Yüreğimin zarı yarıldı ve içinden hasret aktı. em>
p>
Nereden başlamalı, nasıl başlamalı bilemiyorum. Zamanı ödünç alsaydım da ekleyebilseydim on beş günüme on beş yıl. Yazsaydım hissiyatımı, anlatsaydım kırk gün, kırk gece susmadan, dinlenmeden. Sunsaydım insanlara yarılan yüreğimde kabaranları.
Bilir misiniz kaç kez sözcükler tıkandı boğazımda; kaç kez fırtınalar koptu yüreğimde. Bilir misiniz kaç kez gözyaşlarım içime aktı ılık ılık, sessiz ve kabarık.
Neyi, nereyi, kimleri, nasıl anlatabilirim ki sizlere? Bir karış yerin, bir avuç insanın, talana uğramış bir kültürün, yetim bir tarihin ne kadarını anlatabilirim ki?
Harcı alın teriyle karılmış ve gökleri delen beton yığınları, kanla sıvanmış sarayları, dağları delen topları, insanın uykularını bölen postal sesleri, dünyada ilah gibi tapılan yeşil banknotları yok ki Adıgey’in, sizlere ben ne anlatabilirim?
Adıgey’den bahsediyorum, Yer küresinin has bahçesinden. 29 Temmuz-13 Ağustos 2012 tarihleri arasında KAFFED ve Adıgey Cumhuriyeti işbirliğiyle gerçekleştirilen Maykop Yaz Kampından…
Bir haftadır sizlerle yazışmak istedim, zaman yetmedi, fırsat olmadı. Bir yol bulup yarım günümü vererek yazdıklarım kaydedemeden silindi. Yeniden yazmak zorunda kaldım. Yolculukta arabanın içinde yazı yazmakta nasipmiş. Halimden müşteki değilim elbet, şükran halindeyim sadece.
DOĞA VE İNSAN
p>İnsanoğlu ne kadar acımasız doğaya karşı? Ne kadar hırçın, ne kadar kindar? Bir o kadar saldırgan, vefasız ve merhametsiz, aynı zamanda kaba. İnsan sebeplendiği, beslendiği hatta neşet edip hayat bulduğu tabiata karşı en az saygı göstermesi gerektiğine olan inancım Adıgey’de bir kez daha pekişti. Allah tüm doğal güzellikleri esirgemeden yaratmış orada. Tarih boyu Adıgeler tabiata özen göstermişler. İhtiyaç fazlası bir ot dahi koparmamışlar. Meykhuape (Maykop) bu gün bile tamamen yeşillikler içerisine, çam ağaçlarının gölgesinde adeta dinleniyor. (Foto 1)
Ğuame, Aşe vadisi, Hacokho, Guzerıplh, Rufabko Şelaleleri, Leğunakhe, Azışkoy Mağarası, kaliteli Çay bahçeleri, Şheguaşe ırmağı, Psıfıj ve diğerleri her biri ayrı ayrı birer tabiat harikası. Rehberimiz bize Şheguaşe ırmağını irili ufaklı dört bin su besliyor diye anlatıyor. Dağın tepesinden hayat bulan ırmakların onlarca metre derinliklerde, yarlar, kayalar arasından akıp gittiğine şahit oluyorsunuz. İnsan bulunduğu yerden yukarıya ve aşağıya baktığında başı dönüyor. Öyle sanıyorum ki jeologlar suların açtığı bu yerlere bakarak dünyanın yaşını rahatlıkla bulabileceklerdir. Şelaleler ayrı bir güzellik. Leğunakhe mağarası mutlaka görülmeli. Kömür ocaklarına iner gibi iniyorsunuz. Aldığınız nefesi iliklerinize kadar hissediyorsun. Daracık bir inden bahsetmiyorum. Başınızı bir yerlerden sakınarak gezdiğiniz bir yer de değil. Bir tabiat harikasından bahsediyorum.(Foto.1-2-3-4)
Ğuame’ye bizi taşıyan eski Sovyetlerden kalma askeri araçlarla adeta ırmak sörfü yapıyoruz. Çocuklar müthiş keyif alıyorlar bu yolculuktan. Dağın başında üç Şapsığ köyü. Üçü de pırıl pırıl. Rahatsız edici kokular yok. Sokaklar temiz. Evler bahçeli. İnsanlar kibar ve hoşgörülü. Hatırı sayılır bir turist ziyareti var. Akşam bize özel program yapıyorlar, bizi onurlandırıyorlar. Akşam yemeklerini anlatmaya kalkmak yakışık almaz şimdi. Wunekhoşımız benimle ilgileniyor. Fırınlanmış Adıge Khuaye getiriyor masaya. Yanında Adıge Şuew (bal) ve şelame var. Yanımızda sarışın ve Adıgeceyi nefis konuşan bir adamı bana gösteriyorlar. Ev sahibimiz “nasıl konuşması?” diye bana soruyor. Ben de, gayet güzel, diyorum. Arkasından, Rus, diye ekliyor. O da gülüyor. Belli ki alışmış bu konuşmalara. Bana hatır soruyor, bende karşılık veriyorum. O da benim konuşmamı, Adıgeceyi nasıl koruduğumu merak ediyor sanki. Yüzüme dikkatle bakıyor.
