Yaşam kimilerine gümüş bir tepsi içinde sunulan bir armağandır. Kimileri ise Tanrılardan çalması gerekir onu. Tıpkı, Grek ve Kafkas mitolojilerinde Prometeus ve Sosruka'nın yaptığı gibi...
+''+Bence tek tek bireyler için olduğu kadar, bir bütün olarak halklar için de geçerlidir bu olgu. Nedeni ne olursa olsun, kimi halklar için kimliklerini sürdürmek daha rahat ve zahmetsiz olmuştur. Kimileri için ise, bu durum hiç de kolay olmamıştır. Çerkesler, ya da Yahudi'lerde olduğu gibi mesela... Belki de bu durum, halkların kimliklerini ve karakterlerini derinden etkilemiştir.
Bugün, birlikte yaşadığımız Anadolu insanını göz önüne alalım. Bence Anadolu insanı edilgendir. Hareketsiz ve suskundur. Yönlendiriciden çok, yönlendirilendir. Kendisi için, kendi kendine olmaktan çok, kendiliğindendir eylemi. Yani tanrılara baş kaldıran bir yaşam değil, tanrılara adanmış bir, yaşamdır onun yaşamı.
Oysa Kafkas insanı tam tersidir. Düşmanına karşı, Karadeniz'in hırçın dalgaları ve yalçın kayaları gibi sert ve direngendir. Dostuna karşı ise, binbir rengin iç içe geçtiği Kafkasların derin vadileri gibi koruyucu ve sıcaktır. İşte Kafkas insanının cennet vadilerle, yalçın kayalar arasında salıncak kuran kişiliği, bu salınımların güzel bir bileşkesidir. Bence sarp kayalardan çok, yeşil vadiler yoğurmuştur onun kişiliğinin hamurunu.
Biliyorsunuz, Kafkasya bir mitler ülkesidir. Oralarda mit ile gerçek o kadar iç içe geçmiştir ki, mit nerede biter, gerçek nerede başlar bilinmez. Kafkasya'nın güzelliği üzerine herkesin bildiği bir efsane vardır. Hani, tanrı eteğindeki güzellikleri ülkeler üzerine serpiştirirken; Kafkasya üzerine geldiğinde ayağı tökezleyip de bütün güzellikler aşağı dökülmüş ya, işte o efsaneden bahsetmek istiyorum. Efsane normalde bu şekilde bitiyor. Ama bence bu efsane biraz eksik efsanenin devamı şöyle olmuş olamaz mı? (...Tanrı bu güzelliklere bakıp, kendisi de şaşırmış ve şöyle demiş, "Mümkünü yok, ben böyle bırakıp gidersem burayı insan oğlu bu güzellikleri yakıp yıkıp, yok eder. O halde öyle bir halkı bekçi olarak bırakmalıyım ki buraya, hem bir parçası olmalı bu güzelliklerin, hem de korumalı bu güzellikleri çağlar boyu..." İşte bunun üzerine koruyucu olarak Çerkesleri* uygun gönmüş buraya.)
Bundan sonra yine mit ile gerçek iç içe geçmiş Kafkasya'da. Ve Çerkesler yapmışlar görevlerini layıkıyla. Nesiller boyu korumuşlar topraklarını, yağmacılara ve istilacılara karşı. Sayılarının azlığına, silahlarının yetersizliğine aldırmadan. İstilacının biri gitmiş, bini gelmiş... Binlerce yıl sürmüş bu direniş. Nihayet bir gün tanrı bile pes edip yalnız bırakmış Çerkesleri. Belki yorulduğundan, bıktığından, belki de bu kadarını o dahi beklemediğinden... Ama Çerkesler yılmamış, yorulmamış, savunmaya devam etmiş yurtlarını. Bir kısmı başka yurt, başka topraklara sürgün edilmiş. Gittikleri ülkelerde de sürdürmüşler bu koruyucu yapılarını. Başları eğik olmamış hiçbir zaman. Oralardaki işgalcilere karşı, o ülke halklarının yanı başında saf tutmuşlar hemen. Böylelikle hiç minnet borçları olmamış, hep alacaklı olmuşlar yaşamdan.
İşte böylesine çetin mücadeleler sonucudur ki, tanrılardan çalınmış bir yaşam çıkmış dünya halklarının karşısına. Kimseye borçları yoktur Çerkeslerin. Tanrı bile en azından bir özür borçludur onlara.
* Çerkes sözcüğü, sözcüğün en geniş anlamıyla, bütün Kuzey Kafkasya halklarını kapsayacak biçimde kullanılmıştır.
+''+Adnan Özveri