Bazı şehirler, bazı ülkeler vardır, başlangıçtaki seyahat amacınızdan öte bir anlam kazanır gittiğinizde. Sizi değiştirir, hayatınızı değiştirir bir bakıma. Artık gitmeden önceki siz ile gittikten sonraki siz aynı değildir. Gitmeden önce zihin ve hayal dünyanızdaki karşılığı ile gittikten sonraki karşılığı da aynı değildir o yerin. İşte 16 - 21 Ekim 2012 tarihleri arasında Sohum’da gerçekleştirilen “5. Uluslararası Diyalog: APSNY.SU Öğrenci Kongresi”ne katılmak üzere gittiğim Abhazya da o yerlerden biri. Ama bu sefer, öncekilerin aksine, baştan biliyordum böyle olacağını. Zira gittiğim yer herhangi bir yer değil, Abhazya. Kültürel kimliğimin en temel bileşenlerinden biri olan Abazalığın işaret ettiği yer. Üzerine fikir üretip siyaset yaptığım, her daim yakından izlediğim, ama en önemlisi aidiyet geliştirdiğim yer. Ve bunlara rağmen ancak 34 yaşımda, bir davet üzerine gittiğim yer. Beni değiştirmemesi mümkün mü?
Ağustos 2008 savaşının üzerinden sadece 4 yıl geçmiş olmasına rağmen, Abhazya’nın havası, atmosferi bilmeyene bunu neredeyse bildirmemeye ant içmişçesine ılık, taze ve canlıydı. Sınırdan geçmemizle beraber, Psou’dan Sohum’a kadar, yol boyu berrak bir hava, yeşilin her tonunu barındıran bir doğa, Türkiye’de her daim hırçınlığıyla bildiğimizden farklı sakin ve dingin bir Karadeniz eşlik etti bize. Zaman zaman on yıllardır hiç dokunulmamış izlenimi veren evler, ağır hasar görmüş binalar görüyorsunuz ama hemen ardından yolun kara tarafındaki küçücük tepelerde kümelenmiş o zarif evler çıkıyor karşınıza. İnsanların yüzünde hüzün değil, havanın davetine yakışır bir keyif görüyorsunuz.
Ara ara önünüze çıkan tabelalarda ilk devlet başkanı Vladizlav Ardzınba’nın ve şimdiki devlet başkanı Ankwab’ın resimlerini, Abhazya Cumhuriyeti ibarelerini, Abhazya bayrağının dalgalandığını görüyorsunuz. Sokaklarda, resmi dairelerde, mağazalarda Abazaca konuşan insanlar duyuyorsunuz. Milliyetçiliğin her türlü nüvesinden arındığımı zannederken, tüm bunların beni nasıl heyecanlandırdığına inanamıyorum. İlk gün otel bahçesinde tek başıma otururken bangır bangır çalmaya başlayan Abazaca bir şarkıda gözyaşlarımın dökülmesini engelleyemezken buluyorum kendimi.
Sonra, bir şekilde geldiğimi haber alıp beni bulan akrabalarımla tanışıyorum. Ne deneyim! Bir tarafım sevinçten çıldırırken, diğer tarafım şaşkınlıktan nasıl davranacağını bilemiyor. Hayatım boyunca ilk defa gördüğüm, ancak bir tercüman aracılığıyla anlaşabildiğim akrabalarım. Zaten hep orada olduklarını bildiğim, tanışacağımız günü dört gözle beklediğim akrabalarım. Ne çelişki! Dahası, tüm akrabalarım, her oturup konuştuğumuz insan geri dönelim istiyor. Geri dönmek mi?
Kuşkusuz biliyorum bu deneyimlerin, bu çelişkilerin bana özgü olmadığını; diasporadan Abhazya’ya ilk defa giden nice insan geçti bu yollardan muhtemelen. Ama kolay değilmiş insanın bu yollardan geçmesi. Diyorum ki belki de bir test bize bu, bir tür aidiyet testi. İşte o nihai geri dönüş noktası olarak idealleştirdiğimiz anavatan kucak açıyor bize adeta; bak diyor, senin köklerin burada, akrabaların burada, senin dedelerinin çıktığı bir köy var burada; beni bugün ilk defa görüyor olmanın hiç önemi yok diyor; hani sen burayla zaten aidiyet kurmuştun diyor. İşte ben bu testle, aidiyetimin sınırlarıyla karşılaşıyorum. Fark ediyorum ki tam da bu nedenle önemli bireysel olarak inşa ettiğimiz diasporik kimliklerimizi ve bireysel olandan toplumsal olana evrilen diaspora olma sürecimizi anlamak.