Ğuame ilginç bir yer. Etrafı yüksek, her taraf ormanlık… Yağmur patladı mı dikkatli olmak gerekirmiş. Selin nereden ve ne zaman geldiğinin farkına varılmadan insanı alıp gidermiş. Dahası, burası Cengiz’in ordularının yenildiği tek yermiş. Cengiz orduları bu vadide kuşatılmış, tek çıkış yolu kesilerek vadi ateşe verilmiş ve dumandan zehirlenen Cengiz’in askerlerinden kurtulan olmamış, zehirlenmişler. Sonra cesetler yakılmak zorunda kalınmış. Bu duman kokusundan dolayı buranın adı Ğuame olarak anılmaya başlamış. Duman kokusu: Ğuame (Foto 2)
Adıgey’e giderseniz İnsanoğlunun diktiği beton yığınlarını görmeyeceksiniz ama enfes bir doğa ve insanlığa ilham olmuş bir kültür ve son derece özgün insanlar göreceksiniz.
p>
ARKEOLOJİ, MÜZE VE TARİH
p>Adıge topraklarının üstü de bereketli, altı da… Adıgey’deki Maykop müzesi oldukça mütevazı ama bir o kadar da tarih dolu. Müze müdürü Taw Aslan da öyle. Alanında uzman. Branşını çok seviyor. Keyifle anlatıyor bildiklerini, emeklerini ve tarihe şahitliğini.
01 Ağustos Adıgey dönüş günü. Çocuklarımız tarih gezisi yapıyorlar, üst kattalar. Bense önceden gezmiş olmanın rahatlığıyla alt katta yapılan dönüş günü programı açılışına katılıyorum. Beni de onurlandırıyorlar. Türkiye’den, KAFFED’den ve Adıgelerden selam götürdüğümü söylüyorum. Sözü uzatmadan gerekli mesajımı veriyorum ve teşekkür edip mikrofondan ayrılıyorum. Dönüşün öncüleri de orada. Necdet Hatam, Xıdzelh’ Abdullah ve birçok dönüşçümüz… Onları yeri geldiğinde saygıyla anıyorum, bunu da çekinmeden her defasında dile getiriyorum.
