Horoz

Çocukluğumda horozlar can düşmanımdı. Bu hayvanlarla ne zaman kanlı-bıçaklı olmaya başladığımı, pek anımsamıyorum. Komşulardan biri kavgacı bir horoz mu edindi, artık aramızdan birinin kanı akmadan durmazdı.

+''+

O yıl Abhazya'nın dağlık köylerinden birinde bir akrabamızın yanında yaz dinlencemi geçiriyordum. Ailenin iki kızı, iki oğlu ile anneleri vardı. Sabah olur olmaz kimi mısır tarlasına ot yolmaya, kimi de tütün kırmaya giderdi. Ben evde yalnız kalırdım. Ancak boş oturmaz, işlerin en kolaylarını, en zevklilerini ben yapardım. Görevim, evdeki oğlakları beslemek (her gün bir kucak dolusu, yaprakları hışır hışır hışırdayan fındık dalı koparırdım), öğleye doğru pınardan soğuk su getirmek, bir de eve göz-kulak olmaktı. Hoş, göz-kulak olacak pek bir şey yoktu. Arada bir boğazımı yırtarcasına bağırır, böylece civcivlere dadanan çaylaklara gözdağı verirdim. "Sıska kent çocuğu iyi bağırsın" diye tavukların altından aldığım sıcacık bir çift yumurtayı içmeme izin verilmişti, ben de bu işi seve seve yapardım.

Mutfağın arkasında hasırdan örme sepetler asılı dururdu. Tavuklar avludan içeri girer, bunların içine yumurtlarlardı. Duvardaki sepetlere tırmanıp yumurtlamaya nasıl alıştırılmışlardı, bugün bile aklım ermez. Neyse...Ben ayaklarımın ucuna basarak yükselir, sepetlerden birindeki yumurtaya dokunurdum. O sırada kendimi inci peşine düşmüş "Bağdat Hırsızı" gibi hissettiğime kalıbımı basarım. Yumurtayı duvara vurmamla tepeme dikmem bir olurdu. Ben böyle yaparken tavuklar çığlık çığlığa gıdaklarlarmış, kime ne! Yaşam bununla anlamlı, bununla güzeldi. Temiz hava, taze besin... İyi gübrelenmiş toprakta yetişen kabaklara benzetiyordum kendimi.

Bir gün evde iki kitap geçti elime: Thomas Reid'in "Başsız Süvari"si ile Shakespeare'in "Ağlatı ve Güldürüler"i. Birinci kitap beni öylesine sardı ki, roman kahramanlarının adları tatlı bir müzik gibi çalınmaya başladı kulaklarımda. Morris Moustanger, Louiz Poindexter, Yüzbaşı Kassius Kolehaun, El Koiot, İspanyol debdebesinin tüm parıltısıyla İsodore Kovbi de Loslianos... Hepsi de ne güzel adlardı!

"Morris Moustanger tabancasını Yüzbaşı'nın şakağına dayayarak:

- Özür dileyin, yüzbaşı! diye haykırdı.

- Aman Tanrım, başı yok bu adamın!

- Sizinki göz yanılması! İyi görmüyorsunuz, diye karşılık verdi Yüzbaşı."

Kitabı baştan sona okuduktan sonra bir de sondan başa okudum, bununla yetinmeyip iki kez de çaprazlamasına yuttum.

Shakespeare'in "Ağlatılar"ı hayli karışık, anlamsız şeyler gibi geldi bana. "Güldürüler"i ise yazarının uyduruculuk konusundaki ustalığını kanıtlamakta gecikmedi. Saray soytarıları krallar için değil de, krallar onlar için var olmuş gibi düşünmeye başladım.

Oturduğumuz ev bir tepenin üstündeydi; rüzgar gece-gündüz bir ucundan girip öbür ucundan çıktığı için, dağlılara yaraşır biçimde kuru ve sağlamdı.

Çatının saçaklarının altına kırlangıçlar öbek öbek yuva yapmışlardı. Kırlangıçlar sanki çatının içine girmek istercesine korkusuzca dalıyorlar, ancak son anda hızlarını kesip tam saçağın dibine gelince havada asılı durarak uçmaya başlıyorlardı. O sırada yavrular aşağı düşmek pahasına dışarı fırlıyorlar, gagalarını ayıra ayıra, çığlığı basıyorlardı. Yumurcaklar öylesine aç gözlüydüler ki, onlarla ancak yorulmak bilmez anne kuşlar baş edebilirdi. Yavrusunun ağzına yemi tıkan anne, gövdesini azıcık geriye verip birkaç saniyeliğine yuvanın kenarına yapışıyor; kıpırtısız, sivri gövdesi orada öylece dururken başı dört bir yana fır fır dönüyordu. Bir an sonra gövde oradan kopuyor, aşağı doğru taş gibi düşüyor, sonra kanat açıp süzülerek saçağın altından dışarı süzülüyordu.

