Yolcu derenin kıyısında diz çöktü , ellerini suya daldırdı ve suyu yüzüne çarptı. Gün batmak üzereydi ama su damlaları yüzünde çabucak buharlaştı. Sıcaktan yoğunlaşmış buhar yanaklarını nemlendirir gibiydi. Suyun yüzeyi duruldu. Yolcu sudaki yansımasına baktı. Yüzü zayıflamış, şehir hayatına özgü o yumuşak, bakımlı izler silinmişti. Dağlarda ve uzun yollarda kurumuş yanmış yüzünü inceledi. Yüz hatları sert, düşünceli ve kararlıydı.
Burada Bjeduğ ülkesinin stepleri başlıyor, dağ yamaçlarından kopup gelen rüzgar özgürce dolaşıyor, ovaların geniş ve hür nefesiyle birleşiyor, insan kendini farklı hissediyor; gerginlik her an tetikte olan vücudu ve gözleri terk ediyor, yerini beklenmedik bir şekilde elde edilen özgürlük hissine bırakan yalnızlık duygusu alıyordu. Herkes ve herşey seni görebiliyor ama bu rahatsız etmiyor çünkü sen de artık herşeyi görebilme yeteneğine sahiptin.
Şarkı yalnızlığa verilen bir cevaptır. Şarkı söyleyen de bir cevap bekler. Kim yalnız değildir ki? Sadece şarkılar yalnızlık anlarında etrafında olup biteni anlamana yardımcı olabilir. O, seni çevreleyen her şeye kendine özgü bir şekilde ulaşır; taşa ayrı ağaca ayrı insana ayrı. Şarkı senden uçar gider ve kimbilir ne zaman ve ne şekilde geri döneceğini: belki otların hışırtısı belki yağmurun gürültüsü olarak…
Damla yolcunun çenesinden suyun sakin yüzeyine düştü, dağıldı, bölünerek ve çoğalarak kaynağı çevreleyen yüksek otların gölgesinde kayboldu. "Bizler suyun hafızasında yer ediyoruz. Acaba insan hafızası insanla birlikte ölür mü?", diye düşündü yolcu. Ellerini ıslatıp, traşlı başında gezdirdi. Güneş ufukta kaybolmaya yüz tutmuş, köye çok az bir yol kalmıştı. Yolcu, yanında sakince duran atına bindi, ona su içirdi ve yolunun üzerindeki son nehir olan Psekups'u geçti. Atı karşı kıyıda taze ve lezzetli otların arasında otlarken iki saat kadar söğütlerin gölgesinde dinlendi.
At köyün yakınlarda olduğunu hissediyor ancak sahibine sadakatini koruyarak sadece arada sırada kulaklarını dikleştirip homurdanarak sesleri ve kokuları algılamaya calışıyor, sakince yoluna devam ediyordu. İşte ormanda kesim için ayrılan ağaçlık bölgeler ve saman yığınlarına rastlamaya başlamıştı. Ormanın ardındansa işlenmiş tarlalar uzayıp gidiyordu.
Yolcu, kendini Allah'ın hizmetine adamış seksen yaşlarındaki İmam Alec'in evinde konakladı. İmam, tanrının varlığından asla şüphe duymaz, böyle bir sorunun yöneltilmesinden bile rahatsız olurdu. "Yaşıyor muyum?, işte sorulması gereken soru bu. Eğer Allah'ın varlığına inanıyorsam o zaman yaşıyorum demektir, işte tek inanç budur." diye düşünürdü. Kendisini anlayan bir sohbet arkadaşı bulduğu içinde memnundu.
İnançları olmayan kişi bu dünyada mevcut sayılmaz, diye sakince söze başladı konuk.
Çok az insan doğru inançlara sahip. Aksi taktirde Allah'a olan inancın gerekliliği kalmazdı.
Peki din bir inanç mıdır?
Dikkatlice sordu konuk. İhtiyarın sıradışı kişiliğini farketmişti, kendine sakladığı fikirlerini sezdiğini anlayarak devam etti:
Tanrı'nın varlığına inanmak ve dine hizmet etmek eşdeğer midir? Tanrı'nın varlığına inanan ve emirlerini yerine getiren birçok kişi var ama bu insanların etraflarındaki diğer insanlara hiçbir faydası yok.