Arkoloji çalışmaları Adıgey’de devam ediyor. Toprak bereketli. Onlarca metre kazı yapılmasına rağmen herhangi bir kaya parçasına rastlanmıyor. Tam bir tarım toprağı. Kazılan yerler güneşi gördüğünde kurumaya başlıyor ve toprak kendini çekiyor, sertleşiyor. Bu da kazıyı zorlaştırıyor. Gaz boru hattı çalışmaları sırasında yeni bir yerleşke bulunmuş. Bir hafta önce gitsek çok fazla değerli eşya görecekmişiz. At kemikleri hala duruyor. İki ayrı yerde ellişer ayna bulunmuş. Yerleşke MÖ 2700’lü yıllarda Meotlardan kalmış. Biri bayan ve Türkî, ülkesini soramadım; diğeri ise Rus ve bay. Kimi Rus arkeologlara göre Meotlar Adıgelerin ta kendisi. Bazıların bir gerçeği söylemeye dilleri varmıyor. Varsa yoksa Grek… Oysa Grek dediği insanların ve beyaz ırkın Kafkasya’dan dağıldığını öğrenecekler bir gün. Ve Adıgelerin de Adıge olarak hep orada kaldıklarını da… Nuh tufanından sonra insanoğlu Kafkasya’nın mümbit topraklarını keşfetti ve oradan dünyaya yayıldı. İlk destanlar, ilk fabl örnekleri, ilk masallar orada üretildi. İnsanoğlu ilk tarımı mısır ekerek orada yaptı. Onun için “mısır” bitkisinin adı “Nart + ruf” (nartruf, natruf), yani Nartların sürüp çıkardığı, oldu. Nartların üretmiş olduğunun bir kanıtı olarak bu gün bile, mısır bitkisi, aynı adı taşımaktadır. Ağaçtan ilk tekerlek orada bulundu. Onun içinde gürleyerek giden anlamında arabanın adına “kku” dedi. Demir, gümüş ve çeşitli madenler ilkin orada işlendi. Demirin, su işlemeyen, kuru yer, anlamına gelen “ğu + c’ı” diye adlandırılması başka neyle izah edilebilir. Kim bilir belki ateş ilkin orada bulundu. Bildiğimiz taşın kaynatılamadığı ilkin orada tecrübe edildi ve adını kaynamayan anlamına gelen mıjue olarak belirledi ve öyle adlandırdı. Meş’ale kelimesinin aslı Meş’ualhe: ateşlik olması ve Maş’o: ateş demek olması bir tesadüf olamaz. Neyse, bu ayrı bir çalışmamın konusu… İnşallah bunu başka bir zaman diliminde ele almayı düşünüyorum.
p>MÖ 2700 yıllarda altının para birimi olarak kullanılmış olması ve günümüzde hala Adıgecede para birimi olarak dıshe (altın) kelimesinin kullanılıyor olması tesadüflerle izah edilemez. Ayrıca gümüşün 3200’lü yıllarda, gümüş kupa, olarak işlenmiş olması da ne kadar ilginç değil mi? Tarihin zaman evrelerini alt üst ediyor çünkü.
Adıgecedeki yetmişe varan ve hiçbir dilde olmayan ses zenginliği, Adıge tarihinin en eski tarih, Adıge milletinin en kadim bir millet ve Adıge coğrafyasının en eski yerleşim birimlerinden olduğunun güçlü delillerindendir diye düşünüyorum. (Foto5-6)
p>
ÇAĞLAR ÖTESİNDEN GELEN KÜLTÜR: XABZE
p>Nedir bu Xabze? Kim icat etmiş bunu, ya da kim düşünmüş, nasıl kurgulanmış? Ne zaman ortaya çıkmış? Ne anlam ifade eder bize ya da başkalarına? Onlarca yıldır, hatta yüzlerce yıldır bir birlerini görmeyen insanların bir araya geldikleri zaman aynı algı lisanı, vücut dili nasıl oluyor da hemen ortaya çıkıveriyor ve insanlar konuşmadan bile birbirleri ile anlaşabiliyorlar. Bu insanlar, XABZE’nin bu güzide insanları, ne oluyor da bir birlerini anlayıveriyorlar oracıkta. Hem de bu Adıgeler ana dillerini unutmuş olmalarına ve birbirleriyle konuşamamalarına rağmen… Dünyanın başka bir ülkesinden gelmiş, tanımadığınız her hangi birisi size geliyor, se sı Adıg, diyor ve bütün kapılar size açılıyor. Neden? Bu nasıl bir güven algısıdır ki lokmasına kadar evini, tüm varlığını sizinle paylaşabiliyor. Kendisini çelik bariyerlerle güvence altına almaya çalışanlara bakınca, ne kadar asil, ne kadar güvenli, ne kadar emin bir ortam. Sizi selamlıyorum XABZE’NİN bekçileri.