Tavuklar avluda dinginlik içinde yayılıyor, serçeler, civcivler cıvıldaşıyordu. Ancak saldırgan düşman fırsat kolluyordu hep. Ben ikide birde haykırsam da çaylaklardan her gün birinin avını kapmasını önleyemiyordum. Kimi zaman dalış yaparak, kimi zaman alçaktan uçarak bir civcivi pençesiyle yakalıyor; güçlü kanatlarını çırparak, ağırlaşan gövdesiyle yükseliyor, ağır ağır orman yönüne doğru uzaklaşıyordu. Doğrusu, soluk kesici bir olaydı çaylağın civcivi kapması. Kimi durumlarda başlangıçta mahsus sesimi çıkarmıyor, ancak canavar kuş uzaklaşırken vicdanımın sesini bastırmak için bağırıyordum. Çaylağın kaptığı civcivin öyle korkmuş, öyle aptalcasına pusmuş bir duruşu oluyordu ki! Eğer tam kaçırma anında bağırırsam çaylak ya avını kapamıyor, ya da kapmasıyla birlikte geri bırakıyordu. Böyle durumlarda zavallı civcivi çalılığın içinde korkudan ödü patlamış, gözleri camlaşmış bir halde buluyorduk,

- Artık yaşamaz, diyordu ağabeylerden benimle geleni. Civcivin başını kopardığı gibi mutfağa götürmem için bana veriyordu.

Evdeki tavuk sürüsünün başı kızıl tüylü, iri bir horozdu. Kabarık telekleri, sinsi bakışlarıyla tıpkısı tıpkısına bir doğulu zorbaya benzetilebilirdi. Benim eve gelişimin daha ilk günlerinde bana açıkça kin beslemeye başladı. Kavga çıkarmak için fırsat kolladığı belliydi. Kim bilir, belki de yumurtaları kırıp kırıp içişim erkeklik onuruna dokunmuştu. Ya da çaylakların saldırısı sırasında kimi savsaklamalarıma içerlemişti. Bunlarda ikisi de olabilirdi. Daha da önemlisi tavuklar üzerindeki egemenliğini bir insanoğlunun paylaşmaya kalkması onu çileden çıkarıyordu herhalde. Hangi zorba böyle bir şeye katlanabilirdi ki?

İki başlı egemenlik çok geçmeden çatlak verecekti nasıl olsa. Onun için bir kavga bekleyişi içinde horozu gözlemeye koyuldum.

Ne gözüpek bir hayvan olduğu da su götürmezdi doğrusu. Çaylak baskını sırasında bütün tavuklar ile civcivler çil yavrusu gibi dört bir yana kaçışırlarken o tek başına avlunun ortasında dikiliyor, dağılan haremini öfkeli gokgoklarla bir araya toplamaya çalışıyordu. Bununla da yetinmeyip kanat süzen çaylağa doğru birkaç adım koşuyordu. Ancak uçan bir yaratığa karşı yürüyen bir yaratığın yiğitliği boşuna caka satmaktan başka neye yarardı ki?

Avlunun bir köşesinde ya da bahçede, yanında birkaç gözdesiyle birlikte yayılırken bir yandan da sürünün geri kalanını gözden ırak tutmadığı anlaşılabilirdi. İkide bir boynunu uzatıp göğe bakışı, tehlikenin yaklaşıp yaklaşmadığını görmek içindi.

Diyelim, süzülerek yaklaşan bir canavarın gölgesi avluda belirdi ya da bir karganın cırtlak haykırışı duyuldu: Hemen başını kaldırarak meydan okurcasına çevresine bakınır, o bed sesiyle tehlike işareti verirdi. Tavukcağızlar ne yapsınlar, her biri sığınacak bir yer arayarak kaçışırlardı. Horoz çoğu zaman durup dururken tehlike çığlığı koyverir, bu yalancı bağırışlarıyla haremindeki dişileri sinir gerilimine iter, zavallıcıkların direnme güçlerini felce uğratarak egemenliğini iyice pekiştirirdi.

