Ürdün’de 120.000 kadar Çerkes bulunuyor. Bunların büyük çoğunluğu da başkent Amman’da yaşıyor. Tıpkı İstanbul gibi 7 tepe 7 vadi üzerine kurulmuş olan Amman’ın tarihi çok eski, Ürdün’ün bir devlet olarak tarihi çok yeni. Amman’ın bu eski tarihinin son 130 yılı, Ürdün’ün bir devlet olarak tarihi buradaki Çerkeslerin tarihiyle çok fazla örtüşüyor. Çerkesler Ürdün’de sayılarından gelen bir ağırlıkla değil, Ürdün’ün ve Amman’ın tarihinde taşıdıkları önemle temsil ediliyorlar. Bu tarihten ötürü de kendilerini -aleyhlerine değişen nüfus dengesine rağmen- bir bakıma Ürdün’ün sahiplerinden birisi olarak görüyorlar. Elinizdeki bu yazı, Ürdün’de yaşayan Çerkeslerin tarihini olabildiğince özetlemeyi*, bunları kısa ama yüklü bir gezinin yoğun gözlemleriyle birleştirmeyi, bu arada biraz da yapabildiği kadarıyla bizimkine benzerlikleri ve farklılıklarıyla bir başka diasporik Çerkes kimliğini anlamayı amaçlıyor
+''+Amman ve Ürdün’ün tarihinde Çerkesler
Amman tarihi itibariyle biraz Ankara gibi. Kuruluş olarak çok eski, başkent olarak çok yeni. Amonitlerin (ismi buradan geliyor), Hititlerin, İsraillilerin atalarının, Helenlerin, Romalıların, Emevilerin yerleşim yeri olmuş, geçici İngiliz Yönetiminden önce de bilindiği gibi Osmanlıların. Amman’ın bütün modern kentler gibi birden çok yüzü var. Birincisi, bölgeye özgü beyaz kesme taştan yapılmış, üç dört katlı çatısız apartmanları, gene aynı yapı taşından tek katlı ve büyük bahçe içindeki villaları, geniş bulvarları, yeşil alanları, alışveriş merkezleri, McDonalds gibi bildik fast food restoranları, çok yıldızlı otelleriyle yeni Amman. İkincisi, nispeten dar sokakları (bunlardan ana cadde yerine geçen bir tanesi eski Amman’ın merkezi boyunca uzanıyor ve Şapsığ caddesi olarak adlandırılıyor), bu sokaklar boyunca uzayıp giden rengarenk dükkanları ve pasajları, beyaz taşları artık kirlenmiş ikişer üçer katlı evleri, ayaküstü yemek yenecek yerleriyle eski Amman. İkisinin birbirine geçiştiği ya da ayrıldığı yerde ise bir başka Amman daha uzanıyor; geçmişi tarih öncesine giden kentin ilk sakinlerinin Amman’ı, yani en eski Amman. Bu tarihi, şimdilerde sadece Roma Yönetiminden bu yana ayakta durmayı başarabilmiş bir anfitiyatro simgeliyor. Ancak anfitiyatronun, Ürdünlü Çerkesler için kentin eskiliğini sembolize etmekten öte bir anlamı var: Ürdün’deki tarihlerinin başlangıcını bu mekan temsil ediyor. Çünkü, 1868’den başlayarak bu bölgeye gönderilen yanlarında gerekli birkaç giysi ile şilteleri ve silahlarından başka bir şey bulunmayan ilk Çerkes kabileleri -ki ilk kabilenin Sapsığlar oldukları biliniyor-Amman vadisinin merkezindeki bu anfitiyatro ile etrafındaki “kovuklara” yerleşiyorlar barınabilmek için. Görünüşleri, adetleri, yaşama biçimleri buraların “yerlilerinden” büsbütün farklı yabancılar olarak, düşmanlık görmemek için etrafında hiç başkaca yerleşime rastlanmayan bu vadiyi “seçiyorlar”, bir de su bulunan nadir yerlerden olduğu için. Ancak bu mekan tuttukları yerde de uzun süre ne bedevi saldırılarından ne de bulaşıcı hastalıklardan koruyabiliyorlar kendilerini…
İlk aileler Anadolu üzerinden iki yolla ulaşıyorlar buraya: deniz yoluyla gelenler Şam üzerinden, kara yoluyla gelenler Aleppo üzerinden. Onları diğerleri izliyor bir süre sonra, Khabardey ve Pazadogh’lar. Ancak onların da gelişinden sonra, bu “düşman” çevre ile baş edebilecek bir güç oluşturuyorlar. Gene de aralarından koşullara dayanamayıp, Anadolu’daki ilk geldikleri yerlere dönenler oluyor. Yerleştirildikleri, yabancılandıkları bu bölgede -diğer pek çok yerde yaptıkları gibi- öncelikle etraflarındaki düşman mekansal/coğrafi çevreyi altetmenin peşine düşüyorlar Çerkesler. Tarımcılık ise bunun yolu oluyor. Hiç yoktan -bulaşıcı hastalıklarla, bataklıklarla, kuraklıkla mücadele ede ede- yarattıkları bu zenginlik onların yerleştirildikleri topraklara kök salabilmelerini kolaylaştırıyor. Bunun korunmasını önemli kılıyor. Hiç bir alet kullanmadan elleriyle yaptıkları sabanlarla toprağı işlemeye, gene tahtadan yaptıkları aletlerle harman kaldırmaya başlıyorlar. Bu yüzden de sürekli olarak Bedevilerin saldırılarına maruz kalıyorlar. Yerleştirildikleri sulak yerler ile ekilebilir hale getirdikleri topraklar hayvanları için otlak ve su peşinde olan ayrıca ekonomilerini bir tür yağmacılığa dayandıran Bedeviler için çok cazip hale geliyor. Bu nedenle de aralarında sürekli kanlı çatışmalar yaşanıyor.