p>Ne mi oldu? Bir şeyin olduğu yok. Çocuklarımız, bizler ve Ata Topraklardaki hemen tüm Adıgeler bir birlerine karşı son derece güven içinde hareket ederlerken bize bir şey olmasının endişesini başkaları yaşıyor. Bu başkalarının hiç birisi Adıge değil. Elbette ki bir devlet güvenliği olduğunu biliyorum. Adıgey Cumhuriyeti’nin misafirleri olduğumuzu da. Bu gün için belki bir zorunluluk olduğunu da.
Kaldığımız otelde 24 saat nöbet tutan güvenlik elemanları oldu. Doktorumuz 24 saat yanımızdan ayrılmadı. Otele ayak bastığımız günün hemen ardından bütün çocuklarımız sağlık taramasından geçirildi. Açıktan alınan herhangi bir yiyecek maddesine izin verilmedi. Gazlı içecekler hiç önerilmedi. Adresi belli olmayan meyve ve sebzelerin yenmesine bile izin verilmedi. Bir gece başka bir bölgeden gelen iki genç gece yarısı otelden alındı. Sanırım sorgulanmışlar ve ikinci gün temiz olduğu duyumunu aldık. Eskortumuz önümüzde eksik olmadı. Hız limitinin aşılmasına izin verilmedi. Güvenli olmayan dağlık bölgelerin yollarının kullanılmasına müsaade edilmedi. Çocukların yalnız başına ve gece 23.00 ten sonrada çarşıya çıkmaları tamamen yasaklandı. Program yapıldı ve programa uyuldu. Sağ olsun Mahmut Karabatır bu konuda da her konuda olduğu gibi titiz davrandı. Yemeklerimiz zamanında ve limitli çıktı. Aşçımız her defasında çocukların memnuniyetini bana sordu. Elinden gelen tüm gayreti hiçbir kimse esirgemedi. Ana yurda yerleşmiş olan Barina ve Yiğit Can başta olmak üzere. Bunda kötü olan nedir, diyecekler olacaktır elbet. Bende burada kötü olan bir şeyin olmadığını söylüyorum. Ancak ben başka bir şeye dikkat çekmek istiyorum. Xabze Toplumu kendi içinde güveni sağlamak için silaha, güce, otoriteye vs gerek duymaz. Emin olarak yaşamanızın yolu XABZE’yi bilmenizden geçer. Tam tersine silah yani güç, güveni sarsan bir unsur olmaktan öteye geçmez Xabze Toplumu’nda. Güveni sarsan unsur: Silah… Eğitilemeyeni, düşüncesizi, terbiye yoksulunu, enaniyeti ve daha nice olumsuzlukları sindirme algısı: Güvenlik… İnsanın eğitildiği, insanlık haysiyetine erişildiği ve Xabze Toplumu’na transfer edildiği yer değil. Tam bir ilahi vaha… Saadet evi, emin belde… Ortaya koymaya çalıştığım bu algı farklılığıdır sadece. Adıge dünyası bütün –izim’lerden yakasını kurtarmalı ve kendini yeniden keşfetmek zorunda olduğunu bilmelidir. İnsanlığa bir yaşam modeli sunmaya borçlu olduğunun farkına varmalı ve bunu da çok iyi içselleştirmelidir. (Foto 7)
p>
SAN’AT, KÜLTÜR VE EDEBİYAT
