikten sonra Göksun ovasının kuzeyine konumlanmış bir köy. Kuruluş tarihi hakkında kesin bir tarih olmamakla birlikte 1864 Çerkes sürgününde Kuzey Kafkasya’nın çeşitli bölgelerinden gelenlerden kurulu bir köy. Mehmet Bey Köyü. Çerkes’çe adı Huvajhable.
Köyün iki kilometre kuzey batısından kaynak olarak doğup köyü ortadan geçen Terbüzek çayı, (Psı’ğho) yine köyün tam kuzeyindeki Binboğa dağlarının düzlüğünde doğup köyün hemen yanından geçen Küçük Su (P’sij’sıg) köyün çıkışında V şeklinde birleşip Ceyhan nehrinin kolları ile birleşerek Akdeniz’e dökülür.
Köyümüzde Abzax’ler çoğunlukta olmak kaydıyla Şapsığ, Hatukay’lardan oluşan yaklaşık doksan hanelik bir köy olarak oluşturuldu. Bu köyde üçüncü nesil olarak Mayıs ayının tam birinde 960 yılında doğmuşum. 1969 yılında evimize giren ilk radyodan istasyonu karıştırırken frekansını yakaladığımız Maykop radyosundan Çerkesçe piyesi ilk duyduğumda yaşadığım şaşkınlığımı hiç unutamam. Net ve anlaşılabilir bir lehçe ile Şapsığ ve Abzax lehçesi karışımı ile vurgulu bir şekilde mükemmel konuşuyordu. Arada bir radyo frekansına karışan yabancı dillerin karmaşası içerisinde bu radyo istasyonunu dinlemek artık vazgeçilmezimiz olmuştu.
Büyüklerimiz yüzeysel olarak nereden geldiğimiz hakkında bilgiler aktarsa da dilimiz örf ve adetlerimiz açısından çevremizde yerleşik halk tarafından ayrıcalıklı olarak kimi zaman eleştirel, kimi zaman beğeni ile karşılanıyorduk. Net olarak aidiyetimiz hakkında bir bilgi sahibi olamasak da kendi köyümüzde konuştuğumuz dilimiz ve uygulanan gelenekler açısından içe kapalı bir köy yaşantısı içerisinde geçti çocukluğum.
Bazen bağlı olduğumuz küçük bir Anadolu kasabası olan ilçede diğer köylerden gelen bizim soydaşlarımızın Çerkesçe konuşmalarına tanık olduğumuz zaman başka köylerinde olduğunu anlıyorduk. Bunların kimisi Kabardey diyalektiyle, kimi Çeçence, kimi Lezgi diliyle konuşuyordu.
……
Sana bir şey söyleyeceğim
Ne zaman bir sürgün görsem
İçime damlar gözyaşı
Terk edilmişliğin acısını yaşarım…
Geçmişime koşarım bazen
Hiç görmediğim Dedemin
Hiç tanımadığım Ninemin
Anlatamadığı masalları hayal ederim…
Rüzgârın getirdiği mızıka nağmelerine
Bazen eşlik ederim çılgınca
Dans ederek,
Bütün dillerde ağlarım dünyaya…
Kendi dilimizle acı çekmeyi
Paylaştık sevincimizi, acımızı kardeşçe
Yıkadık yağmurlarıyla hayallerimizi…
Masal sesleri kaldı kulaklarında
Anlatırken içine akan ağıtları
Yuvarlanan gözyaşları eşliğinde
Şikâyet ederdi ay ile yıldızlara
Bizi vatanımızdan eden aymazları…
Gün oldu rüyalar gördük kendi dilimizle
Bilen kalmadı anlatamadık
Kabuk bağlayan yaralarımızı…
Sızladıkça acıyla gülümsedik
Sakladık hep gizli gizli içimizde…
Temel eğitimimiz Türkçe, ortak dil olarak kullanılıyordu resmiyette. Kendi dilimizi kullanıp konuşmamamız hakkında çeşitli baskılar olsa da kendi evlerimizde hep Çerkesçe konuştuk. Sevincimizi, üzüntümüzü hep Çerkesçe paylaştık. Kendi dilimizle ağlayıp, kendi dilimizle sevindik.
