Hayatı çok merak edip yollara düşen bir çocuk varmış. Sihirli ormanın en bilge ağacını bulup ondan hayatın sırlarını öğrenmek istiyormuş. Dağlar, dereler aşmış, mevsimler mevsimleri kovalamış, ormandaki yolculuğu asırlarca sürmüş. Bu yolculuk esnasında insanlığın tüm serüvenlerini yaşamış tabiatın binbir çeşit rengini görmüş ve karanlığın gölgeleriyle savaşmış. Yaşadığı her macerada bedeninde bir değişiklik oluyormuş. Yolculuğun sonunda bilge ağacı bulmayı başardığında, yaşlı bir adam olmuş. Anlatacak çok şey biriktirmiş. Ölmeden önce gördüklerini duyduklarını diğer insanlara anlatması gerekiyormuş. Yolculuğunun son durağı olan ülkede tıpkı kendisi gibi herşeyi merak eden serüvenlere atılan korkusuz bir kız yaşarmış. Öğrendiği herşeyi taş kömüründen yontarak elde ettiği kalemlerle Akçaağaçların ince kabuklarına yazar, bir gün insanlar okuyup öğrensinler diye sedef sandıklarda saklarmış. Yaşlı adam kıza haber gönderdiğinde sanki bunu uzun zamandır bekliyormuş gibi gözleri ışıldıyan kız, bütün yazı takımlarını bir aygıra yükleyip hemen yola koyulmuş. Uzun yollar ve aylardan sonra ülkenin en uç noktasındaki köyde bulunan bilgenin evine ulaşmış. Dev bir çınar ağacının en büyük dalına yaptığı ağaç evinde oturmakta olan yaşlı adam ona yukarı gelmesini söylemiş. Genç kız ağaç merdivenlerden tırmanarak eve girmiş. ''Demek dünyanın öbür ucunu merak eden serüvenci kız sensin? Uzun zamandır seni arıyordum. Fazla zamanım kalmadı sana anlatacak hikayelerim var.'' Kız ağaç evin bir köşesine oturarak yazı takımlarını çıkarıp heyecanla beklemeye başlamış. Yaşlı bilgenin sunduğu koyu kıvamlı mayalanmış kefiri bir dikişte içip bitirmiş. Gözlerinden bütün sorularına cevap bulmak üzere olmanın sevinci okunuyormuş. ''Daha çocuk yaşta düştüm yollara. Bütün insan ırklarını tanıdım, savaşlara keşiflere tanıklık ettim. Çok yaralar aldım. Dünyada acı çekmemiş haksızlığa uğramamış hiçbir halk göremedim. Gördüğüm her milleti, ülkeyi ve yaşananları, tüm insanlık serüvenlerini senin gibi seçilmiş insanları bularak ayrı ayrı anlattım. Son olarak sana dünyanın en eski insanlarının hikayesini anlatacağım.'' Yaşlı bilge ağır ağır anlatmaya başlamış.
''Tanrı yeri ve göğü yarattıktan sonra bereketli topraklarında en iyi cinsten insanlar yetiştirdi. Bu insanlar dağların eteklerinde nehirlerin kıyılarında yaşarlardı, korkusuz ve çevik yapılıydılar. ''Gözlerinde korku olmayan kahramanlar'' manasına gelen adları vardı. Nart denirdi onlara. Adığelerin atalarıydılar. Nartlar toprak sürer ekin eker, hayvan yetiştirirler, avlanır ve savaşırlardı. Yer, gök, ay, güneş, ağaç, toprak ve demir tanrılarıyla birlikte yaşarlardı. Elbruz dağı gök kubbeyi tutardı. Nehirler çağlar, topraklar bereketlenir, analar topaç gibi oğlanlar doğururlardı. Dünyanın ilk zamanlarıydı. Kuşlar koyun, koyunlar da bizon büyüklüğündeydi. Ejderhalar ve devler dünya üzerinde ateş saçıp cirit atarlardı. Kafkasya'ya 'Altın Ülke' manasında Odış'e diyorlardı. Nart destanlarına göre Tanrıların tanrısı Tha'nın aslında kendisi için ayırdığı bu bereketli toprakları doğru sözlü insanlar oldukları için ve onların arasında beraber yaşamak istediği için Adığelere verdiği anlatılırdı. Nartlar yaşadıkları çağların serüvenlerini nesilden nesile aktarmak için destanlar üretir, müzikli şarkılar, voredler söylerlerdi. Kullandıkları dil doğadaki seslerin yansımalarından oluşurdu. Nehirlerin şırıltıları, rüzgarın uğultusu, yaprağın hışırtısı, kuşun cıvıltısı, yılanın tıslaması, kartalın kanat çırpışı Nartların dillerinde yeniden can bulurdu. Yeryüzünün ilk insanlarından oldukları için destanlar sayesinde zorlu doğa olaylarını, yaşam biçimlerini anlatmanın ve yorumlamanın yollarını bulmuşlardı.
