"Muhterem Üzeyir Bey Hazretleri, zatınıza hazretleri diyorsam kusuruma bakmayınız, siz hazretten de, beyden de, paşadan da daha âli bir mevkidesiniz. Biz sizin kim olduğunuzu bilerek huzurunuza geldik." Önce sesi titredi, karıncalandı, sonra düzeldi, sözcükler ağzından kolaylıkla akmaya başladı. "Sizi biliyoruz, yüce soyunuzu da, Han Hazretleri, ve bunun için de sizi diye geldik, huzurunuzda el pençe divan durduk. Kendimi takdime cesaret edebilir miyim acaba, biz Dağıstan’dan Anadolu’ya geldik, Toros dağlarının Uzunyayla’sına, yani Binboğa dağlarının, Kayserinin Pınarbaşı kazasının Kaynar nahiyesine yerleştik. Biz Kabartay Çerkesleriyiz. Ben Burakzade Hacı Rüstemin oğlu Poyraz Musayım. Buraya gelince duydum ki siz bir Çeçensiniz ve de Çeçen Hanlarının şecereli soyu, son Çeçen Hanının bihakkın evladısınız. Osmanlılarca mağdur edilmiş, Hanlığı elinden alınmış, bir âli şahsiyetsiniz. Ne yapalım, biz Çerkes milleti, bütün dünyaya sürüldük, dağıtıldık, perişan edildik. Tıpkı Yahudiler gibi, zulüm gördük, insanlığımız elimizden alındı… Gittikçe güzel konuşuyor, heyecanlanıyor, kendinden geçiyor, kendi sesine kendini kaptırmış, hem konuşuyor, hem de zangır zangır titriyordu. Nüfusçuysa hiçbir tepki göstermiyor, gene öyle taş gibi hiç kıpırdamıyor, gene öyle yüzü donmuş kalmış, gene öyle bekliyordu. "Çarlar bizi Kafkastan Çine Maçine, bütün Orta Asyaya, Arabistana dağıttı. Kafkasın muhteşem kartalları, cesur şahinleri, hepimiz kuzgun olduk. Soyumuz çürüdü. Ama gene de başımızı dik tuttuk, kartal başı gibi, şahin başı gibi." Başımızı dik tuttuk derken Poyraz Musa, Üzeyir Beyin gözleri önce derinden gelen bir ışıkla parladı, sonra ıslandı, sonrada göz çukurlarına birer damla yaş geldi oturdu. Poyraz Musa da neredeyse kendi anlattıklarına ağlayacaktı.Kendini zor tutuyordu."Evet, Han Hazretleri, şimdi ben burada, bir kasabada nüfus memurluğunun küçük bir odasında, kurt yemiş, bacakları kırık bir masaya oturmuş âli bir Hanla karşı Karşı duruyor, heyecanımdan tir tir titriyorum. Bir Han ki, ne Çin, ne Türkmen, ne de Moğol Hanlarına benzer. O, ulu Kafkasın, ulu Çeçenin Hanıdır. Bizim Uzunyayla Türkmeninin Aşığı ne demiş, şahin kocamakla vermez avını, taaa eskiden kurt eniği kurt olur. Ben şimdi burada bir ulu Kafkas kartalının, Hanının karşısında hürmet ve sadakatle, bir teba olarak eğiliyorum." … Üzeyir Han baktı ki, Poyraz Musa kölesi perişan, ağlayacak. Bu sefer o başladı ulu Kafkası, Şeyh Şamili, öteki kahramanlıkları, İsmail Beyi uzun uzun, vakarlı, tane tane anlatmaya. Delikanlının kendine geldiğini görünce de sustu. ...
p>Diye anlatır Yaşar Kemal Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana-Bir Ada Hikayesi'nde. Romanın kahramanı Poyraz Musa Çerkes ve şeref madalyalı bir savaş gazisidir. Bu tarihi romanında Yazar, savaşın yıkıcılığını, halkın çilesini, mübadelenin hüznünü, yüzlerce binlerce yıldır beraber yaşayan halkların kardeşliklerini, kültürlerinin çeşitliliğini, güzelliğini ve uyumunu ustalıkla anlatır.
