Sıradan insanlarız. İşçiyiz, memuruz, esnafız, çalışıyoruz, iyi – kötü geçiniyoruz, bir gün arkasından “İyi bilirdik” diye anılacak kişileriz. Evlatlar yetiştiriyoruz, okutuyor, “Bir işi - gücü olsun, kimseye minnet etmesin, onuruyla iki ayağının üzerinde dursun” diyoruz.
Hemen hemen hepimiz köy kökenliyiz, kısmet buymuş, şehirde yaşıyor, köyü özlüyoruz. Aslında o kuru bozkırın, soğuk ve geçimi zor toprakların özlenecek nesi var ki? Biz çocukluğumuzu, gençliğimizi, mutluluğumuzu; biz kendimizi özlüyoruz. Kendimiz olabildiğimiz, huzur bulabildiğimiz, neyi nasıl yapacağımızı çok iyi bildiğimiz o dünyayı arıyoruz. Buralarda bulamıyoruz. Eksik kalıyor bir tarafımız. Tamam, iyiyiz, rahatız, imkânlarımız geniş ama bir şeylerin yokluğunu hep hissediyoruz.
Üstelik artık git gide oraya da yabancılaşıyoruz. Fark etmiyor musunuz? Biz kendimize yabancılaşıyoruz. Buralara alışmışız, ayağımız çamur olmuyor artık, bir de olursa bozuluyoruz. Düğündü, cenazeydi, bir çare bulup gidiyoruz bazen neyse de ama artık oralı da değiliz. Giyimimiz başka, oturmamız, konuşmamız başka olmuş. Köylümüzün, akrabamızın o ustaca, rahat, uyumlu hareketlerinin, konuşmasının yanında yabancı gibi duruyoruz. Belki bir süre kalabilsek biz de öyle olacağız, hani o halimizi bulacağız ya… Kalamıyoruz, geri dönüyor; şaşkın, bir garip özlemeye devam ediyoruz.
Hissediyoruz varlığımızı kaybettiğimizi. Bu âşık olduğumuz, bu daha iyisini hiç görmediğimiz, bu dünya güzeli kültürümüzün böyle yavaş yavaş, böyle göz göre göre silinip gitmesini istemiyoruz. Köyü de bıraktık ya bir de, sanki sorumlusu bizmişiz, sanki bizim yüzümüzden bu değerler kayboluyormuş gibi basbayağı bir ıstırap duyuyoruz.
Bizim gibileri bulmak için derneğe gidiyoruz. Aynı duyguları paylaştığımız insanlarla bir arada olma ihtiyacı hissediyoruz. İşte o bir bizim anlayabildiğimiz şakaları yapalım, bir bizim anlayabildiğimiz dili duyalım, konuşalım, bir bizim bildiğimiz şarkıları beraber söyleyelim, beraber dans edelim, ceug filan bahane, "varsın kâğıt oynayalım da birbirimizi görelim yahu, hasret giderelim, kendimize gelelim" aslında evet, kendimizi bulalım istiyoruz.
Bu kadarının yetmeyeceğini biliyoruz. Bak işte şurada “Merhaba” deyip kimi öpüşerek, kimi kafa tokuşturarak selamlaşanlar da bizim gençlerimiz. Onların çoğu köyü filan hiç görmediler. Neyi kaybettiklerini bile bilmiyorlar. Neyi nasıl yapmalarının doğru ve yakışır olduğunu, misafir ağırlamayı, asker uğurlamayı, düğünü, cenazeyi, küçüğü, büyüğü, Thamate’yi, Xabze’yi… Ne bileyim işte bir Çerkes genci olarak nasıl yaşayabileceklerini, görevlerini ve sorumluluklarını hiç düşünme şansları olmadı ki… Ne gösterdik bu gençlere de ne bekliyoruz?
İşte benim gördüğüm; bizim görevimiz, sorumluluğumuz, o ıstırabı hafifletme, o omuzumuzda hissettiğimiz yükü azaltma çabamız da burada başlıyor. Karınca kararınca, gücümüz yettiğince, “Hay Marje ne yapabilirsek!” diyoruz. Evden, işten, çoluk çocuğumuzdan, işte fırsat bulamadığımız dinlenmemizden zaman arttırıyor, bir şeyler yapmaya uğraşıyoruz. Adımız “dernekçi” oluyor, artık bununla anılıyoruz. “İşin mi yok, derdin ne?” diyenlere bile oturup, “örgütlenme, kültür, anadil, toplum, millet” deyip duruyoruz. Kendi dilimizde bir konuşma, işte bir telefonun zil sesini mesela, duyunca yanına gidiyoruz, hemen “Kimsin, nerelisin?” ne hayrımız dokunursa işte... En hayırsızını bile sevdiğimiz bu toplum, bizim neredeyse bütün çevremiz. Mesela hasta olsak, gidemesek bir düğüne, hemen belli olur eksikliğimiz ya da bizsiz kalkmayacakmış gibi bir cenaze, o gün orada olmak en önemli işimiz.
Uzun sözün kısası; bizim büyüklerimiz, Kafkas Dağlarındaki cennet yurtlarından koparılıp bu tarafa fırlatıldılar. Biz, geçim derdine düştük, kentlerin betonları arasına hapsolduk. Saksıda yetiştirilmeye çalışılan bozkır çiçeği gibi renksiz, biçimsiz bir hale dönüştük. Rengimizi, kokumuzu, toprağımızı, varlığımızı hissedebileceğimiz bir bu dernekler kaldı. Kimine kızıp küseriz, kimini de toplumu politik ya da ticari çıkarları için kullanmaya çalışmakla eleştiririz, kimine “Böyle Çerkeslik mi olur, bu ne biçim davranış?” der darılırız. Biz eleştiriyi çok seven bir milletiz. Ama doğruların da ancak eleştirmekle bulunabileceğini genlerimizde, atalarımızdan miras alıp getirmişiz.
Varsın aramızda bunlar da olsun, biz o derneğe gider, hiç olmazsa bu kasvet ortamından bir anlık sıyrılıp, bu kültürün nefesini içimize çekeriz. Yok olup gitmektense, burada alabildiğimiz o bir nefesle işte, yaşayabildiğimiz kadar yaşarız. Hiç olmazsa aldığımız nefesten bir şey anlar, halen yaşadığımızı, var olduğumuzu hissederiz. Sizlere de tavsiye ederiz, bırakın bir kenara bahaneleri, hepinizi derneğe bekleriz…
nan
Ş. Şamil Koç