Bir gün bakmışsınız, damarlı pençesiyle topraktan birşey kazıp çıkarmış. Bulduğu nesneyi paylaşmaları için tavuklara doğru öyle bir haykırış haykırırdı ki!

En önce yetişen tavuk o nesneyi gagalayadursun, bizim horoz onun çevresinde kostaklanarak birkaç tur atar, sanki duyduğu coşkudan dolayı kendinden geçerdi. Ama bunun sonu genellikle tavukcağıza sarkıntılık etmekle biterdi. Zavallı dişi neye uğradığını şaşırıp kendine gelmeye çalışarak çöktüğü yerden kalkar, silkinmeye başlar; horoz ise utku kazanmış bir yiğit tavrıyla, artık doymuş, çevresini süzerdi.

Eğer yem bulma haykırışı sırasında, göz koyduğu tavuk en önde koşmazsa bizim kurnaz horoz ilk gelenin önüne durur ya da onu oradan uzaklaştırır; sevdiği yaklaşana dek gokgoklamasını sürdürürdü. En çok göz koyduğu, yıkanmış gibi beyaz tüylü, piliç inceliğindeki tavuktu. Beyaz tüylü tavuk temkinli temkinli horoza yaklaşır, gagasını uzatarak yemi bir kavrayışta kapar, sonra teşekkür etmeye bile gerek görmeden oradan tabanları yağlardı.

Artık horozun düştüğü utanç verici durumu bir gözünüzün önüne getirin. Bir yandan tavuğun arkasından yetişmeye çalışarak iri gövdesiyle seğirtir, bir yandan da horoz olmanın ağırbaşlılığını korumaya çalışırdı. Çoğunlukla bu kovalamaca başarısızlıkla biterdi. O zaman horoz tıknefes olup bir yerde durur, sonra da sanki tavukla aralarında bir şey geçmemiş de, bu koşturmacanın başka bir anlamı varmışcasına bana doğru yan yan bakardı.

Gerçek şu ki, horozun böbürlenerek yaptığı şölen çağrısının sonu çoğu kez aldatmacayla biterdi. Ortada kapışacak bir şey olmadığını bildikleri halde tavuklar gene de horozun başına üşüşürlerdi. Ah, şu dişi yaratıkların merakı yok mu, onların başına ne gelirse hep bu yüzden gelir.

Horoz bana karşı gitgide küstahlığı ele almıştı. Avludan şöyle bir geçmeye göreyim, hemen o da peşime düşer, korkuyor muyum diye beni denerdi. Sırtımda tüylerimin ürperdiğini hissederdim o an. Ne olacak diye durur beklerdim. Horoz da durur, arkamda beklerdi. Fırtına nerdeyse koptu, kopacaktı. Ve bir gün kopuverdi.

O gün mutfakta yemek yerken kapıdan horozun içeri girdiğini gördüm. Elimdeki mısır ekmeğinden birkaç parçayı önüne attıysam da boşuna. Mısır ekmeğini yemesine yedi ama barışmaya hiç niyetli değildi.

Eh, artık yapacak başka bir şey kalmamıştı. Oradaki sopayı kaptığım gibi hayvanın üzerine yürüdüm. Ama o, bana mısın demedi; bir sıçrayışta yana kaçtı, erkek kaz gibi boynunu uzatarak gözlerini gözlerime dikti. Bu sefer sopayı kafasına fırlattım. Ne yazık ki, vuramamıştım. Horoz daha çok havaya sıçradı, kendi dilinde lanetler yağdırarak üzerime çullandı. Kızıl tüylü bir öfke yumağı saldırdıkça saldırıyordu. Hemen oradaki tabureyi kaptım, savunmaya geçtim. Horoz o öfkeyle tabureye nasıl çarptıysa, kafası kesilmiş ejder gibi oracığa yığılıverdi. Yeniden toparlanıp ayağa kalkarken kanatları toprak döşemeyi öylesine yelpazeliyordu ki, üstüm başım toz-toprak içinde kalmıştı.

Ben onun sersemlemesini fırsat bilip duruşumu değiştirdim, tabureyi Romalıların kalkanı gibi önümde tutarak çıkışa doğru, kapının dibine dikildim.

Bu durumda kendimi koruya koruya avluyu geçtim, can düşmanım ise durmadan üzerime atılıyordu. Bana öyle geliyordu ki, her sıçrayışta asıl niyeti gagasıyla gözlerimi oyup çıkarmaktı. Ben o korkuyla taburayi siper ediyor, canavar hayvan ise kalkana çarptıkça kendini yerde buluyordu. Ellerim kan içinde kalmıştı, ağır tabureyi tutmak gittikçe güçleşiyordu. Ancak tek kurtuluş çarem de buydu.