p>Dile kolay altmış yıl yazı yazmak. İnsanın dudaklarını uçuklatıyor söylerken bile. Dünyada kaç kişi var bu kadar uzun yazabilen. Uzun yaşamaktan konuşmuyoruz biz; uzun yazmaktan bahsediyoruz. Yazabilmiş olmaktan kaynaklı RF devlet nişanı alabilmiş olmaktan bahsediyoruz. Yüz yirmi küsur esere sahip olmaktan bahsediyoruz. Meşbaş’e İshakh’tan bahsediyoruz. Meşbaş’e, yazmanın laf kalabalığı olmadığının bilinmesi gerektiğini söylüyor. Yazar olabilmek için insanın üç şeyi cevaplamış olması gerekeceğini ekliyor konuşmasında. Yazar, bu dünyaya niçin geldiğini, nereye gittiğini bilmeli ve o gittiği yerde ne olacağını, ne yapacağını bilmelidir, diyor. Bir yazar bu üç soruya cevap verebilmiş olması gerekir diyor. Bir romancı olmak kadar, bir şair olmak kadar bir filozof gibi konuşuyor. Çocuk yaşta yazmaya başladığını söyleyen İshakh içinden çıktığı Adıge toplumu için yazdığını söylemeyi ihmal etmiyor. Daha önemli bir şeye parmak basıyor. Adıgeler yazılı olmayan çok güzel xabzelerinin olduğunu bilmelidirler. Biz oradan oraya sürülmüş bir toplum olduk. Sürgünün evlatları yaşadıkları yerlerde uyum içinde olmalıdırlar. Biz burada uyum sağlamaya çalışıyoruz. Ancak bu kendilerini başka toplumların içinde eritmeleri anlamına gelmez. İçinde yaşadıkları toplumun içinde kayıp olmamalıdırlar. Bu kız, Çerkeslerden; bu delikanlı, Çerkeslerden dedirterek asimile olmadan, kaybolmadan yaşamalıdırlar. Konuşma güzel gidiyor, çeviri de. Çevirinin güzel olduğunu M. İshakh söylüyor. Kendimi övdüğümü sanmayın. Üstat öyle diyor. Üstelik bunu da çevirmemi söylüyor ve çevirene kadar da beni bekliyor. Bende kendilerine bana tevdi ettiği bu payeden dolayı buradan saygılarımı sunuyorum. (Foto8)
Diyorum ki; eğer Meşbaş’e İshak başka bir ulusa ait bir yazar olsaydı bu gün bütün bir dünyada eserleri dilden dile çevrilen ve elden ele dolaşan biri olacaktı. Bundan eminim. Ancak eserlerinin Rusça ve Türkçe dâhil birçok Avrupa diline çevrildiğini de biliyoruz. Bu tanıtım konusunda hepimize büyük görevlerin düştüğünü söylemeye bilmem gerek var mı?
Beni bir şey şaşırtıyor: Çocuklarımızla yaptığımız değerlendirme toplantılarında ilk sırayı Meşbaş’e İshakh’ın almış olması. Çünkü çocuklarımızın M. İshakh’a bu denli yüksek bir algı karşısında, yaşları gereği ilgi duymayacaklarını sanmıştım. Yanılmışım. Aferin bizim çocuklara.
Staj Yura, size nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Beni duyan olur mu bilemem. Size Dünya Barış Ödülü verilmesi için buradan Birleşmiş Milletlere sesleniyorum. Liften S. Yura’ı görün. Otuz altı yıl ve bir sermaye harcanmış. Elbise san’atıyla insanlığa mütemadiyen barış sunulmuş. Çok özgün, çok saygın ve çok sabır dolu bir çalışma gördüm. Yura, seni anlatmayacağım. Çünkü insanların Maykop’a gidip seni görmelerini istiyorum. Görmelerini ve anlamalarını... Sen bir ekol açtın Yura…(Foto9)
p>Hani internette gördüğünüz ve görmediğiniz onlarca Maykop kaynaklı resmin çoğu ya Bırsır Abdullah’a ait ya da Kat Teuchoj’e… Her ikisi de Rusya federasyonu içinde tanınıyorlar. Çeşitli ödüller ve madalyalar kazanmışlar. Kimsenin hakkını yemeyelim bütün resim sanatı bu iki kişiden ibaret değil tabi ki. Bu insanlar RF düzeyinde isim sahibi insanlar. Uluslar arası sergiler açmışlar. Avrupa’nın birçok ülkesinde bulunmuşlar. Her bir resim bir düşüncenin, bir emeğin ürünü; her bir resim ayrı bir mesaj yüklü...
