1. Etnisite ve Milliyetçilik:
Sınırları ve Alanları
Şu sıralar milliyetçilik teorisi üretmek, Sovyetler Birliği'nin yıkılması ve eski sosyalist devletlerin çözülmesi sonucunda ortaya çıkan 'etno-ulusalcılık' olgularını da içermek zorundadır. Önceleri milliyetçilik, 'modernizasyon', 'ulus oluşturma', 'sömürgecilik-sonrası' gibi kavramlarla bağlantılandırılırdı. Bu yorumlarda, halklarının sadakatini sağlama konusundaki başarı ya da başarısızlıkları değişse de, modernizasyon devleti kesin doğru kabul edilirdi. Şu anda eski paradigmaların dengesini bozan, devletsiz ulusalcılık olgusunun nasıl yorumlanacağıdır.
+''+Etno-ulusalcılık olgusu etnisite ve milliyetçilik kavramları arasındaki bağıntıya ilişkin bazı kavramsal sorulara yol açmaktadır. Bu ikisi açık bir biçimde iç içe geçmiş duyarlık ve ideolojiler olmalarına ve temel olarak aitlik, topluluk, kimlik ve bağlılık kavramlarına işaret etmelerine karşılık, eskiden farklı toplumsal kesitlerde yerleşik olan kavramlardı. Eğitim 'etnisite'yi azınlık kültürü doğrultusunda araştırma yönünde iken, 'milliyetçilik' devlet ideolojisi olarak ele alına gelmişti. Bu şekilde, birincisi sıklıkla depolitize edilirken, ikinci kavram da kültürel nitelikten uzak kabul edilmiştir. İkisi arasındaki bağlantıyı inceleme çabaları (ör. Smith 1991) etnisiteyi ulusların kültürel dokuyu oluşturan çerçeveyi sağlayarak milliyetçiliği belirleyen 'temel'i olarak görmüştür. Öte yandan, kültürelliğin daha geniş bir kritiği doğrultusunda gelişmiş olan 'etnisite'ye antropolojik yaklaşımlar, etnik kimlik belirleme olayının yapısı, değişkenliği ve bağlam içinde yanlış yorumlanabilmesi gibi hususları vurgulamıştır. Ancak bu araştırmalar ender olarak bu bağlamın ulusları içinde barındıran devletlerin milliyetçi ideolojileri tarafından nasıl belirlendikleri konusuna değinmişlerdir.
Hem etnik topluluklar, hem de uluslar ortak atalar, akrabalık, tarihsel geçmiş, farklı dil,kültürel devamlılık ve sosyal dayanışma gibi sembollerden oluşan kümelere dayandırılarak sınıflandırılırlar. Ancak entisite ve ulusalcılık arasındaki temel ayırım "topluluk"un politik tanımında ortaya çıkar, çünkü entisiteden farklı olarak ulusalcılıkta, hükümranlık kavramı merkezi bir yer tutar (Anderson 1991,Conner1994). Bunun yanı sıra,ulus tarihsel bir biçimde oluşmuş bir kardeşlik ve yatay bir yayılma gösteren bir kavram olarak düşünülürken (Anderson, 1991), etnisite "kendi" (benlik) kavramının bir uzantısı olarak düşünülüp, biyolojik ve kökene dayalı bir olgu olarak algılanmaktadır. Üstelik, etnik kimlik ve yerden (mekandan) bağımsız olabilir ve çoğu zaman da öyledir. Tam olarak bir bölgenin sınırları ile belirlenmiş olmasıdır ki, bir etnik grubun ulusa dönüşümünün devlet aracılığıyla sağlanması sonucunda beklenen birlik ve hükümranlıktan söz etmeyi olası kılar. Bu nedenle, etnisite, ulusalcılık ve bunlar arasındaki ilişkiyi araştırırken coğrafya ve kimlik arasındaki ilintinin sorgulanması da önemlidir.
Etno-ulusalcılık teriminin ortaya atılması ve yeni bir olgu olarak kabul görmesi, geçmişte faklı iki (varsayımsal) toplum biçiminin, bu iki kimlik tipinin karşılıklı olarak birbirini doğuran kavramlar olduğunun gözden kaçırılmış olması nedeniyledir. Böylece Soğuk Savaş sonrası çağının farklı anlayışları küresel ideolojilerin yerini nasıl özgün politik kimliklerin aldığı üzerinde yoğunlaşmaktadır (bkz. Laclau, 1994). Varsayım odur ki, ideolojik bir boşluğun olduğu yerde, bastırılmış bir durumda olan kimlikler bu boşluğu dolduracak biçimde ortaya çıkarlar. Bu önermenin işaret ettiği şey ise etnik kimliklerin bir şekilde egemen evrensel ideolojilerin baskısı altında bir yerlerde gizli kalmış olduklarıdır. Bu da bizi kimlik belirleme süreçlerini merkez alan etnisite kavramına psikolojik bir yaklaşımla bakmaya götürür (Laclau, 1994). Etnik kimliklerin bu evrensel ideolojiler tarafından nasıl belirlendikleri, ya da belirlenip belirlenmedikleri ve bunlarla ilgili uygulamaların somut örnekler üzerinde tarihsel bir incelemeye tabi tutulmaları bundan sonra yapılacak şey olarak görünmektedir.