Osmanlı Yönetimi yeni tebaasının gönderildikleri bölgelerdeki haliyle hiç ilgilenmiyor, ta ki, Amman ve Balga üzerinden Hicaz’a gidecek demiryolu yapılana dek. Hicaz demiryolunun geçecek olması bölgenin önemini artırıyor, hayvancılıkla uğraşan Bedevi göçerlerin muhtemel saldırıları karşısında güvenliğin sağlanması, vergilerin düzenli olarak toplanması, kabileler arasında barışın sağlanması gerekiyor. Böylelikle Amman çevresinde Çerkeslerden oluşan bir güvenlik çemberi, tampon bölgeler oluşturmak üzere harekete geçiyor Osmanlı Yönetimi ve Çerkes kabilelerini Amman’ın 7 tepe 7 vadisini kuşatacak şekilde bölgeye dağıtıyor. Bir grup (Şapsığ, Khabardey ve daha az sayıda olmak üzere Abzah kabileleri) ilk yerleşim yerleri olan Amman vadisinde bırakılıyor. Aralarından birisi de bölge yöneticisi atanıyor. (Bu bölge yöneticiliği Osmanlı Yönetimi süresince, Ürdün devleti kuruluşuna kadar Çerkeslerde kalıyor). İkinci grup, iki bedevi kabilesiyle arada tampon oluşturmak üzere Seer Vadisine yerleştiriliyorlar. Bunların çoğunluğunu yine Şapsığlar ve Bjeduglar oluşturuyor. Aralarında bir kaç Abzah aileler de var. Üçüncü grup (Khabardey ve Shishan kabileleri) bir başka Bedevi kabile ile müttefiklerinin tam karşısında kalan Sweileh’e yerleştiriliyor. Sadece Khabardey ailelerden oluşan dördüncü ve beşinci gruplar ise yine çeşitli Bedevi kabileler karşısında tampon bölge oluşturacak şekilde Jerash’a ve Ruseifa’ya yerleştiriliyorlar. Altıncı grup, ki bunlar göreli olarak daha yeni tarihlerde (1902-1905 yılları arasında) bir kaç Khabardey aile ile birlikte bölgeye göçetmek durumunda kalan Shishanlardan oluşuyor, Zarga’ya yerleştiriliyorlar. Nihayet çoğu Abzah ve Bjeduğlardan, azı Khabardey ve Şapsığlardan oluşan son bir grup da Naur’a yerleştiriliyor. Böylelikle Amman, kuzey ve güneyden, doğu ve batıdan yani dört bir cepheden Çerkes yerleşimleriyle çevreleniyor. Amman’ın 50 km kadar kuzeyinde kalan Jerash sayılmazsa bu, 20.yüzyılın başlarındaki bir yerleşim yeri için önemli bir büyüklük olmak üzere 12-15 kilometre karelik yer demek. Nitekim, bu yerleşim yerleri bugün de büyük ölçüde “saflığını” koruyabilmiş halleriyle Amman ve çevresindeki Çerkes mahalleleri olarak biliniyor. Örneğin Wadi Seer’deki Çerkes derneğine konuk olduğumuzda, gençlerden birisi bize “son 20 yıl öncesine kadar kızlarımıza göz koyarlar diye Arap gençleri buralardan geçemezlerdi” diyor. Kanımca Çerkeslerin tarihi yaklaşık 130 yıl öncesine giden bu yerleşim haritasına bakınca, “güvenilir tebaa” olarak “güvenilmezler” karşısında kendilerine yüklenen merkez (Osmanlı) adına güvenliği sağlamak misyonuna bakınca neden Amman’ın, dolayısıyla Ürdün’ün Çerkesler demek olduğunu anlıyorsunuz. Neden Çerkeslerin bakan, milletvekili, ordu komutanı, yüksek rütbeli subaylar olarak yönetici sınıf arasında olduklarını, ya da orta sınıftan olanların bile neden Çerkesliklerini ifade ederken onura eşlik eden bir “güven” ile konuştuklarını açıklayabiliyorsunuz. Ancak Ürdün Çerkeslerinin kimliklerini dile getirişlerinde Türkiye’deki Çerkeslerden ayrılan bir fark olarak tespit ettiğimiz bu güvenlik duygusunu tam olarak anlayabilmemiz için Ürdün tarihinde Çerkeslerin nasıl bir yer tuttuğunu görmeye devam etmeliyiz.