Sinema sanatçılarımız, birer oyuncu olmalarının çok ötesindedirler. Tiyatroyu büyük bir keyifle geziyoruz. İdari birime geldiğimizde laf lafı açıyor, konu Adıgelere ve Adıgeceye geliyor. Karşımızda artist gibi, zaten artist, Zawur duruyor. Mükemmel konuşuyor. Adıgeler için Diriliş’in dille olacağının bilincinde. Adıgeceyle ilgili otokton seslerden bahsetmeye başlıyor ve Adıgecenin anaç dil olduğunu anlatıyor. Bu bilgileri bir hemşerimizden rivayet ediyor. Adını ben söylüyorum. Falanca mı anlattı, diyorum. Evet, diye cevap veriyor. O düşünceler bana ait, diyorum. Herkes önce bana bakıyor sonra bu heyecanlı anlatım ve bu ilginç rastlantı nedeniyle gülüşüyoruz. Ben ise durumdan dolayı son derece mutlu oluyorum. Kendimi başkalarından dinliyorum. Biraz utangaç, biraz gururlu, ama çok mutlu oluyorum.
Şıc’e pşıne çalmak, pxhe c’ıc’ yapmak ve çalmak, ip dokumak, hasırda gergef dokumak hem gençlerimize keyif veriyor hem de kültürümüzü tanımalarına yardımcı oluyor. Adeta yeniden kendimizi keşfediyoruz.
Derbe Timur, Adıge Makh Gazetesinin başında. 4 bin trajdan bahsediyor; mevcut şartlarda, gazetesi adına azımsanmayacak bir rakam. Bölgenin hatırı sayılır gazetelerinden biri. Kendi kitabını imzalayarak hediye ediyor herkese. (Foto 10)
Televizyon kanalı gezmek hiç bu kadar detaylı olmamıştı benim için. Rusya içinde birçok kurum artık ulaşılmaz değil. Bizi çok sıcak karşılıyorlar. Müdiresi tam bir hanımefendi... Kendinden emin, sakin, güleç,.. Yüzü insana güven veriyor. Tam bir Adıge aristokratı. Gurur kibir yok işin içinde. Çocuklarımız ise stüdyoda poz vermeye bayılıyorlar. Her biri ayrı ayrı spiker masasına oturuyorlar. (Foto 11)
Rusça tiyatroyla, dilini anlamasak bile, eğleniyoruz. Adıgey müftüsünden övgü dolu sözler işitiyoruz. Müftümüz Nurbıy, bütün gezilen yerlere caminin de dahil edilmiş olmasından memnuniyet duyduğu ifade ediyor. Gençlerimiz caminin adını merak ediyorlar ve anlamını bana soruyorlar. Ben de Gupçe Meşıt diyorum. Anlamının Kalp Kapısı olduğunu ekliyorum. Hoşlarına gidiyor çoklarının, yüzlerinden okuyorum.
Beni heyecanlandıran bir çalışma yapılıyor Maykop’ta. Adıgey Cumhuriyeti Milli Kütüphanesi. Ziyaretimizden bir hafta önce başlamışlar açmaya. Bina eski ama büyük. Çalışanları heyecanlı. Bizlerden herkesten yardım ve ilgi bekliyorlar. Nemi yapıyorlar? Adıgeler ile ilgili dünyada ne kadar yayın çıkmışsa, hangi dilden olursa olsun derliyorlar, tasnif ediyorlar ve hizmete sunuyorlar. Söz verdim o insanlara sizlere elimden gelen kitap yardımını yapacağım diye. Federasyonumuz kendi süreli yayınlarını sistematik olarak gönderse ne güzel olur. Bu çağrıyı herkes, her kuruluş kendisine yapılmış bir çağrı olarak algılasın. Önemli bir hizmet… Adres şöyle: Natsiyonalia Bibliyoteka Respubliki Adıgea. adyglib@mail.ru e mail ile temasa geçmek mümkündür.
p>Üniversite kütüphanesi ise yeni, modern, zengin ve çekici… İnsan günlerce kalıp çalışmak istiyor. Hatırı sayılır kitap ve süreli yayın bulmak mümkün. Ancak Rusçanız yoksa hiç biri bir işe yaramıyor demektir.
