İdea Politika Dergisi'nin beşinci sayısında geniş bir Kafkasya dosyası yayınladık. Editörlüğünü üstlendiğim bu dosyanın hazırlanması için de Ekim sonunda 15 gün kadar süren bir araştırma-inceleme gezisi için bölgeye gittim ve gerek Türkiye'den ve Kosova'dan göç etmiş Kafkasyalılar, gerek orada doğmuş büyümüş Çerkesler ve Ruslar ile çeşitli görüşmelerim oldu.
Dosyaya gelen sözlü tepkiler genellikle olumluydu. Kafkasya'yı hiç bilmeyen, tanımayan insanlar, hatta bazen Kafkas kökenli olmalarına karşın bu kültürle hiç ilgilenmemiş okuyucular, özellikle "Çerkeslerin Dönüşü"nü okurken çok duygulandıklarını, bir ideal uğruna her tür güçlüğü göze alarak ülke değiştiren ve direnen bu bir avuç yürekli ve kararlı insana büyük bir saygı ve sempati duyduklarını ifade ettiler. Yazının amacı da zaten buydu. Onların politik kararlılığını vurgulamak, düşüncelerini anlamaya çalışmak, yenmek zorunda kaldıkları güçlüklere değinmek.
Bu güçlükler olmasaydı, her şey kolayca akıp gitseydi, belki çok daha fazla Kafkasyalı aynı serüveni göze alabilirdi. Ama hangi ülke söz konusu olursa olsun, insanların, hele belirli bir yaştan sonra, birden yaşam değiştirmeye karar vermeleri, çevrelerini, evlerini, işlerini bırakıp daha önce görmedikleri başka bir ülkeye, yaşamadıkları başka bir sisteme gitmeleri kolay alınacak bir karar değildir. Böyle bir kararı alabilmek için insanın gerçekten de çok güçlü bir politik veya moral istenci olması gerekir. Üstelik de gidilen daha elverişli ekonomik koşullara, daha yüksek yaşam standartlarına sahip değilse. İnsanoğlunun genel yapısında, yaşam ortamı değiştiğinde, yeni koşullar daha rahatsa buna alışmak daha kolaydır. Daha güç koşullara uyum sağlamak ise daha fazla çaba gerektirir, daha güçlü bir moral neden ister, ya da başarısız bir denemeden sonra başlangıç noktasına geri dönülür. Nalçik'de Valeri Hataşukov'un da belirttiği gibi, bütün güçlüklere karşın yine de kararından vazgeçmeyip Kafkasya'da kalan Türkiyeliler'i birer kahraman gibi görmek gerek belki de.
Bütün bunlar söz konusu yazıda yeterince açıktı ve okuyanlar da genellikle doğru olarak algılamışlardı. Yeniden üzerine açıklamalar yapmak gerekmezdi. Üstelik de bir öğretmene açıklamak.
Nart dergisinin geçen sayısında yazıyla ilgili tepkilerini dile getiren Mehmet Uzun'un, aslında yazının içeriğini yanlış anladığını sanmıyorum. Belki de karşılaşmamız sırasında ifade ettiği görüşleri daha sonra başkalarının yanında savunma güçlüğü ile karşılaşmış olabilir, bunu anlamak mümkün. Şaşırtıcı olan şey, karşısında açık gazeteci kimliği ile görüşme talebinde bulunan bir kişiye anlattığı her şeyin yazılabileceğini düşünmemiş olması. Düşündüklerini açıkça savunmasında çeşitli sakıncalar varsa, gazeteciye adını yazılmaması kaydıyla görüş bildirdiğini söyleyebilir ve gazeteci de buna saygı duyar. Nitekim adlarının açıklanmasında sakınca gören bazı kişilerin adlarını vermedim, özellikle Çeçenistan konusunda ilginç bilgiler veren ve karşısındaki gazeteciye güvenerek yardım eden bazı kişilerin varlıklarını bile belirtmedim yazıların içinde. Hem onların kendilerine reklam yapma gibi bir dertleri yoktu, hem de haber kaynağını korumak gazetecinin ilk dikkat etmesi gereken kurallardan biridir.
Ama Mehmet Uzun'la konuşmalarımızda söylediklerini yayınlamak için not aldığımı görüyordu. Bir eş-dost sohbetinde, bir yemekte ya da piknikte gelişigüzel sarfedilmiş havadan sudan konuşmalar değildi bunlar. Mehmet Uzun ile böyle bir ortam içinde karşılaşmadık. Nart'a yolladığı açık mektubunda "kendisini iki gün konuk ettim" diye belki böylesi bir konukluk ortamında yapılan sıradan sohbetleri aklımda kaldığınca ve yanlış bir şekilde ona mal ederek yazdığımı söylemeye çalışıyor. Her şeyden önce, "konuk etmek" sözünden Mehmet Uzun'un ne anladığını bilmiyorum, ama sanırım röportaj için iki kez bürosuna uğrayan birisi için "Maykop'ta iki gün konuk ettim" ifadesini kullanması en azından abartma sayılsa gerek.