Kültürümüzün en önemli Enstrümanlarından olan Mızıka ve Akordeon ile düğünlerimizi yapıp şarkılarımızı, şiirlerimizi onlarla icra ettik. En büyük birleştirici unsurlarımız düğünlerimizdi. İlerleyen yıllarda Uzunyayla’dan tutun da, Adana’ya kadar her taraftaki Çerkes köyleri ile bağlanma ve tanışma vesilemiz oldu düğünler.
…….
Yorgun ve üzgün bir mızıka.
On dört tuşunda sürgün ağıtı.
Ne notaları belli, ne rotaları,
Her hünerli elde bir başka ağlar.
Kimi zaman iç çeker, gözleri yaşararak…
Bazen de makas değiştiren trenin tıkırtıları…
Kimi zaman rahvan yürüyen bir çerkes atı,
Kimi zaman bir ahal teke…
Bazen vuruşan bir kılıç sesi,
Bazen bir nal şakırtısı,
Ritmine kapıldığı zaman her dilde ağlayan…
Elbruz’un tepesi gibi yüce,
Kuban ırmağı kadar coşkun, ulu meşe ağacı gibi gölge,
Kafkas kaması kadar sivri…
Sesindeki nağmelerde, kaybolup giden
Geçmişe ağlar…
……
Bu bahsettiğimiz günlerden sonra teyp kasetleri icat olduğunda onlara yapılan kayıtlarla tüm müziklerimiz yöresel tatları ile kayıt yapılıp elden ele dolaşarak açlığımıza katık oldu. Teknolojinin, görsel medya ve televizyonculuk tekniğinin gelişmesi ile oluşan geniş kitlelere ulaşma olanaklarından payımıza düşeni biz de aldık.
Dünyadaki global değişiklikler ile sınır tanımadan paylaşılıp ulaşılan değerler artık insanların, toplumların ortak olduğu değerlere dönüştü. Sınır tanımayan ticaret anlaşmaları, ülkelerarası ticari faaliyetler kimi zaman kültürel zenginliklerin de paylaşımına bolca katkı koydu.
Kurulan kültür dernekleri ile yapılan çalışmalarla kaybolmaya yüz tutmuş değerlerimiz muhafaza edilmeye çalışıldı. Günümüzde internet çağının sınırı olmayan bir mecraya yayılması ile tüm dünya topluluklarıyla entegre olduk, dünya insanları ile kucaklaşıp tanıştık.
…..
Biz Çerkesiz
Biz daldan eğme değil
Anadan doğma çerkesiz
Biz böyle yaratılmışız
Birbirimize aşığız…
Hayatımız bir bilmece
Bazen gündüz, bazen gece
Dilimizle hece, hece
Konuşalım hep Çerkesçe…
Biz Elbruz dağına vurgun
Yurdumuzdan yedik sürgün
Kurda kuşa hepten dargın
Biz Çerkesiz, Çerkesiz…
Kimimiz Adıge, kimimiz Vubıh
Kimimiz Abzeh, kimimiz Kabardey
Kimimiz oynar Vaynah
Kimisi söyler Vored Daridey…
Başımızda kalpak, belimizde Kama
Hepimiz birer Abrek’iz korkmayız ama
Nefes almak için çıkarız dağa
Anayurdun adı Kuzey Kafkasya…
Elbruz Dağına vuran güneşin şavkı
Gün gelir vatana döneriz belki
Atlarımız artık özgür, olmuşlar yılkı
Çok acılar çekti inanın şu Çerkes halkı…
……..
Bu kapsamda yaklaşık 156 yıllık bir anavatan hasreti ile yanıp tutuşan bir Diaspora öz vatanındaki insanlarla buluşma imkânı yakaladı. Bu imkân değerlendirilerek serbest piyasa ekonomisinin de katkıları ile resmi kanallardan bağ kurulmasının yolu açıldı.
Kuşkusuz tüm bu çalışmalara emek veren o kadar çok isimleri zikredilecek insan var ki sayfalar almaz. Hep ellerindeki olanaklarla katkı koydular, tanışıp tekrar kaynaşmamıza vesile oldular.