Horoz son bir saldırı daha tazeledi, güçlü kanatlarını çırparak havaya fırladı; ben gene kalkana çarpacak sanırken, gelip taburenin tepesine kondu.

Ben hemen tabureyi elimden attım, geriye dönüp birkaç sıçrayışta terasa çıktım, kendimi odama dar attım, kapıyı arkamdan kapadım.

Göğsüm telgraf direkleri gibi inliyor, ellerimden kanlar sızıyordu. Bir an soluğumu kesip kulak kabarttım, kahrolası horoz kapının arkasında beni bekliyor olmalıydı. Evet, tam tahmin ettiğim gibiydi. Bir süre sonra kapıdan uzaklaştı, demir sertliğindeki mahmuzlarıyla yeri pat pat döverek terasta gezinmeye başladı. Beni kavgaya çağırdığı belliydi, ama ben sığınağımdan çıkmamayı yeğledim. Sonunda bu bekleme canına tak etmeli ki, sıçrayıp korkuluğun üstüne çıktı, tutkusunu herkese duyururcasına gokgokladı.

Evin delikanlıları horozla aramızdaki kavgayı öğrenince hergün bir dövüş düzenlemeye başladılar. Bu dövüşlerde kimse açık bir üstünlük sağlayamıyor, kavgalardan ikimizde yara-bere içinde ayrılıyorduk.

Düşmanımın kırmızı bir domates dilimini andıran etli ibiğinde attığım sopaların izlerini görmek pek zor değildi, kuyruğundan gür bir fıskiye gibi fışkıran telekleri ise gün geçtikçe seyreldi. Ancak horozun kendine güveni bu zavallılık içinde daha bir küstahça sırıtıyordu.

Sabah erkenden yattığım odanın önündeki terasın korkuluğuna kurulup tam penceremin dibinde gokgoklamak gibi iğrenç bir alışkanlık edinmişti. Sanki teras babasının malıydı, savaşta egemenliğine geçirdiği bir bölgeydi.

Kavgalarımızın arkası kesilmedi; bahçede, avluda, bostanda, nerede rastlaşırsak sürdü gitti. Diyelim, incir ya da elma koparmak için ağaca çıktım, horoz sabırla ağacın dibinde benim inmemi beklerdi.

Ben de az değildim doğrusu. Hayvancağızın onurunu kırmak için elimden ne gelirse yapıyordum. Tavukları yemlemem de bu amaca dönüktü. Avucuma mısır taneleri alıp pencereden dışarı saçtığımda horoz çileden çıkıyor, tavuklar ise zorbaya karşı düpedüz bayrak açıyorlardı. Horozun tüm yırtınmaları boşuna. Heryerde olduğu gibi, birilerini kendi tarafına çekmek için harcanan soyut çabalar çıkar düşkünlüğü karşısında pes etmeye mahkumdu. Bu yararlı yumurta üreticilerinin soya bağımlılığı ile aile görenekleri bir avuç mısıra nasıl karşı koyabilirdi ki? İşte bu yüzden paşamız daha fazla dayanamıyor, isyanı önlemek için kostaklanarak ortaya çıkıyordu. Onun kınayıcı, öfkeli gokgoklarının bir yararı olmuyordu doğallıkla. Tavuklar zayıflıklarından ötürü utanıyormuş gibi yapıyor, mısır tanelerini toplamayı horoza aldırmaksızın sürdürüyorlardı.

Teyzemin, oğullarıyla birlikte bostanda çalıştıkları bir gün, gene horozla kapıştık. Artık o güne dek soğukkanlı, işini bilir bir dövüşçü olmuştum. Elime ucu budaklı bir sopa geçirdim, bunu üç çatallı mızrak gibi kullanarak, başarısız birkaç saldırıdan sonra horozu sonunda iyice sıkıştırdım. Yere bastırdığım gövdesi habire çırpınıyor, güçlü kaslarının titremesi elektrik akımı gibi sopadan ta bana geçiyordu.