Çerkeslerin bölgede güvenliği sağlamak görevleri sadece yerleşim yerlerinin Bedevi kabileler karşısında güvenlik çemberi oluşturacak şekilde belirlenmesiyle sınırlı kalmıyor. Osmanlı Yönetimi, Hicaz demiryolunun güvenliğini sağlamak ve vergilerin toplanmasını kolaylaştırmak üzere Çerkeslerden oluşan ve başında Çerkes Mirza Paşa’nın bulunduğu 300 kişilik atlı bir polis gücü de oluşturuyor. 1908 yılında demiryolu inşaatinin tamamlanmasından sonra, Amman’da yaşam değişiyor. Kentte ticaret canlanırken, yeni bir göç dalgası da bunu izliyor. Amman bugün Suriye diye bilinen topraklarda yaşayan Çerkeslerden de göç alıyor bu dönemde. Suriye’deki polis gücünün başında bulunan Çerkes Khusrov Paşa ile Amman’daki polis gücünün başında bulunan Mirza Paşa birlikte bu yeni gelen Çerkesleri sonradan “Muhacir mahallesi” olarak bilinecek olan bölgeye yerleştiriyorlar. Amman’daki Çerkes nüfusu artıyor böylece Çerkesler arasında, o zamana kadar daha çok tarım ve daha az zanaatkarlık ile uğraşılırken, artık ticaret de yaygınlaşmaya başlıyor. Tarımcılıkta önemli işler başarıyorlar, Amman’ın etrafı meyve bahçeleri, üzüm bağlarıyla donanıyor. Arıcılık yapılıyor. Ağaç oymacılığı, gümüş işlemeciliği, kama, kemer, eğer yapımı gibi geleneksel zanaatlerini canlandırıyorlar. Amman ilk defa hayvanların çektiği tahta arabaları Çerkesler sayesinde tanıyor. Bölge insanları bugün hala bazı evlerde, bir tür yabani ottan yapılıp, içine süt kreması, biraz tuz ve karabiber eklenen ve “kalmek” olarak adlandırılan Çerkes çayını, onların “Chipsi pasta” yapmak üzere kullandıkları bulguru Çerkeslerden öğreniyorlar. Ancak toplumsal kültürel yaşamda yarattıkları bu canlanmaya rağmen yine de Çerkes ailelerin çoğu erkek çocuklarını asker, polis olarak görmeyi tercih ediyor, binlerce yıllık savaşcılık geleneği nedeniyle.
Çerkesler dostluk gördüklerinde anlaşmadan, barıştan ve “düzenden” yana oluyorlar. Düşmanlık gördüklerinde üstesinden “askeri” yollarla gelmeyi biliyorlar. Bir yandan Osmanlı adına güvenlik görevi üstenirlerken, diğer yandan sefere çıktıklarında saldırıya uğramaları muhtemel kendi ailelerinin güvenliklerini düşünmek durumunda kalıyorlar. Bedevilerle sorunlarını çözseler, Dürzilerle uğraşmak durumunda kalıyorlar. Örneğin, 1910 yılında asıl görevi hicaz yolunun güvenliğini sağlamak olan Mirza Paşa yönetimindeki Çerkes polis gücü, tam bölgedeki bir ayaklanmayı bastırmışken, kendilerinin seferde oluşunu fırsat bilen Dürzilerin, Golan bölgesindeki kabilelere saldırdıkları haberini alıyorlar. Kadınların, çocukların onların elinde rehine olduklarını duyuyorlar, Osmanlının -Merkezin- bu işe ne diyeceğine hiç aldırış etmeden yetişip kurtarıyorlar onları. Bu Çerkes polis gücünün sonu oluyor. Osmanlıyı Suriye topraklarında temsil eden Çerkes Krushov Paşa, Mirza Paşa’nın atlı birliğini dağıtıyor. Böylelikle onlara, sağlamakla görevli oldukları güvenliğin Osmanlınınkinin olduğu, kendilerinin güvenliğini sağlamaya kalktıklarında ya da kendileri için bir güç haline gelmeye kalktıklarında buna izin verilmeyeceğini, Çerkesin haddini yine bir Çerkese bildirtmeyi de ihmal etmeden gösteriyor merkezi yönetim. Ürdün Çerkeslerinin tarihinde önemli bir yer tutan bu olay bize, yaşadığımız coğrafyada Cumhuriyetin kurulmasına giden süreç içerisinde yaşananları, Düzce’deki Anzavur Ahmet ayaklanmasını bastırmak üzere gönderilen Çerkes Ethem’in, sonradan hain olarak adlandırılmasına giden süreçte başına gelenleri, Kuvvayı Seyyare’nin dağıtılma kararının alınmasını hatırlatıyor.