Gerek Maykop'da, gerek Nalçik'de, konuk olarak gittiğim, iş dışı sohbetler yaptığım yerler de oldu. Özellikle Nalçik'de sıcak dostluklarını unutamayacağım insanlarla tanıştım. Kimisinin adı yazının içinde konunun gerektirdiği ölçüde var, kimisinden ise hiç söz etmedim, ama hepsinin kafamda ve yüreğimde ayrı bir yeri var. Özellikle Çeçenistan konusunda iki gün boyunca bilgilerine başvurduğum, zamanını vermekten kaçınmayan birisine açık açık teşekkür edebilmeyi isterdim. Ama onun bütün ilgisine ve derinlemesine analizlerine karşın gölgede kalması gerektiğini, çünkü yapabileceği şeyler olduğunu biliyordum.
Söylemediği halde Mehmet Uzun'un kendisine mal ettiğimi iddia ettiği deyime gelince, ben de gerçekten onun bu deyimini yazının içine alıp almamakta tereddüt ettim. Pek hoş veya zarif bir ifade tarzı değildi. Ama çarpıcıydı. O ana kadar başka kimseden duymadığım bir çarpıcılıkla ifade ediyordu sahibinin düşüncesini. Ve söyleyen bunu bir gazetecinin karşısında böyle söylemekte sakınca görmüyorsa, gazeteci neden onu sansür etsin?
Türkiye'den gelenlerin oradakilerden daha üstün veya daha bilgili oldukları şeklinde bir görüş ileri sürmüş değilim yazımda. "Hazır yetişmiş" deyimi de bana ait değil. Ama her tür kişisel insiyatifin körelttiği, bireylerin özel yaşamındaki en ufak ayrıntının bile devletçe düzenlendiği bir sistemde yetişen insanlara göre Türkiye'den gelenlerde girişimcilik ruhu ve ticari beceriklilik elbette ki çok daha fazla. Bu da sadece okuldan alınan diplomayla olmuyor. Mehmet Uzun'un Türkiye'den gelenler için kullandığı ve bugün inkar ettiği "hazır yetişmiş" deyiminden ben bu insiyatif alma, bireysel girişim becerisi, karma ekonomiyi bilme gibi özellikleri anladım. Ve katılıyorum da bu görüşe. Bugün sayın uzun tersini ileri sürüp, Rusya Federasyonu'ndakilerin en az 12 sınıf okuduklarını ve daha iyi yetişmiş olduklarını savunsa bile.
Aslında ne kişisel beceriler, ne de bilgi ve kültür, her zaman okul sıralarında geçirilen yıl sayısıyla eş değerde değildir. Eski Sovyet sisteminde 12 yıl asgari öğrenim mecburiyetinden geçmiş olabilir herkes, ama 12 yıllık öğrenime rağmen daha Afrika'nın bile nerede olduğunu gösteremeyenler çok. Çünkü doğru dürüst haritalar sadece ordudaki kurmaylar için mevcuttu bu sistemde. Casusluk fobisi gerçek haritaya benzeyen haritaları bile yasaklamıştı okullardan. Kroki denecek şekillerde öğretiliyordu dünya. Kimi "gizli kentler" hiçbir şekilde yer almıyordu haritalarda. Sayın Uzun'un oradaki Çerkesleri yücelttiğini sanarak savunduğu şey aslında eski Sovyet sistemi. Bugün o sistemin içinde doğup büyüyen insanlar bile artık bunu istemezken, bizim o sistemi savunmamız anlamsız.
Mehmet Uzun'un diğer anlattıklarını da ben kafamdan uydurmuş değilim. Hiç nokta koymadan uzun uzun konuşan insanlar bazen söylediklerini unutabiliyorlar, ya da ağızlarından istemedikleri şeyler de çıkabiliyor. Ama Sayın Uzun için böyle bir durumun söz konusu olduğunu sanmıyorum pek. Aslında o gün söylediklerini bugün yadsımasının nedenlerini anlasam da bunun gerekli olduğunu sanmıyorum. Bugün de savunabilmeli görüşlerini, çünkü pek yanlış değildi bazı görüşleri. Başkaları tarafından da, hatta yerli Adığe veya Kabardeyler tarafından da ifade edildi aynı şeyler. Bölünmüş aile çocuklarının bugün yeniden buluşması elbette ki bir çok şeyi kolaylaştıracak önemli bir faktör. Ama her şeyin güllük gülistanlık, hiç bir güçlük çıkmadan yürüdüğünü iddia etmek ne ölçüde gerçekçi?
