Etnik kimlik ya da etnisite ancak “öteki “ ile vardır. Çerkeslerin sosyal ilişkiler bağlamında öteki ile ilk tanışmaları sürgünden hemen sonra Osmanlı topraklarında olmuştur. Sürüldükleri yeni topraklarda birçok sorunla baş etmeye ve ayakta kalmaya çalışan Çerkes halkı, bir yandan yabancısı oldukları bu topluma uyum sağlamaya çalışırken, bir yandan da kendilerini iyice zayıf ve çaresiz hissettiklerinde etnik kimliklerine sığınarak dayanışma içerisine girmişlerdir. İnsanların “öteki”ni en bariz hissettikleri yerler büyük kentlerdir. Çerkeslerin yerleştikleri metropol kentler kısa süre sonra ilk örgütlenmeleri ve dayanışma biçimlerini de beraberinde getirmiş, ancak yaşadıkları coğrafyanın içine düştüğü kaos ve altüst oluşlar nedeniyle Çerkes halkı kendisini yeni bir sıcak savaşın içinde bulunca bu derneklerin ömrü kısa sürmüştür. İşgal sırasında direnişin temel direklerinden birisini oluşturan Çerkes halkına savaşın sonunda kurulan yeni rejimde birçok etnisite gibi sadece hayal kırıklığı düşmüştür. Daha sonra uluslaşma süreçlerinde işleyen zoraki asimilasyon ve onu takip eden diğer asimilasyon biçimleri büyük kentlerdeki Çerkes nüfusunu önemli ölçüde eritmiş, bu süreçte sadece kırsal kesimde kapalı toplum yapısı sürdüren Çerkes toplulukları ayakta kalmıştır.
Çerkeslerin “öteki” ile ikinci büyük randevuları, Türkiye’deki yapısal değişim nedeniyle kırsaldaki ekonomik yapının çözülmesiyle kırsaldan kente yaşanan göçlerle olmuştur. Eğitim ya da iş nedeniyle kente gelen Çerkes gençleri, kendileri gibi olanlarla dayanışabilmek için o yıllarda kurulan derneklerin kapılarını çalmışlar, zamanla yeni gelenlerin de itici gücüyle kısa sürede büyük metropollerin birçoğunda yeni dernekler açılmıştır. Bu dernekler değişe tokuşa, evrile çevrile hareketi bugünlere taşımıştır. O derneklerin birinci kuşak kurucularının önemli bir kısmı hala bugün hayatta ve aktif mücadelenin içerisindedir.
Bugün birçok etnik sorun gibi Çerkes sorunu da daha çok görünür ve tartışılır hale gelmiştir. Kuşkusuz bunun en başat nedeni dünyadaki küreselleşme ve hızlı değişim olgusudur. Küreselleşen dünya ekonomisi bir bütün olarak ulus devletleri ve ulusal pazarları sorgulamaya ve onların güçlerini zayıflatmaya başlayınca oluşan merkez-kaç olgusuyla etnik kimlikler ve proto-uluslar yeniden gündeme taşınmıştır. Ancak değişen koşullar Çerkes sorununu nicelik ve nitelik olarak da değiştirmiştir. “Değişmeyen tek şeyin ancak değişimin kendisi olduğu” ve değişimin kısa aralıklarla gözlenebildiği küresel dünyada, Çerkes sorununun yeni parametrelerinin de sabit ve uzun süreli olamayacağını düşünüyorum. Bu nedenle değişen dünyayı iyi izlemek ve ona göre esnek politikalar belirlemek gerekir. Ancak yeni dönem bize en azından sorunun bir bütün olduğunu, diaspora ve anavatanın birlikte ele alınması gerektiğini açıkça göstermiştir. Dolayısıyla değişen değişkenler arasında sorunun bir bütün olduğunu gösteren değişken en azından kısa sürede değişmeyecektir diyebiliriz.
Diaspora
p>Çerkes sorunundan söz ederken bu aşamada diasporaların oluşma biçimlerine ve Çerkes diasporasının çok bilinen bazı diasporalardan temel farklılıklarına bakmamız gerektiğini düşünüyorum.