Bunlara karşıt olarak, Sovyetler Birliği'nin dağılması ile ortaya çıkan patlamaları açıklamaya çalışan araştırmalar büyük bir saplantı halinde Sovyet sonrası devletlerde demokrasi sorunu ile ilgilenmektedir."Etnik ulusalcılık" ve "devletçi ulusalcılık" kavramları arasında her zaman bir karşıtlık düşünülmüştür (Ignatieff, 1993; Szporluk 1994). Bu ikilem aracılığıyla bu kavramlardan birincisi nötralize edilmekte, zorunlu bir şiddet içerdiği, irticai olduğu ve kozmopolitanlığa karşı olduğu kabul edilmekte iken ikincisi etnisiteye değil bölgeye bağlı,demokratik ve akılcı ve "Sosyolojik gerçeklik" açısından daha talepkar olarak tanımlanmaktadır (Ignatieff, 1993: 7). Teoriler üretmek ve bu ikilemi bir problem olarak ortaya koymak, etnisite ve ulusalcılığın birbirinden ayrılıp ayrılamayacağı ideolojilerini sorgulamak yerine aralarındaki ayrımın geçerliliği kabul edilmekte ve temsili demokrasi ideali doğrultusunda kendi ifade biçimlerinin doğruluğunda açıklayıcı bir gücü olduğu düşünülmekte. Böylece Ignatieff etnik ulusalcılığa dayalı devletlerde demokrasinin olanaksızlığını görmektedir. Laclau (1994) tarafından, eski evrensel ideolojilerin çöküntülerinden, özgün yapıların (azınlık) haklarının savunucusu olacak demokratik bir evrenselciliğin çıkması olası değilse bile, olanak halinde olduğu karşı savı ortaya atılmakta.
Etno-ulusalcılık kendi başına bir olgu olarak yorumlanmalıdır. Bu olgu yalnızca ideolojik alanlarda kalmayıp sınır değişimlerini ve bölge üzerinde farklı halk taleplerine olanak sağlamayı da kapsamı içine alması gerekir. Başka bir deyişle, bu gelişim yalnızca ideolojilerin çöküşü olarak değil daha temel bir düzeyde, etnik kimlik belirlenmesini yasal kategorilere, yönetim prosedürlerine, aktivitelerin sınırlanmasına ve bölgelere ulaşmanın engellenmesine neden olan ilkel devlet yapılarının çöküşü olarak da ele alınıp incelenmelidir.
Üstelik, etno-ulusalcılık sadece eski sınırlarından kurtulmuş nüfusların incelenmesi olarak anlaşılmamalı, eski diasporalardaki çağdaş oluşumları ve nüfus dağılımlarını da göz önüne almalıdır. Örneğin Sovyetler Birliği'nin dağılmasına neden olan şok dalgaları yerel durumlarla birlikte, sayısız biçimlerde tarihleri bu coğrafi bölge ile bağlantılı olan küçük ve dağınık nüfusları da etkilemiştir. Bu grupların çoğunun deneyimlerinin global politikalar üzerinde önemli etkileri olmasa da kendileri bunları önemli ve dramatik bir biçimde yaşamaktalar. Etnik kimlik kavramı üzerinde dönüşümsel etkisi olan şey kendi başına Sovyet komünizminin çökmüş olması değil,ansızın sınırlarının delinebilir bir hale gelmesi ve yabancılara genellikle kapalı olan bu bölgenin ulaşılabilir bir hale dönüşmesidir.
Ürdün ve Türkiye'deki Çerkesler için Kafkasya'daki anayurdun birden ulaşılabilir bir hale gelmesi, hem bireysel olarak hem de etnik kökenli dernekler için birleştirici, bütünleştirici bir etki yapmıştır. Geçen üç-dört yıl bir hareketliliğe, Kafkasya'daki Çerkesler ile Orta Doğudaki topluluklar arasında kültürel, eğitimsel ve dini bağlar oluşturmanın yanı sıra bireylerin ve ailelerin de anayurttaki köylerini ve akrabalarını bulma çabalarına tanık olmuştur. Bu araştırmanın amacı, Kafkaslara ulaşma olanağının Ürdün ve Türkiye'deki Çerkesler'in etnik kimlik anlayışları üzerine yaptığı etkiler ve bu durumda bir etno-ulusalcılığın gelişip gelişemeyeceği sorusudur.
2. Orta Doğu'daki Adığeler:Bir Ulusun Parçaları (mı)?
Adığeler, Kuzey Batı Kafkasya'nın yerli toplumlarından biridir. Çarlık Rusyası'nın Kafkasları işgali yüzünden sürülmeleri ve Osmanlı İmparatorluğu tarafından da cesaretlendirilmeleri nedeniyle muhtemelen 1.5 milyon kadar Çerkes Osmanlı topraklarına göç etmişlerdir. Bu göç yaklaşık 1850'lerde başladı, ancak 1862 ve sonrasında kitlesel göç şeklini aldı (Karpat 1985). Göçmenler tarım toplumları olarak imparatorluğun çeşitli bölgelerine yerleştirildiler.İlk göçmenler Balkanlar' yerleştirilmişlerdi. (Hala Kosova'da bir köy vardır.) Yeni göç dalgalarının da sürmesi ve 1870'lerin sonlarında bu toprakların Osmanlı İmparatorluğunca kaybedilmesinden sonra yeniden Anadolu ve Suriye vilayetlerine yerleştirilmişlerdir. Bu nedenle bugün Çerkesler Türkiye, Suriye, Ürdün ve Filistin/İsrail'de önemli sayılara ulaşan topluluklar oluştururlar. Rusya Federasyonu içinde ise,daha önce otonom bölgeler olan yeni oluşturulmuş Khabardey-Balkar, Karaçay-Çerkes ve Adığey cumhuriyetleri ile Osetya, Krasnodar ve Soçi idari bölgelerine bağlı köy ve kentlerde yaşamaktadırlar. 1989'da Kafkasya'da yaşayan Çerkes nüfus 500 bin kadardır.
İkincil göçler (esas olarak Türkiye'den göçmen işçi olarak gitmek şeklinde) sonucu gidilen Almanya ve Hollanda ile Amerika'daki (New Jersey, Orange Country, Kaliforniya) geniş çaplı yerleşimleri de saydığımızda Çerkeslerin bugün yaşamakta oldukları yerlerin listesi tamamlanmış olur. Adığeler, Osetya Cumhuriyeti'ndeki 4 köy ve bir kenti oluşturan Hristiyanlar dışında Müslümandırlar. Orta Doğudaki Adığelerin yaşadığı ülkelerde aynı zamanda Çeçen, Dağıstanlı, Oset, Abhaz ve Ubıhlar da vardır.