Türkiye'den Kafkasya'ya gidenler oradaki Adığeler'in, Abhazlar'ın gelenek ve göreneklerine yabancı değiller elbette, o açıdan bir uyum güçlüğü söz konusu değil belki, ama bugün Rusya Federasyonu içinde yer alan Kuzey Kafkasya'da geçerli olan sistem Çerkes gelenek görenekleri değil, eski Sovyet idari, ekonomik ve sosyal yapısıdır. Özel yaşamda sürdürülen gelenek görenekleri toplumun politik, idari, ekonomik örgütlenme şekliyle karıştırmamak gerek. Zaten, örneğin bir Adığe Cumhuriyeti'nde, ülke nüfusunun sadece % 22'sini oluşturan Adığelerin, ya da Karaçay-Çerkes'de % 17'lik Çerkes nüfusun kendi geleneksel düzenlerini yönetim sistemi olarak tüm cumhuriyete benimsetmeleri olanaksız. Adığe Cumhuriyeti'nde geçerli kuralların, düzenin, Moskova'dan bağımsız bir şekilde Çerkesler tarafından oluşturulduğunu, Maykop'ta özgün bir Çerkes kültürü içinde yaşadığını herhalde sanmıyordur Mehmet Uzun. Adığe Cumhuriyeti ve Maykop'taki nüfus oranlarına bakmak bile yeterli nerede kimin ne kadar neyi oturttuğunu, neyi kontrol ettiğini, neye ne kadar izin verdiğini görmek için. Şu andaki geçerli düzende Maykop plakalı bir arabayla Çerkesk'e gittiğinizde yabancı sayılıyorsunuz!.. Sahilde yerleşmeye izin hemen hemen olanaksız. O eski sahil kentleri, Suhum, Soçi, Kafkasya toprağı değil mi?
Öte yandan söz konusu yazıda Maykop ve Nalçık kentlerini betimleyen görüşlerin de tepki uyandırdığı anlaşılıyor. Mehmet Uzun'un "135 yıllık hayalimiz, ütopyamız" dediği Maykopy 1857'de Ruslar tarafından kurulmuş bir kale. 1822'de aynı şekilde kurulan Nalçık gibi. 1735'de Terek nehri üzerine kurulan Kızlyar ya da 1763'de kurulan Mozdok gibi. Bu kale-kentlerin yapılmasındaki amaç, tahkim edilmiş bir askeri hat oluşturarak, Kafkasya'nın işgalini kolaylaştırmaktı. Rus orduları ve topraksız Rus köylüleri yukardan indikçe hat giderek güneye çekiliyor ve bir dozer gibi Kafkasyalıları ezerek istilacı yerleşimin önünü açıyordu. Hiçbir özelliği ve tarihi geçmişi olmayan bu kaleler daha sonra genişleyerek Sovyet zamanında herhangi bir Sovyet kentinin o tek tip yapay düzenlemesine kavuşturuldu-lar.
Bu kentleri İstanbul veya Paris'le karşılaştırarak "küçük, karamsar taşra kasabaları" diye betimlemiş değilim. Olsa olsa Kislovodsk'la, Vladikavkaz'la karşılaştırılabilir belki. Kislovodsk da Ruslar tarafından kurulmuş bir taşra kenti. Ama bu kaplıca kentini diğer Sovyet kentlerinden ayıran kendine has özellikleri var. Şirin ve doğal, gerçek bir kent dokusuna sahip en azından.
Aslında bir kenti sevmek için ille de güzel veya büyük ve hareketli olması gerekmez. İnsanları oraya bağlayan sıcak ilişkiler olabilir, ilginç iş olanakları bulunabilir, bunları anlamak mümkün. Bu sübjektif nedenler sadece ata yurdu için değil, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir kent için de geçerli olabilir. Ama kimse bir kenti atalarının yaşadığı yer diye güzel bulmak zorunda değildir. Böylesi bir zorunlulukta olduklarını sananlar en azından atalarının nerelerde yaşadıklarını, hangi kentlerin onların tarihiyle özdeşleştiğini öğrenebi-lirler.
Geçmişi ne olursa olsun, yazıda söz konusu kentleri tanımlayan bir iki cümledeki amaç, ideolojik bir yaklaşımla bu kentleri aşağılamak veya küçümsemek değildi. Antalya gibi bir güneş, deniz, tarih ve bolluk kentinden kalkıp burada çok da ilginç olmayan bir yerde yaşamayı seçmek için yapılan fedakarlığın büyüklüğünü vurgulamaktı, böylesi bir fedakarlığı mümkün kılabilecek idealin o insan için önemini göstermekti.
Kafkasya'da bugün çok ciddi bir durum söz konusu iken, bir halk tümüyle yok edilmenin eşiğine gelmişken bizim burada küçük polemiklerle vakit geçirmemiz, söylenenlerin anlamını anlatmaya çalışmamız biraz anlamsız olmuyor mu? Kendi küçük dünyalarımızdan çıkıp, biraz geniş bir perspektiften olayları izlemekte yarar var. En azından bu bireysel dünyalardaki sakin yaşamın sürmesini istiyorsak. Çünkü Çeçen kıyımı sadece Çeçenistan'ın haritadan silinmesini hedeflemiyor. 21. yüzyıla sarkan bu kanlı sömürge savaşı Putin'in ve arkasındaki ordunun Rusya Federasyonu'nda yeniden KGB rejimini yerleştirme çabalarının ilk aşaması. Kafkasya ise, yeniden diriltilecek olan baskı, korku ve kapalılık rejiminin ilk uygulama alanı olacak. Oluyor bile. İşin hala farkında olmayanlara İnguşetya'ya doğru küçük bir gezi yapmaları tavsiye edilir.
Nur Dolay