İşte bu günlerde bunun en önemli semeresini alıyoruz. Anavatanımız olan Adıgey Cumhuriyeti’nin Başkanı ve maiyetindeki bakanları, ticaret adamları, sivil toplum örgütleri ile geniş kapsamlı bir ziyaret gerçekleştirdiler diasporaya. Devletimizin iş adamları ile sivil toplum örgütleri ile pek çok konuda çalışmalar yapıldı. Misafir edildiler. Karşılıklı olarak sevinçler paylaşıldı. İleriye dönük yapılacak olan çalışmaların temeli oluşturuldu. Anavatana dönmenin özlemini uzakta olsak da hayal ederek.
……
At üstünde nara atan
Sağa sola caka satan
Varlığına selam çakan
Canım kurban Anavatan…
Kaşı kalkık bakışıyla
Gönülleri yakışıyla
Mızıkanın nağmesiyle
İnleyesin Anavatan…
Gümüş kama ince bele
Kaptırmıştı gönlü sele
Selam olsun nazlı yâre
Ne güzelsin Anavatan…
Özleminle yanar gönlüm
Seni sevdim güzel gözlüm
Bekle beni güzel nazlım
Geleceğim Anavatan...
Yüreğimiz pare, pare
Engel olmaz derde çare
Adıgey’e güle, güle
Koşacağım Anavatan...
Diyerek umut ektik beklentilerimize…
Türkiye Cumhuriyetimizin daveti ve katkılarıyla bir buçuk asırdır birbirine hasret halklar en üst düzeyde kucaklaştılar. Yaren oldular. Unutulmayan çok önemli değerlerimizin hala yaşatıldığını görmüş oldular. Kültürel rengimizin ve zenginliğimizin ne kadar büyük sinerji yarattığının farkına vardılar.
Son yıllarda diasporada yetişen yazarlarımızın kaleme aldıkları kültürümüzle ilgili kitaplar, umutlarımızı yeşerterek toplumumuzun uzun yıllar hasret kaldığı bir kültür mirasına kavuşması şeklinde tezahür etti.
Değerli yazarlarımızdan rahmeti bol olsun Osman Çelik’in (Genar), Elbruz Aksoy’un (Benim Adım 1864), Adeje Ayça Atçı’nın (Kağıttan Gemiler), Mehdi Nüzhet Çetinbaş’ın (Elveda Çerkesyası), Güner Kuban’ın (Bir Vatan Aşkına), Lider Erşan’ın (Setenay’ı), Eda Tokuç Balbay’ın (Zişan), (Şovda), Kutarba Pınar Korkmaz’ın (Gumısta), (Pınar), Marguş Vezir’in (Yazgı), Süha Baytekin’in (Çerkes Sürgünnamesi) ve daha ismini sayamayacağım kadar çok değerli yazarların 156 Yıllık sürgünden önce ve sonrasına ait yazdıkları kitaplar yüz akımız olmayı sürdürüyorlar. Müteşekkiriz kendilerine.
Hep anlatılagelen Saraya verilen Çerkeslerin yaşam hikâyelerinden dinlenen, anlatılagelen yaşanmışlıkların dünyanın binbir türlü entrikalarına konu edilen hayatlarından kesitlerin şiirlere konu edildiği yaşanmışlıklar…
Yine bir sürgün hikâyesi
Yine bir ağıt
Nadir paşa konağında.
Takma adı Kısmet ti,
Bir diğeri Setenay
Mevsim baharsa filbahri, hanımeli
Diğerleri gül kokar.
Ne Agavni’lerin evi
Ne de Büyükada ormanı
Güneşin batmak için
Heybeli’ye döndüğü
Her akşam saati…
Ya tuttuğu elden koparılan kardeşi
Aklına gelip durur, her gece dolunayda.
Saşe’nin gün batımındaki
Rengi gelir aklına.
Hem ağaçların yeşili bir başka
Hem de denizin mavisi…
Martılar çığlık atarken
Benim çığlığım başka…
Bunları düşünürken
Yanağıma süzülen iki damla gözyaşı
Kor gibi sıcacıktı, aktığı yerleri yaktı…
nan
Çelesket Adil Bozkurt