Din gerçektir. İnançlar ise değiştirilebilir. Anne çocuğunu terk ediyor, oğul baba katili oluyor, arkadaş arkadaşa ihanet ediyor. Adına dualar edilen krallar, kanunları kendileri koydukları halde kullarını idam ettiriyor. Din tek gerçektir.
O zaman ne kadar din varsa o kadar gerçek var demektir.
Birçok kişinin böyle düşündüğünü biliyorum. Belli ki sen de yanılanlardan birisin. Dinin özü birdir, gerçek tektir ama Tanrılar farklıdır. Dinler farklı ama Tanrı tektir diyenlerin karşısındayım ben. Farklı halkların farklı Tanrıları olabilir, ama işin özü değişmez, o da Tanrı'nın varlığı tartışılmazdır. Diğer herşey insanlar tarafından uydurulmuştur, cahil ve hayatın zorlu yolarında yolunu kaybetmiş insanlar tarafından. Tanrı insanlara, onların kendisini anlayabileceği şekilde görünür, bu yüzden insanlar O'nu farklı şekillerde görürler.
"İlginç bir ihtiyar. Böyle bir Adığe imama rastlamak çok zor." diye düşündü konuk, belki kendisi de düşüncelerinin kendisine anlatılan İslam öğretileriyle uyuşmadığının farkında değildi. Eğer tanrılar farklıysa içlerinden birisi daha gerçekçi olmalı ama imam tüm Tanrıların Tanrı inancı demek olduğunu iddia ediyor.
İmam Efendi, hayat devam ediyor, halklar dinlerini değistiriyor.
Hayır, halklar dine olan bakış açılarını değiştiriyorlar, dinin varlığını inkar etmiyorlar. İnsan sadece Tanrı'ya daha yakın olabileceği şekli arıyor.
Peki inanç insanla birlikte doğmamış mıdır?
Konuk, dini insanların icat ettiğini söylemek istemişti ama kendini tuttu. Ancak imam misafirinin düşüncelerini okudu ve itiraz etti:
Hayır. İnsan bebek olarak dünyaya gelir, din nasıl bir bebekte vuku bulabilir? Tanrı gerçekliği her zaman vardı. İnsan büyüdükçe akıllandıkça onu algılamaya başladı ama bu herkese nasip olan bir özellik değildir.
Peki bu gerçeği fark edemeyenler? Gerçek herkese açık ve herkes tarafından anlaşılır olmamalı mı?
Gerçek kadar insandan gizlenen başka birşey yoktur. O tıpkı bir tohum gibidir. İnsan onun sadece toprağın üzerinde kalan kısmını görür. Tohumdan fışkıran filizin kime nasip olacağı ise belli olmaz. İnsana mı bir hayvana mı yoksa başıboş gezen rüzgara mı? Tohum toprağın üzerine çıkamayabilir bile ama ona filizlenme yetisini veren güç inkar edilemez. Biliyorum ki sen eğitimli bir kişisin. Kitaplarda birçok hikmetli fikre rastlamak mümkündür. Bu farklı fikirleri birleştirense tek bir noktadır. Tüm kitaplar hakikati kendi kabul ettikleri şekilde ifade ederler. Bu her zaman böyleydi şimdi de böyle.
"Kendi kendine eğitilmiş aklı aksine inandırmak çok zor" diye düşündu konuk. Din ile ilgili modern bakış açılarını iyi biliyordu ama bu ihtiyar tartışmak istemezdi. Aslında kendisi de tartışmaya pek eğilimli değildi sadece karşısındakinin fikirlerini anlamaya calışıyordu. İmam, savunduğu şeylerin "gerçek" değil kendi fikirleri olduğunun farkında değildi. Oysa ki insanın düşünceleri gerçekten çok uzak olabilir veya en iyi ihtimalle onun sadece çok küçük bir parçası olabilir. Heralde bu tür konular hakkında konuşmayı seviyor ama çoğu zaman içten değil alışkanlık ve görevi gereği konuşuyordu.
Konuk, ev sahibinin Bjedug ülkesinde cok tanınmış bir imamı olduğunu ve herkesin onu saydığını biliyordu. Gelecekle ilgili planlarında kendisi için bir yoldaş olamayacağının farkındaysa da en azından popülaritesinin sebeplerini anlamaya gayret ediyordu.
İnsan herzaman gerçeğe karşı savaşmıştır…
İnsan herzaman gerçeği arar ve onu kendine göre işler.
Konuk imamın sözünü kestiğine pişman olduysa da karşısındakinin yüzünden kendisini anladığını ve affettiğini okumuştu.