p>
İdris Bey otuzunda gösteriyordu. İnce, uzundu. Sarı gözleri, kartal gagası burnu, uzun yüzüyle bu dünyada yaşamayan,nasılsa bir kere uğramış, yırtıcı, yabanıl bir yaratığa benziyordu. Büyülü, kutsal bir yaratığa... Uzun bıyıkları düşmüştü. Parmaklan çok uzundu, güzeldi. Onunla ilk karşı karşıya gelen ne bedenini, ne altın gibi güzel gözlerini, ne sarı pırıltılı uzun bıyıklarını, ne saçlarını görürdü. Onunla ilk karşılaşan insan yalnızca onun uzun, güzel parmaklarını görür, hayran kalırdı. Bir Çeçen beyi olan babası Osmanlı devrinde ili aşiretiyle birlikte Kafkaslardan gelmişti, Anavarza kalesinin karşısına,Ceyhan ırmağının güney gecesine yerleşmişti. Kurdukları köyün adına Akmezar demişlerdi. İlk önceleri Çukurova’da sinekten, sıtmadan, sıcaktan hastalanmışlar, kırılmışlardı. Üç dört yıl içinde Çukurova’ya alışmışlardı ama, sayıları da yarıya inmişti. Kafkaslardan getirdikleri atları da, öteki hayvanları da kırılmıştı. Çukurova’ya alışan Çerkesler Çukurova cinsi güzel atlar yetiştirdiler sonra. Ektiler biçtiler. Çukurova o zamanlar meyve bahçesi nedir bilmezdi, güzel, bakımlı meyve ağaçlan diktiler Çukurun sıcağına. Evleri ottan Türkmen köylerinin yanma ahşaptan ve taştan, ikişer katlı güzel evleri olan, caddesi, sokakları olan bir köy kurdular.Bereketli topraklar üstünde mutlu bir yaşama düzeni kurdular. Bütün ovaya güzel atları, iri meyveleri, yiğit davranışlarıyla ün saldılar. Öteki Torostaki Çerkesler gibi at hırsızlığı da yapmadılar. Beylerinin bir dediğini de iki etmediler. Geleneklerini, göreneklerini de Kafkastaki gibi korudular.
Mutlulukları, düzenleri, yepyeni, siyah, Ford marka bir otomobilin gelip son beyleri İdris Beyin kapısında duruncaya kadar, yıllarca sürdü. Otomobil toza batmıştı. İri, toz altında kalmış gözleri Çukurova güneşi altında parlıyordu. O güne kadar Akmezar köylüleri, askerliğe gitmiş birkaç kişinin dışında, hiç otomobil görmemişlerdi. Köylüler, yaşlı genç, kadın erkek, çoluk çocuk, korkuyla, şaşkınlıkla, hayranlıkla bu koca, ışık gözlü tuhaf yaratığa baktılar. Kiminin yüreğine acı bir uğursuz korku girdi, çöreklendi. Kimisi de bu tuhaf yaratığı gördüğüne sevindi. Otomobilden iki kişi indi. Bir tanesi iri, kaim, kara kaşlıydı. Karalar içindeydi. Kara bir siyah lenger şapka giymişti. İri, kaim kara kaşlı adamın göbeğinin üstündeki bir deste altın kösteği ışıltı içindeydi. Dimdik, gerilmiş, arkaya doğru kaykılmış duruyor, yöreye yan gözle çok alçaltıcı bakışlar fırlatıyordu. Dağların taşların, cümle mahlukatın yaratıcısı sanki oydu. Yöreye öyle bir hava veriyordu her davranışıyla. İdris Bey de onu bir tuhaf karşıladı. Bu yarı tanrı yaratığın önünde iki büklüm eğildi. Yaşlı Çerkesler hem bu işe çok şaşırdılar, hem de çok kızdılar. Kara giyitli adamın arkasından otomobilden inen boz giyitli adam da onun önünde ceketinin düğmelerini boyuna ilikliyor, eli ceketinin düğmesinde, arkasından geliyor, pür tetikte, ne diyecek diye bir alıcı kuş gibi hazır bekliyordu. Çerkesler bunun yepyeni, çok büyük, Çar gibi bir adam olduğunu anlamakta gecikmediler. Neydi, kimdi acaba? İdris Bey biraz şaşkınlık, daha çok korku, merakla onu konağa çağırdı. Konuk hiç konuşmuyordu. Konağa girince iri konuğun arkasındaki adam İdris’in kulağına bir ad fısıldayıverdi. İdris Beyin yüzü soldu, telaşı birkaç misli arttı: "Hoş geldiniz, hoş geldiniz, hoş gelip safalar getirdiniz Beyim. Bizim köyümüze şerefler bahşettiniz Beyim. Büyük şerefler..."İri adam tombul elini bir daha ağır ağır İdris Beye uzattı, idris Bey ele sarıldı ama öpmedi. İri adamın yüzünde bu yüzden bir hoşnutsuzluk belirdi. İdris Bey bunu gördü, sezdi,üzüldü. "Bizim soyumuz hiç kimsenin elini öpmemiştir, padişahın, çarın bile," diye içinden geçirdi. "El öpmeyi hiç kimse bizden beklemesin."em>
Yaşar Kemal İnce Memed–II’de Çerkes İdris Beyi böyle anlatır.