Ancak Çerkesler tıpkı Türkiye’de de yaptıkları gibi yerleştikleri toprakları sahiplendikleri ölçüde, ona yönelik dışarıdan saldırılar karşısında kendilerini ait hissettikleri merkezden yana tavır almayı da biliyorlar. Olup biteni “onların/yönetenlerin” savaşı gibi görmüyorlar, kendi savaşları olarak da görüp, cepheden cepheye koşuyorlar. 1918 yılında, Çerkes gönüllülerden oluşan bir askeri birlik (“Mücahitler” diye adlandırıyorlar kendilerini) gene Mirza Paşa’nın yönetiminde olmak üzere Süveyş’te, İngilizlere karşı savaşıyorlar. İngiliz ordusu kuzeye doğru yürürken, Osmanlının düzenli ordusunun bir kolu o sıralar Şam’a çekilmiş, diğer kolu da bölgedeki Arap milliyetçi ayaklanmalarını bastırmakla meşgul olduğu için, karşısında sadece Çerkesleri buluyor. Amman’ın İngilizler tarafından işgali sırasında Çerkesler, Wadi Seer’de bir çok kayıp veriyorlar. Çerkes toplumunun ileri gelenleri, antlaşma imzalanıncaya kadar esir tutuluyorlar. Osmanlı’nın Suriye’deki toprakları Fransızlar tarafından işgal edilirken, Mirza Paşa’nın askerleri bu defa Arap birliklerinin yardımına yetişmeye çalışıyor. Ancak Şam’ın Fransızların eline geçtiğini duyunca yeniden Amman’a geri dönüyorlar. Ürdün’deki İngilizlerin yönetimi çözülmek üzereyken bölgedeki Arap milliyetçiliğinin öncülüğünü üstlenen Haşimi ailesinden Prens Abdullah’a destek veren yine Çerkesler oluyor. 1923 yılında bugünün Ürdün’ünü oluşturan topraklardaki Arap/Bedevi aşiretleri Prens Abdullah’a isyan ederlerken, Çerkesler onun yanında yer alıyor. Yeniden toparlanan Mirza Paşa başkanlığındaki Çerkes güçleri, Prens Abdullah’ın konakladığı yerde tam bir çember oluşturup onun hayatının korumaya alıp, emrine geçiyorlar. Böylelikle Kuzey’deki aşiret isyanlarını bastırarak, Ürdün krallığının kurulmasında çok önemli bir rol oynuyorlar. (O günlerin anısına da bugün Kraliyet muhafızları tören günlerinde geleneksel giysilerini giyen Çerkes gençlerinden oluşuyor). Çerkesler 1936 yılında başlayan bölgedeki Yahudi (siyonist) yayılması karşısında, Araplarla birlikte Filistinlilerin yanında yer alıyorlar ve yine savaşıyorlar. 1948 yılında İsrail devleti kurulup da, ilk Filistinli mülteci dalgası başladığında -yurtlarından atılmanın ne demek olduğunu bilen insanlar olarak- onlarla ekmeklerini paylaşmayı da biliyorlar. Bu arada da aynı yıl Ürdün, en son Çerkes grubunun göçüne sahne oluyor. Nazi Almanyası’nın yenilgisinden sonra Alman orduları içerisinde Kızıl Ordu”ya karşı savaşmış olan bir grup Çerkes ile aileleri, Yalta Antlaşmasının hükümleri gereğince Sovyetler Birliğine geri gönderileceklerini anlayınca sığındıkları Vatikan’dan Ürdün’e göç etmek üzere bir temsilcilerini Kral Abdullah’ın yanına gönderiyorlar. Böylelikle bu son grup Çerkes göçmen, Ürdün’ün tam da Filistinli göçmenlerin akınına uğradığı bir sırada Ürdün devletinin sağladığı imkanlarla Roma’dan getirtiliyorlar. Ürdün Çerkesleri, yönetimin bu yükün altından kalkabilmesi için hemşehrilerinin getirilip yerleştirilmelerini sağlamak üzere büyük bir yardım kampanyası düzenliyorlar. Böylelikle 1948 yılında 38’i Bjeduğ, 86’sı Khabardey olmak üzere 124 Çerkes daha Ürdün’e yerleşmek üzere geliyor. Ancak Arapça bilmedikleri için güçlüklerle karşılaşıyorlar. Aynı sıralarda Filistin’den gelen mülteci akını nedeniyle ekonomik koşullar giderek ağırlaşınca (Tolstoy Vakfı’nın desteğiyle) ABD’ye göçedip, New Jersey’e yerleşiyorlar, bu gruptan geriye sadece bir kaç kişi kalıyor.