Bu konulardan bahsettik zaten. İnsan gerçeği değiştirmeye çalışmaz, sadece onu tanımadan ona karşı savaşır. İşte bu yüzden tanrılar farklıdır, O'na farklı isimler verilmiştir. İnsanlar tanrıyı çoklaştırırlarsa onunla daha iyi mücadele edebileceklerini sanmışlardır.
Alec Efendi eğer gerçeğe sahip değilsek bizleri ne birleştirebilir ki? Peki o zaman neden uğraşıyoruz hayatın çocuklarımızda devam etmesi için? Demek ki bizler hayat yolunda körü körüne ilerleyen yolcularız. Bize konuşma yeteneği veren karakter ve dış görünüşlerimizi belirleyen ne yaptığını biliyordu. Bize verilen bu özelliklerle yaşıyoruz, dünyayı algılıyoruz, dağlarda yaşamayı öğreniyoruz, toprağı suyu işliyoruz, gökyüzünü tanımaya çalışıyoruz. Yaratıcı bize dünya üzerinde yaşayan başka halklar olduğunu anlama imkanı da verdi.
Farklı halklar, farklı hayatlar birbirine uzanır, birbirlerinin kuvvetli ve zayıf yönlerini anlamaya çalışır. Tanrı insanları farklı yaratmıştır. Her halk O'nu arasın ister kendisini bulanı diğerlerinden üstün tutar diğerlerine karşı iktidar verir ona. Hayat masal veya şarkı değildir... Duydum ki masal ve hikayeler kaleme alıyormuşsun.
İmam'ın sesi sert çıkıyordu.
Şarkı iyi bir ruh hali veya arkadaş için söylenir peki ya sen, sen kim için söylüyorsun şarkılarını?
Ben şarkıcı değilim, şarkıları zaman onları alıp götürmesin diye kaydediyorum.
Peki bu senin elinde mi? Bir şarkı unutulur diğeri söylenir. Şarkı söylenmesse ölür gider. Sen şarkılar için mezarlık mı kuruyorsun yoksa şarkılar yoluyla kalbimizi düşmana mı açıyorsun?
Şarkı elçi olabilir.
Peki kimi getirecek şarkı evimize? Dostu mu, düşmanı mı?
Yalnız kişi şarkı söylemek zorundadır.
Konuk bu sözleri içinden söylemek istemişti ama onlar dudaklarından dökülüvermişti.
Yalnız kişi mi? Eğer kişi yalnız ise bu Allah'ın isteğidir. İmam bacaklarının arasında tuttuğu sopayı yere vurdu.
Bir tek O bilir neyin ve kimin ne olacağını.
Konuk, imamın nereye ulaşmaya çalıştığını anlamıştı. O da insanların Tanrılara ihanet ettiğinin farkındaydı çünkü hayat değişiyor ve insanlar da değişiyordu ama imam insanlar için birşeylerin yasak olarak kalmasını istiyordu. İnsanların hiçbir zaman gerçekleri sonuna kadar anlamamasını, bunun onların elinde olmamasını istiyordu. Herşeye muktedir olan Allah ama imam O'nun adına insanlarla konuşuyor diye düşündü konuk. Oysa ki Allah, insanlar emirlerine sadık olduğu sürece onları hiçbir konuda kısıtlamıyor.
Adığeler özel bir halktır ve Adığe gibi yaşamalıdırlar. Yabancı olan hiçbirsey onlara dokunmamalı.
