Ruhum Ruhuna Değsin…

Ben bir Anlatıcıyım, Yeryüzündeki milyonlarca Anlatıcıdan sadece bir tanesiyim. Ruhum dolaşır durur tüm evreni. Uzak diyarların yağmurlarıyla yıkanır, rüzgarlarıyla kurulanırım, çöllerin sonsuzluğunda kaybolur, bir serapta yeniden doğarım. Benim gibi dolaşıp duran Ruhların fısıldadıklarını Kelimelerle dans ettirip, İnsan hikayeleri anlatırım hepinize aşina... Küçük bir kızdım bir zamanlar. Karanlık ve küf kokulu avlularda gölgeleri kovalardım. Taş duvarların üzerine çıkıp, avlunun dışındaki korkunç dünyaya bakardım korkulu gözlerle. Heyula gibi dikilirdi karşıma hayat. Ben hayat denen alemdeki canavarların neye benzediklerini düşünürken, kedilerin boğuşmaları bölerdi düşlerimi. Küçük suratımdaki kaşlar çatılır, bulduğum ilk taşı fırlatırdım kedilere, yetmezdi, kapı önünde çıkarılmış naylon terliği fırlatırdım. ''Hahhk tam isabet,defolun pis kediler.'' Keşke avlunun dışındaki canavarlar da bu kediler kadar olsalardı, onları da haklardım bir vuruşta. Babannem diyor ki; ''Onların çook uzun guyrukları var guga, teeeyyy fizana gidiyor, guyruğunu bir vurdummu yer çatlayıp, gök yarılıyor. Sen gitme avludan dışarı, kuku deheditte.'' ''Hiii gitmem babanne. Bizim eve giremezler de mi, babanne ? '' ''Ğa a yavrım sokarmıyım onları içeri, voleyhi geberdirim vura vura. Git tesbiimi getirde, Le ilehe illeleyi diyek'' ... Mızıka nağmeleriyle büyüdüm ben. Annem çok güzel mızıka çalardı, babamla ben de gafe oynardık. Annem Şeşen çalmaya başladığında babam, ''Yeni yetme oğlanlar böyle oynuyorlar'' diyerek abartılı ve komik hareketlerle dans ederdi. Babaannem ''A dıdı dıdı, sıthimyeşh mıda mıda'' diyerek bu abartılı dansı izlerdi. Türkçeyi sonradan öğrendiği için babannem karışık konuşurdu. Annesini anlatırdı bana. Onun uzun örgülü saçlarını, yay gibi kaşlarını tarif eder güzelliğini öve öve bitiremezdi. Sonra bir Çerkes kadının Türkçe konuşamadığı için, canlı bir tavuğu kucaklayıp bakkala götürdüğünü ve tavuğun arkasını göstererek yumurta almak için nasıl çabaladığını anlatırdı kahkahalarla. Ben çocuktum. Nenelerin dedelerin baş köşelerde oturtulduğu, khabze kurallarının uygulandığı zamanlardı. Evde Kabardeyce konuşulurdu. Annem Abhaz olmasına rağmen, Kabardeyce'yi de kendi dili kadar mükemmel konuşurdu. Ve fakat bizlerle yani çocuklarıyla hep Türkçe konuşurlardı. Çocukken durumun ciddiyetinde değildim, büyüdükçe kendi içimde netleşen Çerkes kimliğim, dilimi bilmediğim için ya da öğretilmediği için hep kırık kaldı. Kabardey'den olma, Abhaz'dan doğma, Türkiye'de yaşayan BEN SÜRGÜN ! Kendi dilimde ağlamayı isterim hep. Kendi dilimde gülmeyi, düşünmeyi, düşüncelerimi kendi dilimin kelimeleriyle dans ettirmeyi hayal ederim. Kelimeleri ardı ardına dizemiyorum. Ağzımdan çıkan sözler uzaklaşıyorlar ve ben söylemek istediğimi söyleyemiyorum. Çünkü güzel dilim, sen de sürgündesin. Anlar birbirini izlerken, çocukluğumun dünyalarında gezinirim bir buluttan diğerine zıplayarak. Dünyanın da bir çocukluğu var mıdır acaba ? Büyük Çerkes ailelerinde torunlar daha çok nene ve dede ile vakit