Ürdün'de Çerkesler genellikle orta sınıf kentli bir toplum oluşturur ve hükümet bürokrasisi, parlamento ve askeri alanda önemli bir biçimde temsil edilirler. Türkiye'de sayıları daha fazla olduğu için yaşamın her kesiminde, hem kırsal hem de kentsel bölgelerde yer almaktalar.
Türkiye, Türk etnikliği üzerine kurulmuş bir milliyetçiliği geliştirmiş, kendini laik olarak sunmakla birlikte eğitim ve medya tarafından da desteklenen ani bir İslami kurumlaşma sergileyen bir yapıdadır. Çerkesler için, kendilerini Türk kabul etmeyen diğer etnik gruplar için de olduğu gibi, Türk kimliğine asimile olmak tek seçenektir ve nesiller boyu özellikle şehirlerde yaşayan birçok Çerkes için de olagelen budur. Bazıları, Çerkes'in ne anlama geldiğini, nereden gelmiş oldukları, bir dilleri ve kültürleri olup olmadığı konusunda yalnızca kesin olmayan bilgilere sahiptirler. Bir dönemde, kendi kimliklerine sonradan dönmüş olan bazıları, sağ kanat milliyetçi kesimleri destekleyen aktif dernekler oluşturmuşlardır. Bunlar "Kafkas" dernekleri adı altında Kürtlerin dağ Türkleri, Çerkeslerin ise Kafkas Türkleri oldukları yolunda kavramlar yaratmaya çalışmışlardır. Bu derneklerden bazılarında İslami eğilimler de vardır. Almanya'dan bir göçmen işçinin bana söylediğine göre (ki bunun Almanya olması bir rastlantı değildir) İslama göre hiçbir ulus (etnik kimlik) diğerinden üstün değildir, "daha iyi" olduğu iddia edilen bir Türk kimliğini kabul etmeden de kişinin etnik kimlikten uzaklaşması mümkündür.
Ancak Türkiye'de devletin sağladığı çıkarlardan, sınıfsal nedenlerle, kırsal kesim dengesizlikleri veya kişisel özgeçmişleri nedeniyle uzak kalan Çerkesler için 1970'lerin kargaşasından iki ayrı çözüm yolu ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri Kafkaslıların kendilerini kültürel bağlamda ifade edebilmelerinin yolu olarak gördükleri demokratik sosyalizm idi. Bunlar etnik hedeflere radikal sosyalizm içinde ulaşılacağını öngörüyorlardı. İkinci grup ise "dönüşçü" olarak anılan ve Kafkasya'ya dönmeyi savunanlardı. Bunların birinci gruba yanıtları, onlarla devlet politikası arasında bir ayrım olmadığı, asimilasyon istedikleri, Türkiye sosyalist oluncaya kadar Türkiye'de hiçbir Çerkes kalmayacağı, yani tarihsel miras, dil ve kültürün yok olacağı idi. Dönüşçüler kendilerini solcu olarak görmelerine karşın özünde Çerkes milliyetçisi idiler.
Bu son formülasyon doğrultusunda, kentler ve kasabalardaki etnik dernekler, kırsal kökenli göçmenleri, özellikle de genç insanları harekete geçirerek önemli rol oynamıştır. Türkiye'den Kafkasya'ya dönmüş olanlar, bu derneklere üye olmayla nasıl düşüncelerinin olgunlaştığını ve dönüşün tek çözüm olduğu yolunda ikna olduklarını anlatırlar. Örneğin, Türkiye'de lise İngilizce öğretmeni olan Emine 1992'de Khabardey-Balkar Cumhuriyeti'nin Nalçik kentine göç etmiştir. Kendisi iç batı Anadolu'nun bir kentindendir. Dediğine göre kendisi büyürken Çerkes olmak üzerinde hiç düşünmemiş, anne babasının okulda başarılı olabilmeleri ve iki dili birbirine karıştırmamaları amacıyla evde anadillerini konuşmadıklarını söylemiştir. Hem Çerkes, hem de Türk arkadaşları olmuş. Ancak üniversite öğrenimi için Ankara'ya gittiğinde sol politik akımlardan etkilenmiştir. Kısa bir süre sonra Ankara'da hiç arkadaşı olmadığı için ve kendisinden önce oraya giden ağabeyi de aktif bir üye olduğundan düzenli olarak Kafkas Derneği'ne gidip gelmeye başlar. Zaman içinde bu dernekte söylemlerin akılcı, "mantıklı" olduğunu görür. Bu, nedenle koşullar elverse bile Kafkasya'ya dönmeyeceğini söyleyen Çerkes erkek arkadaşından da ayrılır. "Dönüşçü" olmayan birisi ile evlenemeyeceğini düşünmüştür. Şimdi 38 yaşında ve bekardır ve "Sadece dönüşçü olduğu için de birisi ile evlenilmez" demekte ve eklemektedir: "Dönüşçü olduğum zaman bunun bekar kalmak anlamına gelebileceğini biliyordum. Buraya göç ettiğim zaman da bunu kesin olarak anladım. Fakat benim burada olmam başkaları için örnek oluşturuyor. Dönüşün mümkün olduğunu görüyorlar. Göç etmiş, küçük çocukları olan birçok aile var. Onların hepsini kendi çocuklarım gibi görüyorum ve bana yetiyor." Türkiye'de iken lider olmak için mücadele veren ve şimdi dönmemek için çeşitli bahaneler bulan aktif dernekçileri kızgınlıkla anıyor. "Onların peşinde oldukları şey aslında Çerkeslerin çıkarları değil, kendi politik kariyerleri idi."
Ürdün'de tümüyle farklı bir etnik politika ortaya çıkmıştır (Shami 1982). Bunu en iyi biçimde anlatan 1979'da 35 yaşında bir Çerkes tarafından yapılan şu analizdir:
"Çerkeslerin yapması gereken şey bir kabile oluşturmaktır, çünkü burası bir kabileler ülkesidir ve sonra Çerkeslerin çıkarlarını hükümet nezdinde savunacak bir lider bulmalıdırlar. Örneğin M.......lerden biri (bir Güney Ürdün kabilesi) kralla birlikte yürürken kendi kabilesinden birini görürse durur, kucaklaşırlar. Çünkü desteğin tabandan, bu insanlardan geldiğini bilirler. Kral da onlara saygı duyar. Halbuki aynı durumdaki bir Çerkes ileri geleni dönüp bakmaz bile, çünkü onlar güçlerini o insanlardan (Çerkes kitlesinden) almazlar.