Yaşar Kemal verdiği bir röportajında her ne kadar “Şimdi benim tüm romanlarımda Çerkes geçer. Niye böyle? Vallahi billahi bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum ama hep Çerkes oluyor” diyorsa da bu satırları ile bizleri ta iyi tanıdığını ve daha da önemlisi sevdiğini anlamak güç değil. Yazar’ın belki de bir Türkmen köyünde tek Kürt ailenin çocuğu olarak doğması evde Kürtçe okulda Türkçe konuşmak zorunda kalması, farklı milletler ve kültürlerin varlığını çocukluğundan itibaren farkında olmasından kaynaklandığı söylenebilir.
Biz Çerkes olarak Yaşar Kemal’i diğer yazarlardan daha farklı anlamalı ve anmalıdır. Yaşar Kemal çok uzun yıllar önce eserlerinde Çerkeslerden konu ve kahramanlar yerleştirme beceri ve cesaretini gösterebilmiş Çerkes olmayan Türkiyeli yazarlardandır.
Her ne kadar Yaşar Kemal’in eserlerinde Çerkesler de yeni Türkiye’nin kuruluşundan beri savaşta ve barışta başları dik, alınları ak bir halk olarak anlatmış olsa da Türkiye’deki tüm halklar - Çerkeslerle birlikte Laz, Kürt, Yezidi, Arap, Süryani ve diğerleri- Yaşar Kemal’in eserlerinde kendi kimlikleri ile yer alabilmişlerdir. O yüzden de yazının başlığı gibi “Türkiye Yaşar Kemal’ini kaybetmiştir.”
Anadolu’da yüzlerce yıl var olmuş bu halklarının sözlü olarak nesilden nesile aktardığı masallarla, öykülerle, ağıt ve türkülerle birlikte destanlarla, efsanelerle usta romancılığını birleştiren Yaşar Kemal yazım tarzı ile her yönden özgün bir yazar olmuştur. Kullandığı dil, benzetmeler, tasvirler, anlatım tekniği, imgeleme, yerel dil ve sözcükler, atasözleri dua ve ve beddualar, onun romanlarının ana unsurları olmuştur. Yaşar Kemal’in romanlarının şiirselliği olağanüstü güzel anlatımı okuyucunun gözü önünde bir film seyredercesine canlandırabilirken, kurduğu imge ve mit dünyası, benzetmeler, betimlemeler, doğanın tüm yönleriyle anlatımı, kullandığı dil, yerel sözcükler ve deyimler, atasözleri, yakarışlar, sövgüler onun anlatımını canlı ve etkileyici kılan özelliklerdir. Şiirsel üslubu, olağanüstü düş gücü, modern romanla epik anlatım biçimlerini başarıyla bağdaştırması onu özgün kıldığı kadar güçlü de kılan özellikleridir.
Bir yandan tüm kitaplarında halkların kültürünü anlatırken, diğer yandan da tarımdan sanayileşmeye geçilen 1950’li yıllarda, Çukurova’nın geniş biçimde makineleşmeye açılmasını, verimli topraklar üzerindeki ağalar arası rant savaşımının kızışmasını, bunun yoksul Çukurova köylüsü üzerindeki sonuçlarını ilk romanlarının ana temasını oluşturmuş; köy ve köylü gerçeğini abartmadan destansı bir anlatımla yansıtmıştır. Zalime ve zulme karşı mücadeleyi savunan büyük usta Yaşar Kemal Çukurova’nın bağrından çıkan bir kahramandır. O geleneği yaşatmak ve anlatmak için uğraşırken, bütün halkların kendi dilleri, kültürlerini yaşatabilmesi için emek vermiştir.
Onun içindir ki cenaze töreninde tıpkı hayalini kurduğu dünya olduğu gibi Kürt, Türk, Arap, Laz, Çerkes her milletten insan omuz omuza yürürken, köylüleri de Yaşar Kemal’i kendi topraklarında Çukurova’nın bağrında yatırmak istediklerini ifade edercesine doğduğu köyden getirdikleri toprağı mezarına atmışlardır.
Nurlar içinde yatsın.
nan
Ye'lugh Gupse