Bilge hayat ağacını aramak için uğradığım Pers topraklarından henüz çıkmıştım ki, Kaf dağının ardında yaşayan kuşların şahı Anka'yı bulmak için yola çıkan kuş sürüleriyle karşılaştım. Dünyanın bütün kuşlarından sadece otuzu bu yolculuğu devam ettiriyordu. SİMURG demek Otuz Kuş demekti! Onlar Kaf dağına ulaştıklarında buz kristallerinden yapılmış dev bir ayna gördüler. Etraflarına bakındılar, büyük bir heyecanla kuşların şahını aradılar. AnkaSimurgPhoenixs veya Zümrüdü Anka diye anılan padişahlarını göremediler. Kuşlar aynada gördüklerinin Simurg olduğunu anlamışlardı. Otuz kuş Anka'nın ta kendisiydi. Ve Nartların ülkesi yolculuklarının son durağıydı. Rehberleri olan Hüdhüd kuşu kendilerine doğru yaptıkları zorlu varoluş yolculuğunun sonunda Anka olarak nasıl yanıp sonra da küllerinden yeniden doğduklarını kanat çırparak gittiği tüm ülkelerde anlattı.
Kafkas ülkesinde dolaşırken gözlerimi kamaştıran bir ışık topuyla karşılaştım. Bana yaklaştıkça insan görüntüsü alan karşımdaki bu genç adamın Sosruko olduğunu nice sonra öğrendim. Demirci Tlepş'in çeliklediği, bilge kadın Setenay'ın annelik yaptığı ateşin oğlu Sosruko bana insanlık için çok şeyler yapmak istediğini anlatırdı. Ateş ilk çağların en önemli buluşuydu. Sosruko Nartlar'ın mallarını yağmalayan tek gözlü Yınıj'ı (dev) öldürerek Nart ateşini halkına nasıl getirdiğini anlattığında, onun insanlık için büyük iş yağtığını söylemiştim. Biz ceviz ağacının altında öyle otururken efsunlu bir müzik sesi ulaştı kulaklarımıza. Ruhu kanatlandıran bir melodiydi bu. Sosruko ''Bizim Aşemez yine yaptı yapacağını, Bjamiy'in (kaval) sesine şimdi de pheç'ıç (şak şak) sesini eklemiş. Bizim gezgin müzisyenimizdir o. Yiğitliğine de diyecek yoktur. En güzel voredlerimizi söyler.'' dedi. Bana destanlar anlattı. Şebatinako'yu Abrıskil'i, Nesren Jake'yi, Peterez ve daha nicelerinin serüvenlerini... Tlepş'in demiri bulup ondan neler yaptığını, hatta onun yaptığı sihirli kılıçla Yınıj'in Ejderhasını nasıl öldürdüğünü anlattı. Şebatınıko türküsünün söyledi bana dinle bak şöyleydi :
''Manda gönünden kırbacını sallıyor,
Dolandırıyor boynunda atının,
Tozutuyor,
İki burnundan
Fışkıran solukları atının,
Kavuruyor otları,
Delikanlı kavrularaktan,
Oturuyor eğerinde,
Sol omzundan
Güneş doğarken,
Sağ omzundan
Çiğ yağıyor..."
Onu dinlerken ormanda kaç yıl kaldığımı hatırlamıyorum. Thojı, Sosruko'nın atıydı, sadece bir hayvan değildi. Tha'nın hediyesiydi. Bir insan gibi konuşur, kartal gibi de uçardı. Nartlar atlarıyla yek vücut yaşarlardı, atları onların arkadaşı yoldaşı herşeyleriydi. Sosruko bana ''Bu anlattıklarımı herkese anlat, Tha'nın uzak diyarlarındaki tüm devler ve insanlar bizim kahramanlıklarımızı öğrensinler. Voupsov.'' deyip vedalaşarak atı Thojı'ye uçarcasına atladı ve Setenay'ın yanına doğru kanatlanırcasına dört nala gitti.