Kabilecilik kavramının dominant politik kavram ve gelişim demek olduğunun anlaşılması 1980'lerde Çerkes-Çeçen Kabile Konseyi'nin kurulmasına yol açmıştır. Toplantılardan birinde bir konuşmacı konseyin amacının "iki kabileyi birleştirmek ve diğerleri gibi olmak" olduğunu söylemiştir. Politik çıkarlar açısından, konseyi oluşturan liderler ileri gelen isimler olmakla birlikte ulusal düzeyde lider değillerdi. Aynı zamanda liderlik pozisyonlarını hükümet katlarında edinmiş kişiler olmaktan ziyade bağımsız girişimlere ve arabuluculuk faaliyetlerine dayalı olarak yöresel hamiler olmakla elde etmiş kişilerdi. Birinci grup Kabile Konseyi'ni erimekte olan güçlerini kazanmak için bir araç olarak görürken, yöresel hamiler yerel tabanlarının ötesinde bir güç kazanmak için bir yol olarak görüyorlardı. Düşünce tarzları o zaman Ürdün'de dominant olan düşünce tarzlarınca belirlenmişti.
Çerkes Komitesi içinde 'Kabilecilik' tek bir vizyon olmayıp, fazla savunulmasa da bir süre için yaygın olan bir bakış açısı oldu. Belirli bir Çerkes etnik kimliği kavramının etkin olması ve bu kavramı taşıyanların düşüncelerini organizasyonlar biçiminde formüle etmeleri ulusal düzeyde egemen bakış açıları ve politik uygulamalarla direkt olarak ilintili idi. Geçen 20 yıl kabile kimliklerinin bütünleyici unsur olarak Ürdün ulusal kimliğini oluşturma doğrultusunda daha fazla modernize edilmesine tanık olmuştur (Layne, 1994). Aynı zamanda, bu süreçle birlikte kabile kimlikleri de kurumsallaştırılmaktaydı. Şu anda tüm Ürdün kabileleri "Kabile Dernekleri"ne sahipler ve tabii ki dernek sahibi olanlar kendilerinin önemli ve büyük bir kabile olduklarını kanıtlamış oluyorlar. Bu derneklerde yalnızca kendilerini Şeyh ailelerinden gelme diye sunanlar değil, aynı zamanda şeyh kökenli olmayan daha genç ve eğitim görmüş insanlar da önemli rol oynamaktadır. Bu kabile dernekleri devlette resmi kayıtları olan, çeşitli kentlerde merkezler açan, hatta kendilerine ait büyük binalar üzerinde "............ Kabile Derneği" tabelaları ile reklamlarını yapan kuruluşlardır. Daha küçük ve zayıf kabile grupları kendilerini bu dernekler vasıtasıyla, eskiden bireysel ya da gruplar olarak insanları bir etnik grubu benimseme ya da fahri akrabalık gibi yollara başvurdukları gibi birleşme yoluna giderek bütünleştirmişlerdir.
Bu mekanizma,bu yolla hayali bir kabile oluşturmuş toplumlara iletişim olanağı sağlamak merkezi devlet karşısındaki konumlarını belirginleştirmenin yanı sıra kaynakların paylaşılması işlevini de görür. Bu yolla, kabilelerin en fakir ve soy açısından en uzak üyeleri bile finans, eğitim ve sağlık yardımı gibi olanaklara ulaşabilir, en önemlisi, anlaşmazlıkların çözümü konusunda temsil edilme ve savunma olanaklarını elde ederler.
Bu nedenle 'etnisite' Türkiye'de azınlık politikaları biçiminde kendini gösterirken, Ürdün'de paradoksal bir biçimde kabilecilik olarak kendini ifade eder. Her iki topluluk da kendini açık bir biçimde "Çerkes" olarak tanımlamakla birlikte, kimliğin formülasyonu ve içeriğinde büyük ayrılık vardır.
Burada yer ve zaman yetersizliği nedeniyle tarihsel ve geleneksel olarak bu iki etnik kimlik çerçevesinin belirlenişi ve farklı yorumlarla nasıl değişiklik gösterdikleri derinlemesine incelemeyecek. Ancak geniş bir açıdan bakıldığında, Ürdün'deki "kabilesel" çözümün savunucusu olan Çerkesler göçün nedeninin dinsel olduğunu ve bir Müslüman toplum içinde yaşama arzusuna dayandığını vurgulamaktalar. Bu onların içinde yaşadıkları toplumla bütünleşmelerini getirmekte. Aksine Türkiye'deki 'dönüşçü' Çerkesler atalarının anayurtlarından sürülmüş olduklarını ve Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının politik mekanizmaları içinde piyon olduklarını vurgulamaktadır. Bu nedenle de, anayurda dönüşün kaçınılmaz olduğu hükmünü çıkarılmaktadır.
Buraya kadar tanımladığım yalnızca iki ayrı bütünsel yapı içindeki Çerkes kimliğinin permütasyonlarıdır. Böyle farklılık gösteren ve halihazır durum ile geleceğe ait senaryoları kesitler biçiminde değerlendiren kavramlar göz önüne alındığında 'Çerkesler', kendilerini içinde buldukları yöresellikler ötesinde bir ulusun parçaları olarak görülebilirler mi? Bu soruya yanıt aramak için etnik kimlik kavramını bir yöreye bağlı olarak incelemek ya da birkaç yöreyi karşılaştırmak yeterli olmayacaktır. Daha doğru bir yaklaşım, eğer 'ulus' olmak söz konusu ise ya da bir süreç söz konusu ise, bu çeşitli yerelliklerin ve 'anayurt'un birbiriyle ve uluslar arası kesişimlerin oluşturduğu sosyo-politik ilişkiler ve kültürel temsil olgularının anlaşılması yoluna gitmektir.