İmam biraz sakinleşmiş bir şekilde devam etti:
Adığeler çok uzun zamandır, dünyada sanki onlardan başka kimse yokmuş gibi yaşıyorlar. Peki ne elde ettiler? Sahip olmadıkları şeylerin bolluğu içinde sandılar kendilerini. Bizim dostumuz olamaz. Çok saf ve sayıca çok azız. Tek ihtiyacımız olan merhamet. Peki kim merhamet gösterir bize? Bu şarkıları derlediğin kişiler onları dinlemeyecek, öğrenecekler ama söylemeyecekler. Şarkılar yoluyla sesinin gücünü ölçecekler, zayıf yönlerini anlamaya çalışacaklar sonra da bu izlerden yola çıkarak seni avlamaya kalkacaklar. Bizim yolumuz kimseyle bir değil bizim yolumuz kendimize ait. Konuk, ev sahibinin kendine güvenen öğretici konuşmasını dinlerken düşündü "Rus Çarı beni Çerkes Karamzin olarak adlandırıyor. Çar'ın desteği çok önemli. Bu desteği hak etmek için ona bazı hizmetlerde bulunmak gerek. Halkım için ne yapmalıyım? Milyonlarca nüfusu olan halklar bile yok oluyor. Adıgey'i baştan sona gezdim, halkımın her haline tanık oldum, her seferinde kalbinin temizliğine, ince ve insani geleneklerine hayran kaldım. Şarkıları uzun ömürlü, yüzlerce yıl daha yaşayacaklardır. Onlar halkın kalbinin sesi. Peki ya akıl…Şarkılar kalbi sakinleştirir ve umut etmeyi ögretirler; ama günümüz şartlarında yaşamayı öğretemezler. Kötülük çoğu zaman hayatımızı yönetir ama insanlar bunu fark edemez. Zaman içinde insanlar suçlu ve suçsuzu ayırt edebilecekler ama bunun kime ne faydası olacak? Geçmiş insalara herzaman doğru yolu gösterebilir mi?
Ben Ruslara Adığelerin gerçek yüzünü göstermek istiyorum. Bu görevi tek başıma yerine getiremem ama ilk adımı atabilirim.
İmamın haklı olduğu konular olabilir. Belki de her halk geçti bu yoldan, uzun yıllar boyunca yüreğini ve ruhunu anlatarak böylece tabiatta ve yaşamda bir şeyleri telafi ederek. Geleceğin sarsıntıları ve afetleri bu şekilde sezildi ama onlardan sıyrılmak mümkün olmadı yine de. Bazen kimi ipuçları verilse de insana, o bunların bilincine varamaz ve kimse ve hiçbir şey büyük felaketlerden koruyamaz insanları. Şarkı ve söylencelerse tıpkı tohumun filizlenmeden, güneşin doğmadan duramayacağı gibi insanların da şarkı söylemeden duramayacağını fısıldarlar.Birçok halk bu dönemlerden geçmiş sadece kalpleriyle değil akıllarıyla da dünyayı kavramış ne kadar büyük olduğunu, tek bir halkın bakışına ve zihnine sığamayacağını anlamıştır. Dünya devasadır farklı renklerden ve halklardan oluşur. Akıl başa geçmiş kalbin açtığı patikalarda yol almış kendi halkını ve diğer halkları tanımak için emek harcamış ve onların birbirlerinin deneyiminden faydalanmalarını sağlayarak kendinin ve insanoğlunun ömrünü uzatmıştır bu topraklar üzerinde… Adığeler diğer halklar için ne yapmıştır? Bizim tarihimiz karanlık, bugünümüz kederli, yarınımız tam bir yokoluştan ibarettir. Duygular ile yaşamak mümkün müdür günümüzde? Halkımızın kurtuluşu için kalbimizi diğer halklar, onlardan birşeyler öğrensinler diye Adığe'nin o muhteşem kalbini diğer halklara açmamız gerek. Başka ne verebiliriz ki onlara? Şarkılar yoluyla ulaşmalıyız insanlara. Onlardansa kendi kendimize öğrenemediklerimizi öğrenmeliyiz.
Ruslar çok nüfuslu büyük bir halk. Eğer Çar bizi anlarsa onların şarkıları bize de yeter."
Kendisi, Çar'ın politikalarını iyi bilen, iyi bir eğitime sahip orduda eski bir albaydı. Bilgilerini her geçen gün katlamaya çalışırdı. Çar'ın ve bakanlarının binlerce insanın ve halkların kaderiyle nasıl oynadığını iyi bilirdi.
''Bizi anlayacaklarını umut ediyorum, peki biz onları anlamayı başarabilecek miyiz? Biz barışçıl bir halkız, bazen tutkulu olsak da çakmaktaşından sıçrayan ateş gibiyiz, hızla vursan bile kolay kolay alev almayız. Ateşli olmamız kahramanlığımızın bir göstergesi, büyük bir adım atarken bize güç veren enerjidir. Yalnız kişi şarkı söylemelidir! Ne ile çıkacağız diğer halkların önüne, elimizdeki tek şey temiz kalplerimiz değil mi? "
İmam devam etti:
Başlangıcı olanın elbet sonuda gelir. Hepimiz birgün bu dünyayı terk edeceğiz; bu yüzden Allah'ın emirlerine göre yaşamalıyız. Sen gözü açılmamış tayı kurt sürüsüne emanet etmek istiyorsun. Eğer biri seni yerinden etmek için itiyor ve sen buna karşı koyma gücüne sahip değilsen o zaman hiç değilse kenara çekil yoksa hem yerinden olursun hem canından. Kendi toprağın altındır ama canın ve Allah'a olan inancın her şeyden üstün gelir. Allah inancı içindeyse gurbette bile olsan diğer dünyada mutlaka cennete kavuşursun.