Uzunca bir zamandır sadece kişisel ilgi ve merak düzeyinde uğraş verdiğim Kafkasya siyaseti de yeniden ön plana çıktı bu süreçte, konferans sunumumla beraber kişisel alandan alıp kamusal alanda paylaştığım bir şeye dönüştü tekrar. Hazırlık aşaması, küçücük de olsalar başlangıçta taşıdığım kaygıları haksız çıkartacak derecede demokratikti. Kendi siyasi tavrı olan bir kurum adına konferansa katılacak olmamdan kaynaklanan bu kaygılar, tamamen bana ait bir metin hazırlamam ve sunmam için hazırlanan koşullarla boşa çıkmış oldu. O dönemde henüz yeni tanıştığım KAFFED yetkilileri ile Abhaz-Adığe birliği gibi hemfikir olduğumuz konular olduğu gibi, 2014 Soçi Olimpiyatları gibi fikir ayrılıklarımız olan konular da vardı ama inanmadığım bir şeyi ifade etmek ya da savunmak zorunda kalacağım hiç bir tutumla karşılaşmadım.
Ve nihayet konferans günü geldi çattı. On iki yıldır öğretmenlik/akademisyenlik mesleği ile uğraşan ve dolayısıyla pek çok defa ve çok daha kalabalık gruplar önünde sunum yapmaya son derece alışık olan ben’in ne kadar heyecanlı olduğunu nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Benim sunumumun görece ilerleyen saatlerde olması ve diğerlerini dinleyerek başlamanın bana iyi geleceğini biliyordum. Sadece bu da değildi elbette, farklı sunumları ve dolayısıyla farklı görüşleri de öğrenme şansım olacaktı. Ne yazık ki pek düşündüğüm gibi olmadı. Bütün sunumlar Rusçaydı, herhangi yazılı ya da sözlü bir çeviri hizmeti de yoktu ve aslında Özlem ve benim yanımda bize çeviri yapabilecek bir ablamız olmasına rağmen salon koşulları bunu yapmak için çok elverişsizdi. Hâsılı kelam, tek bir kelime anlamadım ve kendi heyecanımla baş başa kaldım.
O heyecanla tamamladığım sunumumun sonrasında diğer sunumlarla ilgili bir miktar bilgi aldık ve daha önemlisi tüm metinlerin çevirilerinin yapılarak yayınlanacağını öğrendik. Hemen bunların arkasından da o ana kadar farkında olmadığım bir şeyi öğrendim, bir sonuç bildirgesi hazırlandığını. Kuşkusuz diğer sonuç bildirgeleri gibi bu da katılımcıların ortak kanaatlerini ve uzlaştıkları noktaları içeren bir metin olmalıydı. Ve tam da umduğum gibi metnin İngilizce bir çevirisini hazırlayarak görüşlerimizi almak üzere bize de ilettiler. Metinde hemfikir olmam mümkün olmayan birkaç önemli kısım vardı, özellikle Soçi Olimpiyatları ile ilgili olan bölümde. İlk etapta hemen dönüt vermemiz istendiği için bu kısımlarla ilgili çekincelerimi ilk fırsatta dile getirdim. Ne var ki daha sonra bildirinin son halini bulması konferans sonrasında da devam eden bir uzlaşı sürecine dönüştü; böylece, benim dışımda KAFFED yetkililerinin de metni değerlendirme fırsatı oldu. Organizasyon komitesi yetkilileri de eleştiri ve önerilerimizi dikkate aldılar ve bildirgede yer alan Olimpiyatlar ile ilgili madde bu şekilde son halini aldı.
Ne var ki benim için en zor olan anlardan birisi tam da burasıydı. Zira maddenin aldığı son biçim belki önemli bir kazanımdı ama maalesef benim için yeterince tatmin edici değildi. Kafkasya’ya dair diğer pek çok konu gibi tamamen siyah-beyaz bir algı ekseninde ele alınıyor olmasından, bütün tartışmaların Rusya-yanlısı ya da Rusya-karşıtı olmak gibi kısır bir alana sıkıştırılmasından oldukça rahatsız olmama rağmen; Olimpiyatlar konusundaki kişisel görüşüm soykırım ve sürgün gibi kaynağını tarihten alan sebeplerin yanı sıra bugün hala devam eden ciddi insan hakları ihlalleri ve anti-demokratik uygulamalar nedeniyle ‘muhalif’ bir yerden şekilleniyor. Ancak benim duruşum ne Abhaz ne de Rus tarafından gelen katılımcılar tarafından paylaşılacak gibi değildi. Evet, o gün konferans sırasında çıkıp belki orada bulunan pek çok insanın katılmadığı ama benim inandığım şeyleri söyleyebilmiştim. Ve bugün de pek çok insanın katıldığı ama benim inanmadığım unsurlar içeren bir bildiri çıktı katıldığım kongreden. Galiba her iki durumda da büyük ölçüde yalnız olan bendim! İşte bu da benim nereye evrileceğini henüz tam olarak bilemediğim yeni farkındalığım…
{gallery}/haber/etkinlik/1012_abhazya_kongre{/gallery}
nan
Yasemin Oral