3. Anayurt ile Yüz Yüze Gelişh3>
Suriye'den Kafkasya'ya eğitim amacıyla giden öğrenciler, Sovyet Cumhuriyetlerinden resmi görevlilerin ziyaretleri, folklor grupları ve Kafkas Dernekleri önderlerinin gidiş gelişleri olmasına karşın, Kafkasya'daki anayurt 130 yıldır ilk kez dışarıdakiler için direkt olarak ulaşılabilir bir hale gelmiştir. Bugün, yaşadıkları ülkelerden çok sayıda Çerkes uzun süre önce kaybettikleri akrabalarını ve köylerini bulmak amacıyla özellikle yazları Kafkasya'yı ziyarete geliyor. Bunun yanı sıra bir de yurt dışında yaşayan tüm topluluklardan delegelerin katıldığı, bir seri konferans ve toplantılar düzenlemiş olan Dünya Çerkes (Adığe-Abaza) Birliği oluşturulmuştur. Çoğunlukla Türkiye ve Suriye'den tahminen 200 kadar aile de geri dönerek Khabardey-Balkar ve Adığey yörelerine yerleşmiş bulunuyorlar.
Bu yeni kurulan bağlantıların önemini vurgulamak açısından 1860 göçünden sonra Kafkasya ile bağlantıların büyük ölçüde kesilmiş olduğuna işaret etmek önemlidir. 1917'de ve II. Dünya Savaşı'ndan sonra da Kafkasya'dan küçük sayıda göçler olmuştur. Geleneklerin verdikleri bilgiler, Kafkasların hızla Ruslaştırıldığı ve kimliklerini ve dillerini unutmakta oldukları izlenimini vermiştir. Sovyetler Birliği içinde yaşayan ve 19. Yüzyıl büyük sürgününü hatırlayanlara göre de, Kafkas kimliğinin göç etmiş Çerkesler arasında da yok olduğu izlenimi yansıtır.
Nalçik'ten bir kişi 1960'larda nasıl birdenbire birbirlerini keşfettiklerini şöyle anlatmıştır: Moskova'da bir Gençlik festivali yapılır ve bir Sovyet yandaşı olan Suriye oraya, Suriye toplumunun Çerkesleri de kapsamı içine aldığını göstermek için, içinde bir de Çerkes grubu olan bir delegasyon gönderir. Nalçik Folklor Topluluğu da festivaldedir. Diyor ki: "Aynı dansları yapan ve aynı dili konuşan iki grubun karşılaştığı anda yaşanan şoku, mutluluğu siz düşünün."
Çerkeslerin Kafkasya'ya yaptıkları ziyaretlerde akrabalarının yerlerini bulup onlarla bağlantı kurmaları şaşılacak kadar sık olmamaktadır. Bu karşılaşmaların sıcaklığı, heyecanı ve neşesi insanların içine işliyor. Karşılaşmalar önce şehirlerde olmasına karşılık (Maykop veya Nalçik'te ),misafirler hemen anayurtları olan köylere götürülüyor. Orada günlerce süren akraba ziyaretleri, ziyafetler, eğlenceler oluyor. Genellikle atalarının göç ettiklerinde bıraktıkları yeri ve evi bulma girişiminde bulunuyorlar.
Ancak ortak yanların keşfedildiği bu ilk karşılaşmalardan sonra, daha yakın temas ve izleyen ziyaretlerle farklılıkların keşfi başlıyor.
Etnisite'nin tanımı, etnik toplumsallığı 'BEN' (kendi) kavramının bir uzantısı olarak ifade eder. Başka bir deyişle ortak etnisitenin deneyimlenmiş (yaşanmış) bir durum olması ve bir tanıdıklık, bir aynılık oluşturması beklenir. Ancak Kafkasya'yı ziyaret eden insanların edindiği izlenim, göze çarpan biçimiyle bir şok ve bir tanıyamama olayıdır. Bu deneyim 'kendi kendini tanıyamamak' ya da,'kendi' ile 'başka' olarak yüzleşmek biçiminde ifade edilebilir. 'Ben' kültürel özellikler ve kimlik simgeleyen unsurlar gibi soyut kavramların yanı sıra, vücut yapısı ile ilgili belirli özellikleri de içerecek biçimde anlaşılır. Kafkasya'ya dışarıdan gelen Çerkesler kısa sürede, her düzeyde ne kadar yabancılaşmış olduklarının farkına varırlar.
Bu şok dışarıdan gelen Çerkeslerin kullandıkları ortak ifade kendini gösterir. Öncelikle kendi etnik kimlikleri açısından gördükleri ilk sorun fiziksel olarak birbirlerine benzememek olarak ortaya konmaktadır. Fiziksel karakteristiklerin çevre bütünlüğü içerisinde tanımlanmasının görsel algılarımızı nasıl etkilediğini burada vurgulamak ilginç olacak. Kafkasya'daki Çerkesler kendilerini 'esmer' (esmer Güneyli) olarak tanımlamakta ve Ruslar tarafından da böyle tanımlanmakta iken, Orta Doğu'da yaşayan Çerkesler, Araplar ve Türkler tarafından (belki de Osmanlı saraylarının ve haremlerinin bir kalıntısı olarak) açık tenli ve güzel olarak tanımlanırlar. Böylece, Orta Doğu'dan gelen Çerkes ziyaretçiler kendilerini açık renkli, yerli Kafkaslıları ise koyu renkli olarak tanımlıyorlar. Bu algılanan fiziksel farklılıklar, kabul edilegelen ortak biyolojik etnisite açısından ciddi bir farklılaşma olarak görülmemekte, bir zıtlık, bir ayrılık olarak kabul edilmemektedir. Komünist yönetimin zorluklarına bağlı açıklamalar getirilmeye, bazen de bunun köklerini tarih içinde (asillerin göç ettiği şeklinde) aranmaya çalışılmaktadır. Bildiğim kadarıyla bu savı destekleyen tarihsel hiçbir kanıt yoktur, ancak o kadar çok tekrarlanmıştır ki kabul görmeye başlamıştır.