SONUÇ
p>Adıgey bizi Krasnodar’da gece yarısı karşılıyor. Eskort eşliğinde otelimize götürüyor. Yorgunuz, çünkü üç saat gümrükte beklemek insana, la havle, çektiriyor. Atatürk Hava Alanıyla asla kıyaslamam. RF için çok eksi bir puan. Bir de otellerinin temiz olup olmadığı bir yana, internet bağlantısının olmayışı da bilmediğimiz bir nedeni yoksa eğer, kabul edilebilir bir durum değil. İnsan, Türkiye’de otobüslere kadar ADSL bağlantısına alışınca buna tahammül etmesi oldukça zor tabi. Ama on beş gün eksiksiz, canla başla ağırlanmak, ekmek elden su gölden misali yaşamak, ata yurdunla buluşmak, yeni insanlar tanımak, Yiğit Can’nın sabrına şahit olmak, Barina’dan abla şefkatiyle azar işitmek, Suanda’nın ve Anna’nın kamerasına poz vermek, Gala’nın elinden ilaç içmek, Nora’nın yemeklerini yemek, Şhalaxho Asker’den Adıge bayrağı emanet almak, Xıdzelh’ Abdullah’ın Rus taksiciyi zamanında gelmediği için fırçaladığına şahit olmak, Arif’in evinde yemek yemek, Dışeps ve Tetıy cafelerde kahve içmek, Ğuame’de özel programla ağırlanmak, ata yurdunda ağlamak, ata yurdunda duygulanmak, ata yurdunda aşk şiiri okumak, Eneme’de düğünle uğurlanmak her insana nasip olan şeylerden değil… Mahmut Karabatır, seni tanımak ayrı bir güzellik... Nasibin, kısmetin bol olsun, ömrün uzun olsun ve bereket dolsun, çocuklarınla, ailenle birlikte çok mutlu yaşayasın.
Bizi ziyaret eden H. Necdet, X. Abdullah, Ç. İbrahim, Yewtıx Adnan, Ö. Batıray, Arif ve adını hatırlayamadığım her kese teşekkür ediyorum.
Evet devasa saraylar, hanlar, hamamlar yok amma anlatılması gereken çok şey var daha. Ancak bu kadar kısaltabildim, bu kadar anlatabildim. Önerim şudur: Kafkasya’ya gidin ve mutlaka gidin ve kalın.
Merhaba çocuklar, diye başlamıştık Maykop yolculuğuna. Bir kez daha merhaba çocuklar. Sizi şanslı görüyorum, şansınız bol olsun. Furkan, Meriç, Şamil, Burak, Jankat, Aytar, Birslan, Fatih, Rıza, Şebnem, Yunus, Nesren, Gupse, Tamara, Bünyamin, Samet, Güney, Ömer, Kerim, Burçin merhabalar. İrtibatı koparmayın. Hepiniz iyiydiniz. Hepinizin gözlerinden tekrar öpüyorum. Düşüncelerinizi, yorumlarınızı bekliyorum. Yazın ve KAFFED’in sitesine gönderin.
Çocuklarımızın aileleri, sizleri de tebrik ediyorum. Kafkasya kapısı artık evlatlarınıza açıldı. Onlar anayurtlarına sevdalanarak döndüler. Onların sevdalarını söndürmeyin, işlerini kolaylaştırmak artık sizlere kalmıştır. Bu kapıyı kapatırsanız tarihi bir vebal alırsınız. Kafkasya hepimizi bekliyor.
KAFFED yönetimi hiç bir şey yapmıyor olsa bile sadece bu projesinden hiç vazgeçmeden, onu sürekli kılsa, bu bile hizmet için yeterli olur sanırım. Emeği geçenleri, projeyi başlatanları tebrik ediyorum.
Adıgey’den selam var, onların sımsıcak selamlarını sizlere iletiyorum. Allaha emanet olunuz.
{gallery}/haber/federasyon/2012/603{/gallery}
Alaattin Bayram