NanDu gitti… Gitmez sanırdım… Ülkesinde kalsaydı, prenses olacaktı NanDu. Öyle bir ailenin kızıydı. Bir türlü öğrenemediği Türkçesiyle “Nassil? İyy mı?” diye hal hatır sorardı, bir şeyi doğru dürüst anlaması için Kabardeyce anlatmanız gerekirdi. Bildim bileli 100 yaşından fazlaydı. Saçlarını hiç görmemişim, tülbent bir kat, üstüne koyu renk şal, omuzlarına inen. Gelini, kına yaptığını söylerdi saçlarına, gelini tararmış, memnun olurmuş. Bir de yün çorapları. Dışarı çıkacaksa mes-lastik. Hep kışın mı görmüşüm onu, kat kat giyinmiş hep. Gelini su ısıtır, abdest almasına yardım eder, bütün bir teslimiyetle namaz kılardı NanDu. Elinde Hacdan gelme bir tesbih, dudakları kıpırdar, çıt çıkaramazsın, bu huzuru bozulmasın istersin. "Uçmuş gitmiş NanDu, nerelerde kim bilir?" dersin.
Bey kızıymış, siyah deri çizmeleri varmış, Yincilız pantolon bile giyermiş, iyi biniciymiş, delikanlıların denemeye çekindiği atlara bile atlar sürermiş. Erkek gibiymiş gençliğinde, kimseden korkmazmış, gözlerini dikti mi, karşısındakine baş eğdirirmiş. Bir Abaza ile evlenince, "Zaten bununla da anca bir Abaza baş ederdi" demişler.
O sofradayken konuşmak, gülmek? Allah muhafaza… Zaten ayrı hazırlanır yemeği, tepsiyle getirir gelini, yanı başında bekler. Bitirince ses çıkarmaz. Anlar gelin ne zaman kaldırılacak tepsi. Sonra, torunlarla oynamayı sever, bir tek onlara karşı sabırlıdır, ses çıkarmaz yaramazlıklarına, kimse de onun yanında ses çıkaramaz zaten. Hangi torun kimin çocuğu bilir, kendi taktığı isimlerle çağırır, kaç tanesi torun çocuğu, neyse… Bir de 70 yaşına gelmiş, küçükken öksüz kalınca elinde büyümüş yeğeni, o koca adam çocuk gibi dizini büker oturur, o kocaman NanDu, çocuk sever gibi okşar onun saçını, anlamadığım sözler söyler, tembihlerde bulunur. “Üzme gelini”, “İyi bunlar”, “Allah görür”, “Sen hep böyle oldun”, “Vallahi bak duymayayım”… hepsini anlamam, içeri giremem, uzaktan, çaktırmadan dinlerim.
1. Dünya Savaşı'nda çocukluktan yeni çıkmış olmalı. Savaşı sorarım. Babası ne yiğitmiş, onu anlatır. Kendisi heybeyle yiyecek götürürmüş, işte şımarık Ermeni çeteciler süngü dürtermiş heybeye de… Dalar gider sonra, tesbih dönmeye başladı mı anlarsın, artık konuşmak istemiyor, sıkıldı bu konudan. "Filanın düğünü nasıl olduydu derim?" "İşte senin baban silah sıktı, biri yanlışlıkla arkadaşı filanı vurduydu, Wunafe mi? O öyle değil işte kimi davet edeceksen, ney? kafana göre olur mu hiç… Sonra filan köyden atlarla geldiler gelin almaya, yaa o zaman nerde böyle araba…" İşte, giysileri sorarım, yemekleri sorarım, "Kıtlık nasıl oldu, verem salgınında ne yaptın, bu kamçıyı sen gençken kullandın mı, bu fesin sırmalarını sen mi işledin, çok giydin mi bunu?" "Hay akıllım onu evlenmemiş kızlar giyer, düğüne giderken giyer, işte bu gümüş kemeri takarsın…" "Hadi yaa, bu kadar mıymış senin belin o zaman?"
Zexes derim, Xabze derim, elini sallar şöyle bir… "Nerde kaldı Zexes, kimde kaldı Xabze…" "Hadi biz gidiyoruz, yatacağız, bırak o da dinlensin" derler, ben "tamam geliyorum" derim, gitmem, sorarım… Yerinde uyuklayana kadar, unutur, hatırlar, başka yerden başlar, anlatır… Sizin "aile damganız neydi biliyor musun?" dedim bir gün. Nasıl bilmezmiş. Titreyen elleriyle çizdi bir kağıda, hala saklarım.
Komşuları gelir, herkes sorar onu her gün. Kimi meyve, kimi örgü için yün getirir, ipliği iğneye gözlüksüz geçirir NanDu, harika kazaklar örer, torunlara hediye eder… Kulaklarının ağır işittiğinden yakınır, yalan bence, işine gelen her şeyi duyar, inanmazsan gelinine sor. “Aman duysun” der gelini, “Tek yüzünü asmasın da…” Kızlar, gelinler oturur etrafında, sobaya yakın onun yeri, nasihatler eder kızlara, nasıl bir etki yaratıyorsa, söylediği her şey mutlaka doğru diye düşünürsün, şunu diyorsa vardır bir bildiği dersin. Temizliği titizlik boyutundadır, düzenliliği takıntı gibidir, her şey yerli yerinde olmalı, o terliklerin ucu hep aynı yöne bakar, ayağındaysa da değilse de…
Bir tarih hazinesi, bir bilgi küpü, ayaklarının üzerinde durup gözümüzün içine bakan capcanlı bir asalet, öyle uçtu gitti. Ağlaştık ardından, en çok gelini ağladı, herhalde kendisi görse kızardı. Bir dönemi, bir tarihi, bir kültürü o bükülmüş beli ve o dimdik ruhuyla beraber götürdü. Daha çok sormalıymışım, daha çok görmeliymişim, bunca okuduğum satır, bunca gezdiğim dünya, şu NanDu’nun bastonuna dayanıp attığı bir bakış kadar değer katmamış bana.
Ve farkında mısınız bilmem, son yıllarda daha hızlı eksilir oldular hayatımızdan. Bu kültürün yaşayan göstergeleri, bir daha rastlayamayacağımız güzellikleriyle beraber uzaklaşıyorlar, birer birer gidiyorlar. Artık kaç tane kaldıysa, daha bunun gibilerden almamız gereken çok şey var, öğreneceğimiz, öğrenmek zorunda olduğumuz çok şey var. Yoksa adımız Çerkes olmuş neye yarar? NanDu’nun sırmalı fesi, gümüş kemeri, Vallahi benden daha Çerkes…
nan
Ş. Şamil Koç