Daha az biyolojik, daha çok kültürel başka özellikler ise dışarıdan gelenler tarafından aynı derecede dikkat görmemiştir. Dilin anlaşılması zordur, zira sırasıyla Rusça, Arapça ve Türkçe'nin etkileri görülmektedir. Ancak dış etkilerin yanı sıra, Orta Doğu yerleşim alanlarında kullanılan diyalektler bir yakınlaşma ve benzeşmeye doğru giderken,Sovyet Cumhuriyetleri'nde ayrılma ve uzaklaşma meydana gelmiştir. Bu ayrılma üç cumhuriyetteki Kiril alfabesinin farklı adaptasyonları nedeniyle de artmıştır. Aynı derecede şok etkisi yapan bir başka konu da danslardaki [halk oyunlarındaki] farklardır. Danslar, yerleşilen ülkelerde kültürel faklılığın korunması açısından özellikle sürdürülen bir aktivite olması nedeniyle hassas bir konudur. Örneğin 1980'lerdeTürkiye'deki etnik dernekler başka etkinlikler sürdürememelerine karşın halk oyunları çalışmaları yapabilmiştir.
Bireysel bazda bakıldığında,Ürdün ya da Suriye'de iyi dansçılar olarak tanınan kişiler Kafkasya'da birdenbire garip ve sarsak bir hale düşüyorlar. Dans, kız erkek arkadaşlığının temel ve ince bir aracı iken, gençler beğeni ve duygularını bu garip melodiler, tempolar ve hareketler nedeniyle iletemez duruma geliyorlar.
Daha genel bir açıdan bakıldığında, evlenme ile ilgili gelenekler, örneğin kız kaçırarak evlenme gibi benzerlikler olmasına karşın, düğünlerin temel özellikleri olan dansların yanı sıra ayrıntıda da yabancılaşmalar söz konusu. Aynı şekilde, yemek, misafirperverlik ve ilişkiler iki taraf tarafından da yanlış anlaşılıyor ve bu gibi durumlarda davranışlar ve beklentilere ilişkin güç durumlar ve garip olaylar yaşanıyor.
Liste böyle uzayıp gidiyor. Ancak 'kendi' olmaktan uzaklaşmayı getiren bu gibi olgular Kafkasya'ya geri dönüş yapan insanlarda bir güven eksikliği duygusuna yol açıyor. 'Yabancılaşma' kendini 'güvensizlik' olarak ifade etmekte. Bu bireysel bazda bir güvensizlik olmayıp, toplumsal düzeyde bir rahatsızlık olan ve 'ahlaki değil' biçiminde ifade edilen bir güvensizlik. Kuşkusuz eski-Sovyet toplumunun çöküşünden ortaya çıkan genel bir kanunsuzluğun, artan fakirliğin, yaşam standardında düşüş ve güvenlikten yoksunluk gibi olguların ve bunların yarattığı boşanma, alkolizm ve ev içi şiddet gibi olayların da bu durum üzerindeki etkisi kaçınılmaz. Ürdün'den gelenlerin zaman zaman dile getirdikleri bir tepkileri ise Kafkasya'daki Çerkesler'in iyi Müslüman olmadıkları ve onlara dinin kurallarının öğretilmesi gerektiği düşüncesidir.
Kafkasya'daki Çerkeslerle yaşanan uyumsuzlukların yanı sıra, dış ülkelerden gelen Çerkesler birbirleriyle ortak yanlar yakalamakta da sorunlar yaşıyorlar. Kafkasya'da şu anda geçerli politik duruma ve geleceğe ilişkin planlara karşı gösterilen tepkiler o kişilerin geldikleri ülkelere göre değişiyor. Örneğin Suriye'den gelenler Kafkasya'nın komünist geçmişine olumlu bakmakta ve bu güçlü durumun dağılması nedeniyle şimdiki durumu üzüntüyle karşılamaktalar. Türkiye'den gelenler 'batılılaşma'yı, örneğin Kiril alfabesinin Latin alfabesi ile değiştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. Ürdün'den gelenler ise, din eğitiminin gerekliliğini vurgulayarak, atalarının çıkmış olduğu köylerde cami inşaatlarına maddi kaynak katkısında bulunuyorlar.
Dönüş yapmış ailelerden genellikle aynı ülkeden göç edenler arasında ilişkiler kuruluyor. Zaman zaman da birbirlerinden "Türkler", "Suriyeliler", "Ürdünlüler" ve Kafkasyalı Çerkeslerden de "Ruslar" diye söz ediyorlar. Daha önce sözünü ettiğim Emine "Biz Türkleşmemek için Türkiye'den ayrılırken, buraya Türk olmaya gelmişiz" diyor.
Ancak, böylesine ayrılıklar ve sorunlu ilişkilere karşın, ortak yanların araştırılabileceği bazı alanların da ortaya çıkışını gözlemek mümkün. Bu alanlardan biri oteller ve otel olarak çalıştırılmak üzere Nalçik ve Maykop'ta yeniden açılan sanatoryumlar. Buralara yazları otobüsler dolusu Çerkes çeşitli ülkelerden gelip, tanışmakta ve kendi akrabalarını araştırmaktadır. Ürdün'den, Suriye'den veya bir başka yerden bir grubun geleceği duyulduğunda, insanlar, birbirlerine aralarında şu ya da bu aileden birileri olup olmadığını sormak için, bu otellerin lobilerini dolduruyorlar. Akşam ilerledikçe otellerin önleri büyük bir resepsiyonun verildiği parti alanına benziyor. Az sonra bir araba yanaşıp bagajından içki satmaya başlıyor. Daha sonra birsi bir akordeon getiriyor ve herkes "jegu" için ortaya toplanıyor. Daha önce de belirtildiği gibi, benzer sahneler daha küçük boyutlarda köylerde ve uzun süre önce kaybedilmiş akrabaların evlerinde de yaşanıyor.