Evet, dünya çok büyük ama bu koca dünyada kendimize bir yer bulamayabiliriz, diye itiraz etti konuk. Toprağını terk ederken köklerini yanına alamazsın, rüzgar nereye sürüklerse oraya savrulmak zorunda kalırsın.
İçinde Allah sevgisi olan temiz kan ve akıl taşıyan her halk her yere taze kökler salabilir. Aksi gerçekleşirse şayet Allah'ın isteği bu yönde değil demektir.
Şarkılar ve söylenceler, hayatta kutsal olan değerlerin sadece kendi öz topraklarında kök salıp ayakta kalabileceğini söylerler.
Zamanla eskimeyen hiçbir söylence yoktur. İnsan çığlık atarak doğar, acılar içinde ölür. Ölen insandan geriye sadece acılar kalır. Şarkı akıl değildir; şarkı, akılsız kalbin cevapsız çığlığıdır.
İmam, vücudunda bir yorgunluk belirtisi olmamasına rağmen bitkin bir ses tonuyla konuşmaya başlamıştı. Belki o da bir çıkış yolu olmadığını seziyor ama düşüncelerine düşman gördüğü misafirinin önünde bunu itiraf etmekten çekiniyordu. Karşısındakinin kendisiyle aynı fikirleri paylaşmaması aslında kendi içinde bile barışık olmaması imamı sinirlendiriyor, gerçeğin buralarda bir yerlerde ama ulaşılmaz olduğu hissini veriyordu. Misafir bugün buradaydı yarın değil ama onu rahatsız eden fikirleri kalıcıydı. Adığeler ve Rusların yolları bir değil ama başka bir yol da yoktu. Başka yollar büyük suların ardında… İnançlar aynı ama hayatlar farklıydı. Gavurların, inançsızların yanında işimiz neydi?
Konuksa başka şeyler düşünüyordu. "İmam aptal değil kendisi de bunun farkında. Akıllı olmaya çalışıyor, içine bir ışık doğsa bile (nasıl da yanılmışım!) bunu itiraf etmeyecek ve bütün gücüyle fikirlerini başkalarına empoze etmeye devam edecek. Kendini insana özgü gündelik sorunların üzerinde tutan herşeyi anladığını idda edip insanların arasına nifak tohumları eken kötülüğünü "büyük meşguliyetlerin" arkasına gizleyen zararlı akıllar vardır. İmam onlara benzemiyor. Onlarla tek ortak yanı ise zararlı bir akla sahip olması. Kendini bile düşünmekten aciz, inançları olmayan, çözüm bulamadığı için elindeki beyaz bastona kör gözle güvenmeye çalışan birisi imam".
Konuk kendisini yalnız hisetti. Gece çok karanlık, camlar ışık geçirmezdi. Dağlarda yalnız geçirdiği geceler geldi aklına. Gökyüzünde tek bir yıldızın bile olmadığı karanlık geceler. Hiç birşeyin görünmediği yerde sanki insan kendisi de görünmez oluyor, korku beliriyor. Bu şekilde insan bir ay yaşasa ya vahşi bir hayvana dönüşür ya da tamamen aklını kaybederdi.
Değerli misafir, yatağın hazır. Yarın yola çıkacağını söyledin, eğer görüşemezsek affet ben de yarın Temirgoy'a gideceğim. Gün ışımadan yola çıkmış olurum.
Konuk ev sahibinin arkasından baktı. Misafirhanede hüküm süren karanlık da sanki adamın arkasından boğuk bir sesle süzülüp gitmişti. Ölümünün ardından bu dünyada ne bırakacağını umuyordu? Kendisi de kendine bu tür sorular soruyor olmalıydı. Konuk bir Şapsığ ihtiyarla arasında geçen konusmayı anımsadı. Zihin ölümle savaşmamalıydı, ölüm insan hayatının değil dünyanın bir parçası olarak algılanmalıydı. İşte o zaman her şeyin seninle başladığı ve senin ölümünle sonlanacağı fikrinden kurtulursun. Sen gürültülü denizin bir dalgası, parçası, damlacığısın; bir dalganın bittiği yerde bir diğeri başlar. Deniz sayısız damlacıklardan oluşur, onlar her biri kendine özgü kanunlara göre değil tüm damlacıkları birleştiren denizin kurallarına göre varlıklarını sürdürürler. Eğer bir parmağımız acırsa bu acıyı bütün vücudumuz hisseder. Ancak parmağı keserlerse vücudun kalanı yine de yaşamaya devam eder.