Bir başka Çerkes kimliği…
Yukarıda da belirttiğim gibi, Ürdünlü Çerkesleri, dün olduğu gibi bugün de askeri ve sivil bürokrasinin en üst kademelerinde, eğitime ne kadar önem verildiğini hissedebiliyorsunuz. Kendilerini, üzerine yaşadıkları toprakların eşit sahipleri gibi görmekten kaynaklanan bir övünç ve güvenle kimliklerini ifadelendirdiklerini görüyorsunuz. Kanımca bunun en önemli nedenlerinden birisi, yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım gibi yaşadıkları topraklarla özdeşleşmiş olan tarihleri. Ancak başka şeyler de var: Ürdün’de Çerkeslik, yönetim tarafından resmen tanınmış bir siyasal/kültürel kimlik. Monarşik yapı içerisinde faaliyet gösteren Meclis’te Çerkeslere ayrılmış üç koltuk var. Seçilenlerden bir tanesi Bakanlık makamına getiriliyor. 8 adet Çerkes Derneği var ve bunlardan hemen hepsi devletten maddi yardım alıyor. Örneğin, Kral Hüseyin’in oğlu Prens Ali, Çerkeslerin yönetim nezdindeki fahri temsilcisi gibi davranıyor. Çerkesler de, dillerini konuşan, oyunlarını törelerini bilen, çoğu zamanını Çerkes arkadaşlarıyla geçiren Prense kendilerinden birisi gibi davranıyorlar. Onun bu yakınlığını hem çok doğal görüyorlar, hem de aralarında bir akrabalık olabileceğinin altını çizmeden de edemiyorlar. Filistinli olan annesi Kraliçe Aliye’nin -ki ölmüş olduğu halde Ürdün’de hala çok seviliyor- köklerinin Memluklara kadar gittiği, dolayısıyla Çerkes olabileceğini söylüyorlar. Prens Ali’nin Çerkeslere yakınlığını ilk işittiğinizde, bunun mutlaka Ürdün’ün iç siyasal dengeleriyle ilgili bir yanı olduğunu düşünüyorsunuz, ancak onu, örneğin fikir öncülüğünü yaparak Nisan ayı içerisinde Amman’da gerçekleştirmiş olduğu toplantılarda ya da Çerkes arkadaşlarının evindeki sohbetlerde gözlediğinizde, bu kanınız değişiyor. Çerkes arkadaşlarının evindeki konukluklar da Aile büyükleri içeri girdiğinde herkesle birlikte ayağa kalkıyor, onlar oturmadan yerine oturmuyor. Haziran ayında, başlarında kendisi ve yakın arkadaşı olmak üzere 12 Çerkes kabilesini temsilen 12 Çerkes giysili atlıyla anayurttan göçü tersine gerçekleştirecek olan sembolik yolculuğun hazırlıklarından söz ederken bütün bunlardan çok büyük bir övünç ve heyecanı duyduğunu anlıyorsunuz. Prens Ali Çerkesler gibi davranıyor, etrafındaki Çerkesler ise Prens Ali’ye hiç de Doğulu siyaset etme biçimlerinde görüntülerine alışık olduğumuz türden bir uslupla davranmıyorlar. Öyle sanıyorum ki bu davranış biçimi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Çerkes geleneklerinin yanısıra yine, Ürdünlü Çerkeslerin kendilerini, kuruluşunda büyük emekleri geçen bu ülkenin “sahiplerinden” birisi olarak görmelerinden kaynaklanan güven ve gurur ile ilgili. Ancak kanımca Ürdün’deki Çerkes kimliğinin ifadelendirilme biçiminin ve bu biçimdeki farklılığın anlaşılabilmesi için, daha başka açıklamalara da başvurmak gerekiyor. Bunun için de Ürdün’deki toplumsal/siyasal yapıya ve bu yapı içerisinde Çerkeslerin konumuna biraz daha yakından bakılması gerekli. Önce yine gözlemlerimiz:
Ürdün’deki Çerkesler, “modern”, eğitimli ve kentliler ama bu özelliklere sahip olmanın Türkiye’de ifade ettiği davranış kodlardan çok farklı olarak hala daha çok güçlü kabile bağları taşıyorlar. Görebildiğimiz kadarıyla 8 Çerkes derneğinden önemli bir kısmı bu kabile bağları esasında birbirlerinden ayrı örgütlenmişler, aralarında politik farklılıklar olduğu için değil. Bu nedenle her ne vesileyle toplanılırsa toplanılsın, sosyal konumu, eğitim düzeyi ya da mesleki durumu önemli olmaksızın başkanlık en yaşlı kimse de oluyor. (Bir çok toplantı da kabinedeki tek Çerkes bakan bizimle birlikteydi örneğin, ama onun Bakan olduğunu kapanış toplantısında öğrendik). Kabile içi dayanışmanın güçlülüğü ailelerin o ya da bu nedenle zor ve muhtaç duruma düşmesine izin vermiyor (Osetya’da da bir akrabam, bozulan ekonomik durum nedeniyle kentlerinin eskisi gibi bakımlı olmamasına, sokaklarda yatanların, ayyaşların artmasına çok üzüldüğünü söylüyor ama hemen arkasından bu duruma düşenlerin sadece Ruslar olduğunu, Asetinlerin ise aralarından birisinin böyle bir hale gelmesine hiç bir zaman izin vermediklerini ekliyordu).
Ürdün’deki yaşlı Çerkesleri, aralarında Arap tarzı kefiye bağlayanlar da bulunmasına rağmen, başlarında kalpaklarıyla görebiliyorsunuz. Genç kuşaktan dillerini konuşabilenler de var, konuşamayanlar da. Ama istisnasız herkes Çerkes danslarını biliyor (herkesin dansa çıktığını görünce siz de hevesleniyorsunuz, ama hiç sıra gelmeyecek diye de korkuyorsunuz), hem de çok güzel dans ediyor. Belli ki dans ve müzik biz de olduğundan daha çok yaşamlarının parçası olmuş. Eğitime çok önem veriliyor ve çocuklar Çerkes okullarına gönderiliyor. İki tane Çerkes okulu var. Bu okullar Emir Hamza ve Abdülmalik Şeref. Okullar bütünüyle Çerkes Hayır Cemiyeti’nin yönetiminde. Cemiyetin başkanı Fahri başkan sayılıyor, ancak okulu Kadınlar Kolu yönetiyor. Okul ücretli ve yıllık beş yüz dolar ödeniyor. Ancak bunu ödeyemeyecek durumda olan 50 kadar öğrenciye burs sağlanıyor. (Aynı şey Yüksek Öğrenim düzeyine gelen yoksul öğrenciler için de sağlanıyor. Öğrenciler okullarını bitirdiklerinde bunu ya kendileri gibi olan öğrencilere burs sağlayarak, ya da mesleklerine göre ihtiyaçları olan hemşehrilerine ücretsiz hekimlik, avukatlık gibi hizmetler sağlayarak ödüyorlar). Okul, anasınıfıyla birlikte 10 yıllık. 1-9.sınıflar arasında hafta da 3 saat olmak üzere Çerkesce dersler görüyorlar. Kril alfabesini öğreniyorlar. Son yıllarında ise Çerkes geleneklerini işleyen bir ders alıyorlar. Bu arada da Okulun yönetimini üstlenen Kadınlar Kolu sürekli olarak okulun daha iyi imkanlara kavuşturulması için ek kazanç elde etmeye çalışıyor. Örneğin, bizim Ürdün’de bulunduğumuz sıralarda yemek yapıp satacak bir yer kiralamışlardı ve faaliyete başlamak üzereydiler.