Şu ana kadar ortaya çıkan bütünleşmeyi sağlayıcı en büyük arena "Dünya Çerkes Birliği". Bu forumlarda anlaşmazlıklar gözlemlenebiliyor ve Kafkasya dışından gelen Çerkesler, üç küçük Kafkas Cumhuriyetinin Moskova ile ilişkilerini yeniden tartışmak konusunda yaşadıkları sorunları anlatmakta zorluk çekiyorlar. Ancak, yine de arka arkaya toplantılar düzenleniyor. Pek az plan ve program yapılmasına ve çok daha azının da uygulamaya konmasına karşın, toplantılar, özellikle ulusalcılık yönü ağır basan, ortak bir söylemin ortaya çıkmasını sağladı. Maykop'taki 1993 Temmuz'unda yapılan toplantıda Adığey Cumhuriyeti'nden bir delege şunları söylediği zaman ayakta alkışlandı:
"Bu günler bir kurban bayramını andırıyor. Göz yaşlarımızı içimize akıtırken ruhlarımızı ve moralimizi yüksek tutmak zorundayız. Gitmiş oldukları o garip ülkelerde Çerkes ruhunu yaşatmış olan bu insanlar yaşadıkları güçlüklere karşın buraya gelmişler. Madem ki şu anda birlikte buradayız, daha da yakın olabilmeyi umuyoruz. Onlara, yani diasporada yaşayanlara yardım etmek için her şeyi yapmalıyız. Dışarıda çektikleri yeter, onlara geri dönmeleri ve buraya yerleşmeleri için yardım etmeliyiz. ... (Ruslar) bizi önemsemiyorlar çünkü sayımız az. Biz kendi yaptıklarımız sonucunda değil, onlar bizi azınlıkta bıraktıkları için az sayıdayız. Rusya'nın demokratik bir ülke olmasını istiyoruz. Biz başka ulusların varlığına saygı gösteriyoruz, biz de karşılığında saygı istiyoruz. Sürdürülmekte olan (Abhazya'daki) savaş bir zulüm. Sonuç olarak diasporadaki büyüklerimize (atalarımıza) selamlarımızı gönderiyoruz ve (dört gözle) yeniden büyük bir aile, bir halk (ulus) olacağımız günü bekliyoruz."
4.Sonuç: Ulus mu Diaspora mı?h3>
Bütün bu algılamalar, reaksiyonlar ve aktivitelerin sonunda ortaya çıkan şey anayurda karşı net olmayan bir yaklaşım (tepki). Anayurt ulaşılmaz bir yer olduğu zamanlarda Çerkesleri başkalarından farklı kılan ve birbirlerine benzer kılan bir referans noktası oluştururdu. Zaman dışı bir mekan ve Çerkes kimliğini simgeleyen özelliklerin temsilcisi olan bir yer olarak düşünülürdü. Sonsuz bir geçmişin de simgesi idi. Anayurtla karşılaşmalar bu mekanı tekrar zaman içinde bir yere oturttu. Bir mihenk taşı olarak taşıdığı niteliği de değiştirdi. Günümüz koşulları ile direkt bağlantısı görülemeyen soyut bir nokta olan bu yerin şimdi ulaşılabilir olması, uzakta yaşayan insanlarımızı bir anda yurt dışındaki nüfus konumuna getirdi. Geleceğe ilişkin her türlü etnik senaryo şimdi, bir yere kadar, diaspora ülkeleri içinde sınırlandırılmayıp Kafkasya ile bağlantılandırılmak zorunda. Şu anda, yurtdışında kalmak demek "Araplaşmak", "Türkleşmek" ya da "Müslümanlaşmak" biçiminde etnik kimliğin sonu demek. Anayurt Kafkasya'da yer aldığı için bu bölge diasporadaki Çerkesler için bir vizyon oluşturmak durumunda, her ne kadar huzur veren bir vizyon olmasa da.
Çerkesler örneği, Clifford'un (1994:311) "Diaspora dilleri azınlık dillerini ekarte eder ya da en azından tamamlayıcı bir rol üstlenir" tezini doğruluyor. Ancak sınırlı Türkiye ve Ürdün örneklerinde göstermeye çalıştığım gibi, 'azınlık dili' belli bir nitelik olmayıp çevre koşullarına göre değişkenlik gösteren bir kavram. Dahası, bu tür diller hiç bir zaman birleşemiyor, ki bu da "diasporadaki kültürel formların uygulamada tam anlamıyla ulusalcılığa dönüşememesi"nin temel nedeni (Clifford 1994: 30). Etnisite kavramındaki ayrılıkları (maddi olarak, çeşitli alanlarda ve uygulamalı olarak) incelemek, birbirleriyle çelişen 'etnik ulusalcılık' ve kozmopolit 'politik ulusalcılık' kavramları arasındaki farkları anlayabilmek açısından doğrulayıcı bir özellik taşır. Sınırlar çok sıkı olduğu sürece ideolojilerin ve kimlik politikalarının hayali bir geçmişine bile izin vermeyecek yapıdadırlar. Ancak, ani ortaya çıkmış bir milletler-ötesi ve milliyetçilik-sonrası çağı (Clifford 1994) yaşarken bizim ulusalcılık ve etno-ulusalcılık anlayışlarımızın zamanla paralellik içinde olması bir gerekliliktir.
[Çeviren: Münevver Bağ Hatko]
Bu edebiyatta "devletsiz ulusalcılık" olgusunu anlamakta yeterince başarılı değildir. Orta Doğu'da Lübnan, Ürdün ve birçok körfez ülkelerinden 1970'lere ait örnekler akla gelir.
Britanya bağlamı içinde farklı bir durum olmasına karşın, etnisite, ırk ve demokrasi kavramlarının bir başka tartışma biçimi Hall'da (1991) bulunabilir. Bunun yanı sıra şu anda Rusya Federasyonu'nda geçerli olan şeyin ulusalcılık değil, bölgecilik, yöresellik ve sabit bazı çıkarlar olduğu tartışması için bkz.Teague (1994: 48).
Kısa, ancak yakın bir zamanda yapılmış bir çalışma olarak Sovyetler Birliği'nde etnisitenin/ulusların nasıl tanımlandığı ve yaratıldığı incelemesi için bkz. Szporluk (1994). Sosyalist blokun diğer ülkelerinde az olmasına karşın Sovyetler Birliği'nde "milliyetler sorunu" ile ilgili çok zengin ve eski kaynaklar vardır.