Toplum bilimciler, insanların vatanlarını terk edip gittikleri yerlerde topluluklar oluşturduğu her durumda bir diasporadan söz edebileceği konusunda hem fikirdirler. Bilindiği gibi bir zamanlar, Yahudi olanların, Yahudi olmayanların arasında yayılmasını belirtmek anlamında kullanılan bu terim, daha sonra anavatanları dışında yaşayan tüm halklar için genel bir ifade biçimini almıştır. Tacirlerin, işçilerin, maceracıların, ekip biçecek toprak arayan köylülerin gönüllü dolaşımıyla oluşan diasporalar olduğu gibi; Yahudiler, Ermeniler gibi ülkelerinden zorla sürülen halkların oluşturduğu diasporalar da vardır. Çerkes diasporası oluşum yönüyle ikinci tür diasporadandır. Yine de bu iki halkın diasporasıyla çok farklıdır. Ancak her iki diasporadan hatta tüm diasporalardan çıkarılacak dersler vardır. Öncelikle Yahudi diasporasına bakacak olursak;
Bilindiği gibi Yahudi diasporası dünyanın en eski diasporasıdır. Şimdiki (eski adı Kenan) Filistin civarında Kudüs başkent olmak üzere bir krallık kuran Yahudi halkı, M.Ö. 743-581 yılları arasında anayurtlarını işgal eden işgalciler tarafından tam altı kez sürgün edildi. Ancak hepsinde de kabilelerin büyük çoğunluğu yurtlarına geri dönmesini bildi. Daha sonraları Helenler ve ardından Romalılar tarafından da birçok kereler tehcir edilen Yahudiler, Romalılar döneminde imparatorluğun topraklarına yayılarak ilk Yahudi diasporasını oluşturdular. Sonraları da yaşadıkları topraklarda dönem dönem tehcire uğramalarına karşın binlerce yıldır etnik kimliklerini korumasını bildiler. Bu durumun bence birkaç temel nedeni vardır. Bunlar arasında ilk anda:
1- Ana soy takip eden Yahudi kimliğinin sadece doğuştan kazanılan bir kimlik olup başka herhangi bir yolla edinilememesi;
2- Yahudi dininin sadece Yahudi milletine gönderilmiş olduğuna inanılan kavme özel bir din olması ve “Rab”larıyla aralarındaki özel bir ahdi içermesi;
3- Yahudi inanışına göre Kenan topraklarının (Filistin) onlara tanrıları (Rab) tarafından “vaat edilmiş topraklar” olması;
gibi nedenler sayılabilir. Kuşkusuz bu saptamalar çoğaltılabilir. Ancak Yahudi halkında özellikle dini kimlikle etnik kimliğin iç içe geçmesinin diğer hiçbir halkta görülmeyen güçlü bir kimlik bağlacı oluşturduğunu düşünüyorum. Yahudiler hem her an yeniden sürülme korkusuyla hem de zaten toprakları olmadığı için yerleştikleri yerlerde toprağa bağlı olarak yaşamadılar. Sürüldüklerinde birikimlerini yanlarında taşıyabilmek için ticaretle uğraştılar, hekimlik, mühendislik gibi her yerde geçer akçe olan ve toplumda itibar sağlayan meslekler edindiler. Fizik, kimya, matematik, felsefe, sosyoloji gibi pozitif ve toplumsal bilimlerle uğraştılar. İnsanlığın gelişimine katkı sağlayan önemli buluşlara, icatlara imza attılar.
Bu nedenlerle Yahudi diasporası yaşadığı her yerde diğer halklardan farklı olarak hem sermaye hem de bilgi birikimi bakımından her türlü değişime hazırdı. Bütün bu alt yapıya karşın Yahudi diasporasının vatan olarak Filistin’e yerleşmeleri yine de kolay olmadı. Yahudi halkının “vaat edilen topraklar” a yerleşmesi, ancak 2. Dünya Savaşı sırasında Alman faşistlerinin, bu halk üzerine uyguladığı korkunç soykırımın dünya halkları üzerinde oluşturduğu vicdani etki ve yüz milyarlarca dolarlık Yahudi sermayesinin Filistin’e akıtılmasıyla mümkün olabildi.