Korkusuzların çılgınlığına kaptırmıştım kendimi. Elimdeki sopayı bırakmaksızın, baskıyı da eksiltmeden horozun üzerine abandım, kalecinin topun üstüne oturması gibi ümüğüne çöktüm. Niyetim gırtlağını sıkmaktı. Hayvancağız yay gibi nasıl gerildiyse, kanadını savurarak kulağıma hızla çarptı. Bir an sağır oldum sandım. Korkudan cesaretim on kat artmıştı. Boğazına bastırdım. Sert, damarlı boynu avucumun içinde titriyor, sanki yılan sıkıyormuşum gibi hissediyordum. Hayvanın kıskaca benzeyen tırnakları oynadı, beni bir yerimden yakalayıp etimin içine gömülmek için kıpır kıpır etmeye başladı.

İşi bitirmiştim. Bu rahatlık içinde doğruldum, horoz boğuk sesler çıkararak elimde yığılıp kalmıştı.

Bu sırada teyzem ile ağabeylerim bostanda durmuşlar, çitin arkasından bana bakarlarmış. Daha iyi ya! Büyük bir coşku gövdemi sardı. Ancak bir dakika sonra utancımdan yerin dibine geçecektim. Yendiğim yaratık bu durumunu kabul etmiyor; içinde kin, öfke fokurtuları kaynaşıyordu. Elimden bıraksam gene üstüme fırlayacaktı, onu öyle durmadan tutmak da anlamsız bir şeydi.

- Çitin arkasına at onu, dedi teyzem.

Çite iyice sokuldum, uyuşmuş ellerimle onu bostana doğru fırlattım.

Lanet olası! Öbür yana düşeceği yerde, kanatlarını yayarak tam çitin üstüne tünemesin mi? Bir dakika bile geçmeden üzerime atıldı. Artık bu kadarını da tahmin edemezdim. Kurtuluşu kaçmakta bulan bütün çocukların yaptığı gibi, göğsümün içinden;

- Anneee! çığlığının kopmasıyla birlikte oradan tabanları yağladım.

O sırada sırtını hep düşmana dönük durmak ya aptallık ya da korkusuzluk işaretidir. Ben bunu korkusuzluğumdan yapmadım, cezasını da az sonra çektim.

Hep öyle kaçarken horoz birkaç kez arkamdan yetişmişti. Nasıl olduysa tökezleyiverdim, düştüm. Düşmanım fırsatı kaçırır mı? Tepeme çıktığı gibi tepinmeye, kan içmekten zevk duyan bir canavar gibi kısık çığlıklar atmaya başladı. Eğer ağabeylerimden biri yanımıza koşup çapasıyla horozu bir yana savurmasa ense kökümü oyması içten bile değildi. Artık can vermiştir diye rahatladık. Oysa akşama doğru epeyce sakinleşmiş, biraz da durgunlaşmış olarak avluya çıkıp gelmez mi?

Benim yaralarımı temizlerken teyzem;

- Anlaşılan, ikiniz bir arada olmayacaksınız, yarın horozu keselim, dedi.

Ertesi gün evdeki ağabeylerden biriyle horozu yakalamak üzere kovalamaya başladık. Zavallıcık başına gelecekleri hissetmişti. Devekuşu hızıyla yanımızdan nasıl da kaçıyordu! Kendini bostana attı, çalıların arasına sığındı, gelip bodrum kata girdi. İşte orada kıstırdık zavallıyı. Kaçacak deliği kalmayan bir hayvanın çaresizliği yanında acı dolu bir sitem okunuyordu gözlerinden. ''Evet, seninle kanlı-bıçaklı olduğumuz gerçek. Ama mertçe, erkek erkeğe bir kavgaydı bizimkisi. Şimdi senin şu yaptığını kendin beğendin mi?'' der gibiydi. Ben daha fazla dayanamadım, yüzümü döndüm. Bir dakika sonra da teyzemin oğlu hayvanın boğazını kesti. Zavallının gövdesi kıpırdanıyor, titriyor; kanatları ise durmadan akan kanı durdurmak için boğazını kapatmak istercesine çırpınıyor, eğilip bükülüyordu. Yaşam birden tüm tehlikesini, çekiciliğini yitirmişti.

Gene de önüme konan öğle yemeği çok lezzetliydi. Horoz etinin üzerine dökülen acılı ceviz sosu ise içimi saran beklenmedik kederin acısını dağıtmaya yetti.

Şimdi daha iyi anlıyorum da, teyzemi horozu gerçek bir döğüş horozuydu. Ancak dünyaya gelecek zamanı bilememişti. Horoz dövüşlerinin zamanı geçeli çok oluyordu, insanlarla dövüşmek ise rezil bir işti.

+'



'+Fazıl İskender

Share