Bu ülkelerdeki Çerkes nüfusun sayısını bilmek çok zor. Gözlemci kaynakların belirttiğine göre Türkiye'deki nüfus bir milyon olarak tahmin edilmektedir (Andrews 1992). Suriye'de elli bin, Ürdün'de otuz bin ve Filistin/İsrail'de iki bin erkesin yaşadığı tahmin ediliyor.
Kafkasya'da yaşayan Çerkeslerle ilgili bu tahminde 1989 nüfus sayımlarında verilen Çerkes, Kabartay ve Adığe nüfus sayımlarını esas aldım. Bu sayı Olcott'a göre (1990) 476.900, Teague'e göre ise (1994) 499.372'dir. Ancak bu sayılar kendilerini Adiğe kabul eden ancak bu cumhuriyetlerin toprakları dışında yaşayanlarla, Rus bölgelerine bağlı köylerde yaşayan nüfusları içermediği için çok eksik bir sayı olsa gerektir.
Kafkasya dışında yaşayan topluluklardan Abhaz ve Ubıhlar da Çerkes/Adığe kapsamı içine alınmaktadır ve bu topluluklar arasında karşılıklı evlenmeler vardır.
Akrabalar genellikle ortak soyadlarına göre ya da, eğer akılda kalmışsa, çıkılan köylerin adı sayesinde bulunuyor. Akrabalık bağları genellikle göç sırasında hayatta olan kardeşlerden orada kalanların yeni nesillerinin bulunması sayesinde kuruluyor.
İçki gelenekleri bu sorunlu alanlar içinde en fazla göze çarpanı. Orta Doğu ülkelerinden gelen konuklar, kendileri birey olarak içki içen kişiler olmalarına karşın, Kafkasya'daki yemeklerdeki yaygın törensel kadeh kaldırma olaylarını alkolizmin bir göstergesi gibi yorumluyor. İlginçtir ki "dönüş" yapıp yerleşmiş olan kişilerin çoğu içki içmeyi bırakmışlar ve bunu "Ruslaştırmanın" bir göstergesi olarak algılıyorlar.
Alkolizm ve şiddetin artıp artmadığı ya da bunu Sovyetlerin çöküşü ile bağlantısı olup olmadığı konusunda bir şey söylemem mümkün değil, ancak Kafkasya'da yaşayan Çerkesler'in iddiaları bu yönde.
Bu çalışmamı yaptığım sırada Abhazya'da sürmekte olan savaş ve şu anda Çeçenistan'da yaşanan savaş Rusya Federasyonu ile Bağımsız Devletler Topluluğu içindeki Rus ve Rus olmayan toplumlar arasındaki ilişkilerin ne kadar güç olduğunu açıkça gösteriyor.
Diasporadaki nüfusların ev sahibi ülkelere olan çok yönlü bağımlılığı ve oradaki yerleştirilmelerini vurgulamanın yanı sıra Clifford bu hususu "diaspora" kavramını "dile getirilen sembolik ya da gerçek bir anayurt" kavramından ayırabilmek için bu ifadeyi ileri sürüyor (Clifford, 1994:306). Ben burada bu terimi daha genel ve yaygın anlamıyla kullanıyorum.
KAYNAKLAR
Anderson, B. (1991), Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism. London: Verso.
Andrews, P.A. (1992), Türkiye'de Etnik Gruplar. (Çev. M. Kupuşoğlu) İstanbul: Ant Yayınları.
Berkok, I. (1958), Tarihte Kafkasya. İstanbul: İstanbul Matbaası.
Clifford, J. (1994), "Diasporas", Cultural Anthropology, c.9, n.3, s.302-338.
Conner, W. (1994), Ethnonationalism:The Quest for Understanding. Princeton: Princeton University Press.
Hall, S. (1991), "The Local and the Global: Globalization and Ethnicity" ve "Old and New Identities, Old and New Ethnicities", A.D.King (der.), Culture, Globalization and the World System, içinde. New York: SUNY, Binghamton.
Ignatieff, M. (1993), Blood and Belonging: Journeys into the New Nationalism. New York: Farrar, Straus and Giroux.
Karpat, K. (1972), "Ottoman Immigration Policies and Settlement in Palestine", I. Abu-Lughod ve B. Abu-Laban (der.), Settler Regimes in Africa and the Arab World, içinde. Illınois: The Medina University Press International.
Karpar, K. (1985), Ottoman Population: 1830-1914: Demographic and Social Characteristics. Madison: University of Wisconsin Press.
Karpat, K. (1990), "The Hijra from Russia and the Balkans: the Process of Self-definition in the Late Ottoman State", D.F. Eickelman ve J. Piscatori (der.), Muslim Travellers: Pilgrimage, Migration, and the Religious Imagination, içinde. Londra: Routledge.
Laclau, E. (1994), "Introduction", E. Laclau (der.), The Making of Political Identities, içinde. Londra ve New York: Verso Books.
Layne, E. (1994), Home and Homeland: The Dialogics of Tribal and National Identities in Jordan. Princeton: Princeton University Press.
Olcott, M.B., der. (1990), The Soviet Multinational State: Readings and Documents. Armonk, NY: M.E.Sharpe.
Shami, S. (1982), Ethnicity and Political Leadership: The Circassians in Jordan. Yayınlanmamış doktora tezi, Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley.
Smith, A.D. (1991), National Identity. Reno: University of Nevada Press.
Szporluk, R. (1994), "Introduction: Statehood and Nation Building in Post-Soviet Space", R. Szporluk (der.), National Identity and Ethnicity in Russia and the New States of Eurasia. İçinde. Armonk, NY: M.E. Sharpe.
Teague, E. (1994), "Center-Periphery Relations in the Russian Federation", R. Szporluk (der.), National Identity and Ethnicity in Russia and the New States of Eurasia. İçinde. Armonk, NY: M.E. Sharpe.
+''+Seteney Shami