Şarkı ve masal kahramanları korkusuzca ölüme karşı gelirler, kendilerini halkları için feda ederler. Bu kahramanlık anlarında ne düşünürler, onları harekete geçiren duygu nedir? Sanırım bu anlarda halkla bütünleşmişlik duygusu en üst seviyedir. Ölüm ancak herkese geldiğinde gerçek ölümdür yani felaket bütün bir halkın başına gelir ve sen ona yardım etmek için herşeyi göze alırsın.
Konuk ayağa kalktı, imamın oturduğu yerde bir parça karanlık kalmış gibi hissetti. Yan odaya geçti, orada kendisi için hazırlanan yatağın yanına bir tabure çekti ve çantasından kağıtlarını çıkarttı. Biraz çalısmaya karar vermişti. Rus Çarı ikinci kitabını basmasına izin vermemiş kitabın içinde onlarca yıldır savaştıkları halka karşı fazlaca sevgi olduğunu öne sürmüştü. Boşuna Çar'ın iyi niyetine güvenmişti. "Çok az insan arzularıma değer veriyor, ama ben artık buna alıştım''diye düşündü konuk. "Birçok Rus, özellikle de Rus yazarlar makalelerimi okudu ve onlarla ilgilendi. Eğer bu insanlar bizim tarafımızda olsalardı ve seslerini bizden yana yükseltselerdi bize çok yardımları dokunabilirdi. Ne ilginçtir ki içlerinden hiçbiri Çar'ın Adığe halkının varlığını tehdit eden Kafkasya'da ki yayılmacı politikalarını toplumsal bir problem olarak görmüyor."
Konuk kağıtlarını karıştırdı, notlarını kontrol etti, bunlardan iki kitap daha çıkardı.
Kapı sessizce açıldı, içeri yaşını tahmin etmesi zor zayıf bir erkek girdi. Üzerinde soluk gri renkte bir çerkeska vardı. Kulpsuz tahta bardağı ve içinde birkaç şelame olan tabağı konuğa uzattı.
İmam efendi "Konuğumuza ayran ve şelame götür, kendisi biraz daha oturacak" dedi diye ekledi.
Adam konuğun gözlerinin içine bakıyordu. Yüzünde hiçbir ifade yoktu ve yanlış anlaşılacağından çekinmiyordu.
Teşekkür ederim, dedi konuk. Evet, bir süre daha çalışmayı düşünüyorum.
Adam ayakta durmaya devam ediyordu, konuk oturması için yer gösterdi. Oturduğu yerden gözlerini kırpmadan konuğa bakmaya devam etti.
Ayran lezzetli mi? diye sordu konuk bardağı eline alırken.
Adam hemen cevap vermedi. Bakışlarına bir merak, bir canlılık gelmişti.
Kararlı bir şekilde konuştu:
Efendimizin sevdiği gibi.
Konuk ayranın yarısını içti.
Lezzetliymiş.
İç yine getiririm, hizmetkarın yüzünden bir parıltı geçti.
Konuk tüm bardağı kafasına dikti ki adam başında beklemesin.
Sağol, yeterli.
Daha sonra getiririm o zaman.
Adam dışarı çıktı. Konuk yeniden kağıtlarına daldı. Yarım saat geçmesine rağmen bir türlü konsantre olamıyordu. Yorulduğunu düşündü, son yolculuğu oldukça ağır geçmişti. Açık havaya çıkmak istedi, başı döner gibi olunca yeniden oturdu. Son yıllarda çabuk yorulur olmuştu. Ama bu kadar ani bir bitkinlik hiç hissetmemişti. Vücudu uyuşur gibi olmuş, nefesi ağırlaşmıştı. Yatağa uzandı. Kapısı yeniden aralandı, adam geri dönmüştü. Oturmaya çalıştı. Adam yeni bir şey görmek istercesine konuğu süzdü. Elinde bir bardak tutuyordu.