Ürdün, Türkiye ve Kafkasya’daki Çerkeslerin kimliklerini tariflendirme biçimlerini karşılaştıran bir çalışmada (Shami, 1995),** Ürdün’de siyasetin cemaatler üzerinden yapıldığı, siyasal alandaki etkinliğin kabilelerin (Arap, bedevi, Çerkes) güçleri ve örgütlenmesine bağlı olduğunu belirtiliyor. Çerkeslerin kimliklerinin de kabileler/aşiretlerden oluşan çok kültürlü bir coğrafyada, büyük ölçüde modernleşmekle birlikte etkinliğini sürdüren güçlü kabile bağları içerisinde biçimlendiği ekleniyor. Başka ifadeyle Çerkeslik kimliğinin politik ve kültürel bir kimlik olarak gösterdiği etkinlik, Türkiye’den farklı olarak Ürdün’deki Çerkeslerin cemaat/kabile ilişkilerinin çözülmemiş olmasına, siyasetin kurumlaşmış bu bağlar üzerinden yapılmasına bağlanıyor. Ürdün’deki Çerkeslerin kimliğinin “kabile söylemi”, Türkiye’deki Çerkeslerinkinin ise “azınlık söylemi” görüntüsü taşıdığı belirtiliyor. Kanımca, bu belirleme önemli ve iddia ettiğim şekilde ‘Ürdün’deki Çerkeslik kimliğinin Türkiye’dekinden farklı olarak daha bir övünç ve güvenle (korkusuzca) kuruluyor olmasını’ sosyolojik olarak açıklıyor. Kuşkusuz çok farklı coğrafyalarda yerleşerek, tarihsel olarak benzerlikleri olsa da farklı toplumsal/siyasal süreçleri yaşayan Çerkeslerin ortak bir diasporik kimlik tarifiyle kendilerini ifadelendirmelerini beklemek mümkün değil. Bu nedenle karşımıza Ürdün’de, İsrail’de, Türkiye’de, hatta Kafkasya’da benzerlikler kadar farklılıklar da gösteren Çerkeslik tarifleri çıkıyor. Öyle sanıyorum ki, Türkiye Çerkesleriyle Ürdün Çerkeslerinin kimliklerini seslendirme biçimleri arasındaki fark bir ölçüde, her iki ülkenin modernleşme süreçlerinin aldığı biçimler, devletleşirken inşa etmeye çalıştıkları ulusal-kimlik (“Türklük” bir etnikliğe işaret ediyor, “Ürdünlülük” ise bir coğrafyaya) projelerinin özellikleri, kapitalist sisteme entegre olma dereceleri arasındaki önemli farklılıklardan kaynaklanıyor. Çekesler yaşadıkları topraklardaki modernleşme, uluslaşma, laikleşme ve kapitalistleşme süreçlerini farklı farklı biçimlerde deneyimlediler. Türkiye’deki hızlı modernleşme ve kapitalizmle eklemlenme süreci zaten birbirlerinden ayrı ayrı coğrafyalarda yaşayan, hızlı iç-göç süreçleriyle de hızla kentlileşen Çerkeslerin kabile bağlarını çok çabuk çözdü ve siyasetin hemşehrilik ilişkileri, babadan oğula geçen bağlılıklarla siyasal partiler ya da sınıfsal örgütlenmeler üzerinden yapıldığı Türkiye’de, kendilerini Çerkesliklerinden önce gelen aidiyetler içinde tanımlamalarına yol açtı. Diğer yandan Türkiye’deki ulusal-kimlik oluşturma projesi, bütün etnik, dinsel, kültürel kimliklerin ortak bir etnik/ulusal kimlik içerisinde eritilmesine dayanıyordu ve Çerkes kimliğine karşı -diğer benzerlerine olduğu gibi- tahammülsüzdü. Böylelikle Çerkeslik yakın zamanlara kadar ancak özel alanda ifadelendirilebilen, kamusal alanda korkmadan söylenemeyen örtük bir kimlik haline geldi. Kafkas derneklerinin yürüttüğü mücadeleler ve küreselleşmenin yarattığı cesaretlenme Türkiye’deki Çerkesleri bugün kültürel kimliklerini kamusal alanda da övünçle ifade edebilir hale getirdi. Ancak bu kimlik siyasal alanda korkmadan/güvenle ifadelendirilebilen bir kimlik değil. Türkiye’de farklılık kimlikleri üzerinden siyaset yapabilmek mümkün değil.