Nartların ülkesinde asırlarca yaşadım. Onların savaşlarına tanık oldum. Salgın hastalıklarla kırıldıklarında, ilaç yapmak için şifalı bitkiler toplayıp Setenay Guaşe'ye yardım ettim. Birbirlerini kırıp geçiren Nart kabilelerinin Thamadeleri'nin meclis toplantılarında bulundum. Misafir olduğum için baş köşelerde ağırlandım. Misafire nereden geldiği, nereye gittiği, nereli olduğu, ne zaman yola çıkacağı gibi konuların sorulması çok büyük ayıp sayılrdı. En güzel Sane'yi (üzüm içkisi) bronz boynuz kadehlerde içtim... Bu güzel ülkede her zaman savaş oluyordu. Yüzyıllarca sürdü savaşlar. Ama en kötüsü Adığelerin topraklarından sürüldüğü Rus savaşlarıydı. Bu yolculuğa çıktığımdan bu yana böylesine bir soykırıma tanık olmamıştım. Ölenler ölüyor, kalanlar soylarını yaşatmak için yeryüzüne dağılıyorlardı. Kahramanca savaşmalarına rağmen yurtlarını terk etmek zorunda bırakıldılar. Yıllarca sürecek olan büyük sürgün başladı. Gökyüzündeki yıldızlar ateş topları gibi kayıp saçıldılar yeryüzüne. Adığeler bilmedikleri, duymadıkları ülkelere doğru yol aldılar. Büyük bir kafileyle birlikte sultanların ülkesine giden gemilere bindirildik. Gemiler gereğinden fazla doluydu. Güneşin çocukları Nartlar karanlığa doğru yelken açmıştı. Fırtınalar, kasırgalar gemiden bir sürü insanı alıp götürüyordu. Denizler ölen insanlara mezar oluyordu. Nartlar, Tha'nın ve diğer tanrıların onları terk ettiğine inanıyorlardı. Onlar da tanrılarını terkettiler. Yeni hayat yolculuğunda karşılarına çıkanlardan, koruyucu tek bir tanrı olduğunu öğrendiler ve ona yöneldiler. Çağ savaşlar ve yıkımlar çağıydı. Gittikleri her yerde hem o ülke için hem de hayatta kalabilmek için savaşmak zorundaydılar. Adığelerin topraklarına başka insanlar yerleştiler. Geriye kalanlar gidenlerin dönmesini bekledi, gidenler ise birgün anayurtlarına dönmeyi istedi. Ama ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir şey eskisi gibi olmadı...''
Kadın anlatmaya ara verip ölüm döşeğindeki adama su içirmeye çalıştı. Suyu içmekte zorlanan ölüm yolcusu zor nefes alarak hırıltıyla konuştu ''hadi devam et, bitir hikayeyi.'' Kadın anlatmaya devam etti...
Yaşlı bilge günlerce anlatmış. Adığelerin sürgün hayatlarını, yaşamak için isimlerini tarih sayfalarından sildirmemek için verdikleri savaşları, anayurtlarından gelen haberleri anlatmış bıkmadan usanmadan. Genç kız da günlerce yazmış. Ağaç kabukları bittikçe ormandan yenilerini getirip yazmış. Yaşlı adam yorulmuş ve artık söyleyeceği çok az söz kalmış. ''Yolculuğumun sonuna geldim, şimdi elimi tut ve beni dışarıdaki bilge ağacın yanına götür, vakit tamamdır.'' demiş. Genç kız üzgün ve biraz da korkarak dev ağaca kadar götürmüş onu. Ağacın gövdesindeki kovuk iyice büyümüş. Kızın ellerini tutarak; ''Dünyanın bütün halklarını tanıdım, bütün zamanlarına tanıklık ettim. Her gittiğim ülkede yaşadıklarımı senin gibi genç kızlara anlatıp yazdırdım. Nartların hikayelerini de sana anlattım bundan sonraki nesillere aktarasın diye. Sen bir ANLATICISIN. Sana vereceğim bu iksir Setenay Guaşe'nin uzun hayat iksiridir. Beş yılda bir, bu iksirden üç gözyaşı damlası kadarını içtiğin suya katacaksın. Hayat suyun olacak bu. Yeryüzünde dolaşıp anlatacaksın ta ki mahvolmuş ruhların kelimeleri ölümcül kullandıklarını farkettiğin güne kadar! Sonra sen de susacaksın.'' deyip küçük kristal şişedeki iksiri kızın avuçlarına bırakmış.
Son bir güçle dev ağacın kovuğundan içeri girmeyi başarmış. Arşın derinliklerine doğru hızla ilerlerken hayatın sırlarını öğrenmek üzere olduğu için huzurla gözlerini kapamış... Genç kız kovuktan yansıyan ışık süzmelerine bakmış saatlerce. Sonra da ağaç eve giderek yazı takımlarını toplayıp aygırına yüklemiş ve yolculuğuna kaldığı yerden devam etmek üzere yola koyulmuş...
Gece siyah örtüsünü pencerelere örtmüştü, şöminedeki ateş sönmek üzereydi. Ölüm yolcusu kadının ellerini tuttu ve son bir güç toplayarak ''Vuopsoğ ANLATICI '' dedi ve gözlerini yavaşca kapadı. Yüzüne acılarının dindiğini belli eden bir huzur ifadesi yayılmıştı.
Kadın bir müddet öylece oturdu, sonra usulca kalkıp sedef sandığının yanına gidip kapağını açtı ardına dek. Kuzeyden esen yel bacadan süzülüp şöminenin ölgün ateşini harlandırdı. Sandığın içindeki Akçaağaç kabuklarına yazılmış yüzlerce hikayenin ışığı birden odayı aydınlattı. Kristal iksir şişesini aldı. Üç gözyaşı damlası kadarını suyuna damlatıp içti. O yeryüzündeki milyonlarca ANLATICI'dan sadece bir tanesiydi. Uzak diyarların yağmurlarıyla yıkanıp, rüzgarlarıyla kurulanır, çöllerin sonsuzluğunda kaybolup bir serapta yeniden doğardı. Onun gibi dolaşıp duran ruhların fısıldadıklarını kelimelerle dans ettirip, insan hikayeleri anlatırdı hepimize aşina..
Dilek Qudey