Ben Alec Efendi'nin adamıyım, dedi. Sanki bir soruya cevap verir gibiydi. Beni Türkiye'den getirdi, orada zengin bir Türk’ün eşleriyle ilgileniyordum. Çok zor zamanlardı. Allah'tan korkmasam kendimi öldürürdüm. İmam beni kurtardı… Sen İmam'ın hoşuna gitmedin, bu çok kötü. Senin için kötü. Sen uyumadan imam uykuya dalamayacak.
Konuk giderek nefes almakta zorlandığını hissediyordu.
İmam'ın hoşuna gitmeyen ne?
Bilmiyorum, ama seni sevmedi.
Biz sadece sohbet ettik, biraz tartıştık o kadar ne var bunda?
İmam her zaman haklıdır, onunla tartışmak neden?
İnsan her zaman haklı olamaz.
Olabilir. Efendimin söylediği her şey doğrudur.
Konuk kuvvetli bir baş dönmesi hissetti ve konuşmasına ara verdi.
Biraz rahatsızlandım, bağışla.
Belki de ayran dokunmuştur.
Hayır
Sen şehir insanısın, Rus yiyeceklerine alışkınsın. Dediklerine göre oralarda büyük bir adamımışsın.
Bunu kim dedi?
İmam efendi.
Bir görevim yok, istifa ettim.
Adam bir an düşündü.
Konuk biran bilincinin yeniden netleştiğini hissetti. Halsizlik ve baş dönmesi azalmış, içinde hizmetkarla konuşma isteği belirmişti.
Adını bilmiyorum… diye başladı (adam cevap vermedi). Şehirde önemli bir görevim vardı, Ruslar tarafından bir Adığe'nin böyle bir göreve getirilmesi per sık rastlanan bir durum değil. Rus Çarını da tanırım. Ruslar benim için büyük iyilikler yaptılar.
Ruslar iyi şeyler de yapabilir mi?
Dur…Onlar bize yardım edebilirler. Konuk ateşinin yükseldigini hissediyor, bir şeylerden korkar gibi aceleyle konuşuyordu.
Dinle, beni kardeşin say…
Ne? adam anlamamıştı.
Beni kardeşin say…
Hayır! diye cevap verdi zayıf adam.
Benim kardeşim yok, tamamen yalnızım… Hayır, ölümden korkmuyorum. Zaten bütün Adığeler yalnızdır. Böyle olmamalı! Yalnız kişi şarkı söylemelidir kardeş! konuğun güzel yuvarlak yüzü solmuş, terle kaplanmıştı. Yalnızlar karanlık ormanda şarkı söylemelidir.
Şarkı söylersen aç kurtlar üstüne saldırır!
İnsanlar kurt değildir kardeş…
Ben senin kardeşin değilim, bana böyle seslenme!
Kardeş…hiç şarkı söyleyene saldırılır mı? Kötüyüm… çok kötü, bağışla. Açık havaya çıkmalı ve şarkı söylemeliyim…bekle…henüz işlerim bitmedi. Sana güveniyorum.
Hayır, bana güvenme!
Sana güveniyorum kardeşim. Kağıtlarımı sakla, onları efendine verme, okuryazar birine ver. Çantamda para var, çok para var, onları sana veriyorum. Görüyorum ki mutluluk ne bilmemişsin. Mutlu ol, kamamı da al, çok değerlidir aceleyle kamasını çıkartmaya başladı. Al, lütfen al!
Ben kama taşımam.
Hatıra olarak sakla o zaman.
Onu almaya layık değilim ben. Sanırım sana zarar verdim.
Hayır! Sen benim kardeşimsin, Adığe kardeşim, Adığe Adığe'ye kötülük yapmaz.
Konuk sık ve ağır nefes alıyordu. Hizmetçi ilk defa konuğa acıma duygusuyla baktı ve ona doğru bir adım attı.
Paraları al ve imamdan kaç. Yeni bir hayata başlamana yetecek kadar para var çantamda.
Evlenmem mümkün değil ama dört çocuklu dul bir kız kardeşim var. ..
Parayla ne istersen yap!
Sana zarar verdim, ben…
Böyle söyleme! Hiçbir zaman kimseye böyle birşey söyleme, bunu kardeşin için yap…
Ölümün yaklaştığını hisseden konuk daha hızlı konuşmaya başladı.