Ermeni diasporasının oluşması ise Çerkes diasporasına göre daha yenidir. Ermeni toplumunun ilk sürüldükleri yer, Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi toprakları içerisindeki farklı eyaletler olmuş, Ermeniler daha sonra buralardan ve Türkiye’de yaşadıkları yerlerden çeşitli biçimlerde bugün yaşadıkları Batı Avrupa, Amerika ve diğer ülkelere geçip Ermeni diasporasını oluşturmuşlardır[1]. Ben bu yazıda bu diasporalar üzerinde detaylıca duracak değilim. Sadece Ermeni diasporasıyla Çerkes diasporası oluşumu arasındaki önemli gördüğüm bazı farklara değineceğim:
p>Yalnız Anadolu’nun doğusunda değil, başta başkent İstanbul olmak üzere İmparatorluğun belli başlı büyük kentlerinde yaşayan Ermeniler ticaretle uğraşıyorlardı. Tüccar, sanatkar ve zanaatkardılar. Kentlerde yaşayan halkın azımsanmayacak kısmı iyi eğitimli ve bir meslek sahibiydi. Köylerde yaşayanların da önemli bir kısmı okuryazardı. Bunların yanı sıra Ermeni halkının yaşadığı topraklar yüzlerce yıldır işgal ve savaş görmemişti. Ermeniler Hıristiyan olmalarından dolayı tehcir sonrası çeşitli yollardan o zamanki Osmanlı’ya göre çok daha gelişmiş ve zengin olan Batı Avrupa ve ABD ’ye göç ederek bugünkü diasporalarını oluşturdular.
Öte yandan Çerkeslerin yüz yılı aşkın bir süredir içinde bulundukları savaş ortamından kaynaklanan yoksulluk ve yokluktan dolayı yaşam koşulları çok daha farklıydı. Böylesine farklı yaşam biçimlerinden gelen iki halkın, tehcir edildikleri topraklar ve oralarda yaşadıkları da göz önüne alındığında diasporalarında farklı örgütlenme biçim ve davranışları geliştirmiş olmaları kaçınılmazdı. Bu şekilde başlangıcından itibaren farklı bileşenlere sahip olan Ermeni diasporası, ister istemez Çerkes diasporasına göre farklı bir yoğunluk ve derinlik kazandı. Ermeni diasporası “Büyük Felaket”i hiçbir zaman unutmayarak, politikasını acılarını unutmamak ve unutturmamak üzerine oluşturdu. Kuşaktan kuşağa miras olarak devredilen bu politika, dünyanın dört bir yanına yayılmış Ermeni kimliğini asimilasyona karşı koruyan en önemli faktör oldu. Çerkes halkı ise yaşanmışlıklarını unutmak ve unutturmak üzere kurguladı[2]. Çoğu ailelerde yaşanan acılar bir sır gibi saklandı. Yeni nesillere aktarılmadı. Sonuçta Çerkes diasporası daha sığ ve zayıf kaldı.[3]
p>[1] Avrupa’da Ermenilerin en yoğun yaşadığı ülke Fransa’daki Ermeni lobisi ile ilgili Mansur Balcı’nın bu sitede 23 Aralık 2011 tarihli çok güzel bir araştırması yayınlandı. Bence herkesin mutlaka okuması gereken bu yazı, Avrupa’daki Ermeni diasporanın ayakta kalma yöntemlerini göstermesi bakımından çok ilginç bir çalışmadırspan>
p>[2] Bu konu üzerinde sonraki yazımda durulacaktır.span>
p>[3] Ancak bu noktada şuna dikkat etmemiz gerektiğini düşünüyorum: Nasıl ki etniseler ve etnik gruplar dünyanın her tarafında aynı olgu değilse onların oluşturduğu diasporalarda aynı olgu değildir. Farklı koşullar farklı türden diasporaların doğmasına yol açmıştır. Bu nedenle Çerkes diasporasının da dünyanın her yanında aynı olduğunu düşünmemek gerekir. Öte yandan Çerkes diasporasıyla ilgili uluslararası literatürde çok az kaynak vardır. Hatta konuyla ilgili çoğu kitaplarda böyle bir diasporanın varlığından bile söz edilmez. Ermeni Tehciri ve diasporasıyla ilgili binlerce ciltlik yayınlar düşünülecek olursa, ister istemez bu tür yayınlar konusunda ne kadar eksik olduğumuz görülecektir.span>
p>nan
Adnan Özveri