geçirirler, onlar tarafından eğitilirlerdi. Ben de babannemin yaveri gibiydim. hep onun yanında yöresinde dolaşır isteklerini yerine getirirdim. Uzunyayla'dan GALMIKŞEY gelirdi. Babannem Galmıkşey içmek istediğinde, sobanın üstünde her an hazırda kaynayan bordo renkli bitki çayını, kocaman bir kaseye koyup, bembeyaz sütü ilave eder, içine bir parça da tereyağını bıraktıktan sonra bu özel içeçeği, karabiber eşliğinde Kabardey anasına sunardım. Çocuk bakışımla bu tuhaf şeyi nasıl içtiğine hayret eder, her yudumda ''u huh uhuh'' diyerek büyük bir mutlulukla Galmikşey'i içen babannemi seyrederdim... Mızıka çalan Abhaz kadınının kucağına doğmuşum ben. Bulgurdan yoğurulan Basta'yı, unla kavrularak yapılan Şips'e bandırarak yemişim, Velibahların tereyağında minik parmak izlerim durur, Haluğana hamurundan yaptığım kuşlar ise çoktan kanatlanıp uçtular. Sahi nereye gider bulutlar? Zaman nereye gider? Sıcak bir yaz günü 76 model Renault otomobilin arka koltuğunda oturuyorum. Gözlerimde, sanki dünyayı keşfetmenin yolculuğuna çıkmışım gibi bir heyecanın pırıltıları var. Çok sıcak olmasına rağmen camı aralayamıyorum bile. Uzunyayla'nın beyaz tozu saçlarıma yapışsın istemiyorum. İlk kez bir düğüne katılacağım. Bir Çerkes kızı olarak, ailemi ve sülalemi temsil edeceğim bu düğünde. Arabanın teybinde bir mızıka kaseti dönüyor. Mızıkanın nağmelerine insan sesleri karışıyor. ''Gayserimii istasyonuumi sarmuğaaa''... Gafe'ye hafif salınarak eşlik ediyorum. Pencereden bozkırı izliyorum, Kabardey atlarının kişnemelerini duyuyorum. Yaylada koşturan parlak siyah atlar eşlik ediyor yolculuğuma, atın üstünde yağız bir Adığe görüyorum. Atalarımın bu topraklara gelişinin hikayesini fısıldıyor kulağıma Zümrüdüanka... Ama herşeyi bir yana bırakıp, Gaşenimin beni düğünde beklediğini düşlüyorum yanaklarım kızararak... Çocukluğum, benim anayurdum, neden şimdi sayıklamalarıma dönüştü ki? Kanatları kırılmış bir martının çaresizliği ve hüznüyle, başımı karanlığın cömert yalnızlığına yaslıyorum... Tek bir yurdun, tek bir kültürün insanı değilim ben. Kabardey olup, Abhaz bir rahimde beslenip, Asya ve Avrupa'nın buluştuğu, çeşit çeşit medeniyetler'in var olduğu, bambaşka bir ülkede doğmak ve büyümek nasıl bir zenginliktir ve bir o kadar da yalnızlıktır, bunu iyi bilirim. Sevgili Büyük Dedem, Ruhum ruhuna değsin de duy sesimi ! Sen daha güzel bir kıyıda doğmak için öldün ama ''Arkada bıraktıklarının yüreklerinde yaşamak, ölmemektir.'' demiş şair. Duy kalbimin atışlarını... Sen büyük sürgünde çektiğin acıları bilirsin. Peki sen bilir misin? Yok olmamak için acı çekmenin ölmekten daha çok cesaret istediğini. Tabi ki bilirsin. Bunu sen bildiğin için, bugün de ben biliyorum. Huzursuzum. Köklerimin geldiği yer ile doğduğum yer arasında çıkmazlarım, derin devamlı kanayan yaralarım var. Ben bir sürgünüm, vatanımın yağmurlarıyla yıkanır, rüzgarlarıyla kurulanırım. Sonsuz bir özlem duygusuyla yaşıyarak, asırlardır varolmanın direncini gösteren soyum için her sabah güneşle uyanıp ışıklı şarkılar söylerim... NART DERGİSİ 83. SAYI
Share