Dinle beni, kardeşim! Bunu çok düşündüm ama hiçbir zaman bu kadar inanmadım. Bunu yazmaya zamanım olmayacak… Yalnız kişi şarkı söylemeli. Şarkılar insana yol gösterir, şarkı insandan uzağı görür. Adığeler sadece kendi içlerinde yaşamayı bildiler, şarkılarsa onları çağırıyor. Kendilerine içine kimsenin giremeyeceği bir dünya yarattılar ama artık bu küçük dünyada yaşayamayacak haldeler. Başkalarının arasına karışma vakti geldi...
Konuk daha söylenecek ve yapılacak çok şeyin olduğunu düşünerek acı çekiyordu.
Evet, durumum çok korkunç, insan bu şekilde ölünce berbat bir hal alıyor. Sözlerimi zayıflık olarak algılama, ölüme defalarca şahit oldum. Ben askerim, acıya son vermek için kendini öldürenleri gördüm. Ölümden korkum yok ama senin aklında, kardeşimin aklında ölümün çirkin yüzüyle hatırlanmak istemiyorum. İşte… titreyen elleriyle çantasına atıldı, bir ilaç buldu ve ağzına attı, ardından bardağı eline aldı.
İçme! diye bağırdı adam ve bardağı elinden çekip aldı.
Artık farketmez, konuk yatağına uzandı affet..!
Adam, konuğun yüzünde beliren ölüm ifadesini gördü. Ölümün ne kadar çirkin ve ağır olabileceğini biliyordu ama hiçbir zaman bir insanda bu kadar güç ve sabrı bir arada görmemişti. Konuk baygınlık anında göz kapaklarını araladı, gözleri o kadar büyümüştü ki yuvalarından fırlayacak gibiydi. İnsanüstü bir güçle kendini kontrol etmeye ve gözlerini kapatmaya zorluyordu; elleriyle yatağın kenarlarına tutunuyor, göğsü ağır ağır inip kalkıyor, ayakları yatakta kendisine yer bulamıyordu… En sonunda tamamen kendini kaybetti, iç tırmalayan bir sesle inledi, bütün vücuduyla titreyerek yataktan düştü ve ruhunu teslim etti. Biran önce ölmek istemişti. Ağır bir sessizlik çöktü odaya. Adam konuğun gözlerini kapattı, vücudunu yerden kaldırıp özenle yatağa yerleştirdi. Ardından kağıtları toplayıp çantaya koydu. Yatağın başucunda oturduğu yerde donakaldı. Horozların sesinin geldiği o ilk saatlere kadar yerinden kımıldamadan ölünün yüzünü seyretti. Bu hoşuna gitmişti. Ölüm onu çirkinleştirmemişti. Kısa kesilmiş sakalı ve bıyıklarına henüz ak düşmemişti. Sık siyah kirpikleri gözlerini çevreliyordu. Geniş omuzlu, ince belliydi. Kardeşi yakışıklı, genç ve güçlüydü.
Kim bilir başka neler geçmişti adamın aklından orada oturup durduğu saatler boyunca. Hiç kimse bugüne kadar onunla ilgilenmemişti. Daha küçük bir çocukken hadım edilmişti. Köleydi, herkesten önce kalkar, herkesten sonra uyurdu; uykuda bile tek gözü açık olurdu. Bugün ilk defa onunla insan gibi konuşmuşlardı, kardeş diye çağırmış, güvenmişlerdi. Ona karşı samimi olmuşlardı. Böyle bir davranışa layık olup olmadığını düşünmemişlerdi. Onunla eşit şartlarda konuşmuşlar, varlığının farkında bile olmadığı aklına ve kalbine hitap etmişlerdi.
"Konuk başına neler geldiğini anlamamış olamaz. Peki neden hiçbirşey söylemedi. Hiç birsey bilmiyormuş gibi yaptı. Kardeşi hakkında kötü düşünmek istemediğinden mi? Ardından sadece bir yığın kağıt bırakan bu adam ne istedi? Neden imam ondan korktu? Allahım neden bu kadar akılsızım, ne günah işledim?"
Hiçbir zaman ağladığını gören olmamıştı. Şimdi ağlıyordu. Omuzları titriyor, başı öne eğik ellerinin arasında ağlıyordu. Kardeşi acılarına tanıklık etmemeliydi. Ayağa kalktı, ayran bardağını eline aldı ve sonuna kadar içti. Yatağın yanında yere uzandı. Yüzünü ölmüş kardeşine çevirdi. Başını başına dayayıp gözlerinin içine bakarak yattı kaldı.
'+Nalbiy Kuyok