Sonuç olarak Ürdün bir monarşi ve siyaset, etniklik çizgisinde, aşiretler çizgisinde örgütlenmiş olan cemaatler üzerinden yapılıyor ve etkili bir siyaset için güçlü cemaat bağlarına sahip olmak gerekiyor. Dolayısıyla Ürdün’de Çerkes olunmuyor, Çerkes doğuluyor. Bunun bazı avantajları olduğu gibi dezavantajları da var. Çerkeslik kimliği kültürel olduğu kadar, muhafaza edilmesi gerekli önemli bir siyasal araç niteliği de taşıyor. Çerkesler Ürdün’de sayıca azlar, iyi eğitimliler, ekonomik krizden etkilenmiş olsalar da çoğunluk itibariyle Türkiye’dekilere kıyasla daha rahat koşullarda yaşıyorlar. Ürdün’deki Çerkeslerin, bu siyasal/kültürel kimliklerini çapraz kesen başka başka aidiyetlerle örneğin sınıfsal ayrımlaşmalarla bölünüp bölünmediğini bilemiyoruz, böyle bir bölünme halinde mevcut siyasal kanalların yeterli olup olmayacağını da. Ancak kendilerinden Çerkeslik kimliklerini saklamalarının değil, söylemelerinin beklendiğini biliyoruz. Bu güvenlik ise onları sistemle barışık kılıyor. Türkiye ise bir Cumhuriyet, sorunlu bir demokrasiye sahip. Siyaset yasalara göre siyasal partiler gibi “modern” aktörlerle yapılıyor ve siyasal alanda etkili olabilmek bu partilerden biri ya da diğeriyle organik ilişkiler içerisinde olmak gerekiyor. Çerkeslik kimliğini siyasal alanda ifadelendirmek böyle bir tablo içerisinde ciddi bir risk taşıyor. Diğer yandan Türkiye’de Çerkesler hem göreli olarak çoklar, hem çok dağınık olarak yaşıyorlar, hem de ekonomik durumları, eğitim düzeyleri ve nihayet siyasal çizgileri itibariyle hiç bir homojenlik göstermiyorlar. Çok farklı farklı üst ve alt aidiyetler, Çerkeslik kimliklerinden geriye ne kadar kaldıysa onu da çapraz olarak bölüyor. Dolayısıyla Türkiye’de Çerkes doğulmuyor, Çerkes olunuyor. Çerkes olduğunu kamusal alanda söylemek yeni yeni öğreniliyor, ancak bu kimlikle siyaset yapılamıyor. Kafkas dernekleri Çerkeslik kimliğinin yeniden yaratılmasında, övünçle ifadelendirilmesinde önemli işlevler üstleniyorlar, ancak siyasal partilerden başka aktör tanımayan “modern” siyasal ortamda siyaseti Çerkesler lehine etkileyemiyorlar.
Şimdilerde siyaset bilimciler, siyasal felsefeciler, Batı’nın bireyi esas olarak alan, ulus-devletin yurttaşlık kimliğini onun tek ve a priori üstün kimliği olarak gören liberal demokratik anlayışını ileriye götürmekten söz eden demokrasi projelerini radikal demokrasi projelerini tartışıyorlar. Radikal demokrasi projeleri ise kollektif kimlik farklılıklarının tanınmasını, bu türden kollektivitelerin siyasal aktörler haline gelmesinin önemini, bunun çok hukukluğa kaçmadan, “farklılıklar içerisinde bir arada yaşamaya etiği” etrafında nasıl gerçekleştirilebileceği üzerine düşünüyorlar. Yani bir bakıma ikisi de yetkin örnekler olsalardı söyleyebileceğimiz şekilde, Türkiye ile Ürdün modellerini bir araya getirmeyi hedefliyorlar. Sonuç olarak bu yazı Çerkeslik kimliği etrafında kurduğu problem dahilinde, bir modelin diğerine üstünlüğünü iddia etmiyor. İki modelin radikal demokratik biçimde bir araya nasıl getirilebileceğiyle ilgili tartışmaların, Türkiye’de başka, Ürdün’de, İsrail’de, Kafkasya’da başka başka kimlik modeller, içerisinde siyaset yapan Çerkesleri de yakından ilgilendirdiğini iddia ediyor.*** Ancak bu başka bir tartışmanın konusu…
* Bu özetlemeyi M.K.Haghandoga’nın, The Circassians (Çerkesler) adlı Ürdün’de, 1985 yılında İngilizce olarak basılmış kitabından yapıyoruz.
** Sözünün ettiğimiz çalışma bu sayıda kendisiyle yaptığımız söyleşiyi yayınladığımız Janset Berkok Şami’nin kızı, İsmail Berkok’un torunu Setenay Şami’nin “Etnik Kimliklerde Yol Ayrımı: Ürdün, Türkiye ve Kafkasya’da Çerkeslik Kimliğinin Müzakere edilme biçimleri” (“Disjuncture in Ethnicity: Negotiating Circassian Identity in Jordan, Turkey and The Caucasus”) başlıklı çalışması. (Bkz.: New Perspectives on Turkey, Spring 1995, N.12, s.79-95). Bu çalışmanın çevirisini gelecek sayımızda bulabileceksiniz.
*** Radikal demokrasi tartışması için bkz.: F.Keyman,"Postmodernizm ve Radikal Demokrasi", Toplum ve Bilim, N.62 (Yaz/Güz 1993):126-155 ve F.Keyman, "Globalleşme ve Türkiye-Radikal Demokrasi Olasılığı", Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, N.Bilgin (ed.), 1997: 283-295.; N.B.Çelik, "Radikal Demokrasi ve Sol", Mürekkep Dergisi, N.7 (1997):49-59.
+''+Sevda Alankuş