Dil toplum yaşamının temelidir ve şüphesiz ki; insan faaliyetlerinin en eskilerinden biridir. İnsanla birlikte gelişmiş olduğu savunulmaktadır fakat nasıl meydana gelmiş olduğu bir sırdır, kesin olarak hiç bir şey söylenememektedir ve tahminlerde bulunmak güçtür.
+''+İnsanların çoğu tek bir dil , onun da ancak bir kısmını konuşabilir. Fakat dünyada konuşulan üç binin üzerinde dil olduğu sanılmaktadır ve bunların bir kısmı da tükenmeye yüz tutmuştur. Bir dilin dünya sahnesinden tamamen çekildiğini görmek insanlık adına büyük kayıptır, fakat dil kuşaktan kuşağa aktarılmadıkça, yok olması kaçınılmazdır. Ancak anadilini bilen ve başka diller öğrenmek isteyen bir kimseye, bütün diller aynı derecede güç gelmeyecektir çünkü; bazı diller birbirleriye akrabadırlar, bu nedenle birbirlerine benzeyen diller için "aynı linguistik aileye (ya da gruba) ait denir. Buna örnek vermek gerekirse; en geniş dil grubu Hint Avrupa dil grubudur. Asya kolunda; Hintçe, Farsça, Ermenice, Hititçe ve Toharca sayılabilir. Avrupa kolu ise daha geniş bir dağılıma sahiptir.
Germen dilleri;
Almanca, İngilizce, Flemenkçe ve İskandinav dilleridir.
Romen dilleri;
Latince, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Portekizce ve Romencedir.
Slav dilleri;
Rusça, Bulgarca, Sırpça, Lehçe ve Boşnakçadır.
Bunun yanında, bazı diller de tamamen bağımsızdır. Bunlar hiç akrabası olmayan yalnız insanlara da benzetilebilir. Orta ve Güney Afrika'da konuşulan Bantuğ dilleri ve Bask dili bu tür bağımsız dillere örnek olarak gösterilebilir. İspanya ve Fransa'da Pireneler'in batı yörelerinde konuşulan Bask dili, belki de tarih öncesinde yaşamış ilk insanların, taş devrinde konuşmuş olduğu yaygın bir dilin son kalıntısıdır.
YAZILI VE SÖZLÜ DİL:
Dil hem yazılı hem sözlü olabilir. Konuşma dili yazının icadından binlerce yıl öncesinden beri gelişmiştir. Elbette, yazı dili ile konuşma dili arasında önemli farklar vardır, temel öğeleri farklıdır. Biri kelimelerden, diğeri seslerden oluşur. Yazı dilinin biçimi gelenekler ve gramerciler tarafından konuşma diline oranla çok daha dikkatli bir şekilde düzenlenmiştir. Konuşurken ve yazarken kullanılan kelime dağarcığı genellikle daha geniştir. Bundan başka, konuşma ve yazı dillerinin gramerleri farklıdır.
Bu iki yolla farklı dilde bilgi aktarma eğilimi vardır. Ayrıca konuşma dilinde, yazı diline oranla daha fazla tekrar ve fazladanlık vardır. Buna ana dilimizden örnek vermek gerekirse; yazı dilinde genellikle "c" olarak yazılan ses, diaspora kabardeylerinin konuşma dilinde "g" olarak söylenmektedir. Yine aynı şekilde "Cegu" yazılıyor "Gegu" okunuyor. Başka bir örnek de; "ç" yazılanlar genellikle "k" okunuyor. "Çapse", "kapse" okunuyor. "-di'li geçmiş" fiil çekimlerinde fiilin sonu "-di'li geçmiş" takısı olarak yazıda kalın "ş" ile bitiyor, diaspora kabardey konuşma dilinde "s" olarak söyleniyor.
DİL VE KÜLTÜR:
Dilin kültür açısından da ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Şimdi biraz daha derinlemesine bakalım. Kültür, bilindiği üzere, çok geniş ve tanımlanması zor bir kavramdır. Kültürle ilgili bir çok tanım vardır. Marks: "Kültür, doğanın yarattıklarına karşılık, insanoğlunun yarattığı her şeydir. der. Bir başka kültür tanımı ise; "kültür bir toplumun ya da bütün toplumların birikimli uygarlığıdır. şeklindedir. Başka görüşlerde de kültür; bir insan ve toplum teorisidir, bir dizi sosyal sürecin bileşkesidir.
Kültür; içgüdüsel veya kalıtımsal değil, her bireyin doğduktan hemen sonra başlayan yaşantısı içinde kazandığı alışkanlıklardır. Mademki kültür; öğrenilen, eğitimle kazanılan bir olgudur, öğrenmenin kurallarına, yasalarına ve ilkelerine uygun olmak zorundadır. Kazanılan bu alışkanlıkları ve öğrenilen bilgileri-tümüyle-bir sonraki nesline aktarabilen tek varlık insandır. Bu da doğrudan insanın konuşma yetisiyle ilintilidir. Yani kültürün kendini devam ettirebilmesi, diline sahip çıkabilmesine bağlıdır. Diller kendilerini konuşan toplumların kültürüyle şekillenir ve kültür değişmelerinden elbette ki- diller de etkilenir. Fakat dilin bu tip kültür değişmelerine adaptasyonu sağlanmalıdır; yoksa bu değişime yetişemez ve o toplumun yaşayışını karşılayamaz hale gelir.
Dinamik bir süreç olarak dil değişimi ve kültürleştirme başlıca üç şekilde meydana gelir:
1. İlişki içinde bulunduğu kültürlerden yeni kelimeler alır.
Bu süreç kaçınılmazdır fakat bu durumun ilerlemiş hali de ciddi bir dil asimilasyonuna- dolayısıyla da kültürel asimilasyona- neden olabilir. Bu nedenle dile, başka dillerden gelen sözcüklerin en kısa zamanda, o dil tarafından kendine uygun biçime getirilmesi şarttır. Bir çok dilde bu tip örneklere rastlanılır fakat, yakın bir örnek olması itibariyle Türkçe'den örnek verelim. Arapça'dan Türkçe'ye geçen "Muhammed" adı-halen bu şekilde kullanımına rastlanıyor olsa da- zamanla kendiliğinden Türkçeleşerek "Mehmet" halini almıştır. Bir başka örnek; İngilizce 'deki "student" (öğrenci) sözcüğü "stüdınt" biçiminde okunurken, Rusça'da aynı şekilde "student" yazıldığı halde, "e" harfine vurgu yapılarak, yazıldığı gibi telaffuz edilir. Yani dilin kendi ahengine göre biçimlenmiştir.
2. Yeni kelimeler yapılandırır.
Dil kendini yenilemek zorundadır. Ait olduğu kültürün ve ilişki halinde bulunduğu kültür -ve dolayısıyla dillerin- değişimine, bir şekilde ayak uydurmak zorundadır. Çünkü kültürler değişime uğradıkça, yeni kavramlar, yeni bazı durumları ifade etmek için türetilmesi veyahut da dil biçimlerine göre; yapılandırılması gerekir. Eğer o dil bu gibi yenilikleri karşılayacak sözcükleri kendi üretmezse, etkileşim halinde olduğu diğer dillerden sözcük almak durumunda kalacaktır ve bunun da -az önce söz ettiğimiz üzere- uzun vadede, bir dil asimilasyonuna sorununa neden olabilir.
3. Mevcut kelimelere yeni anlamlar yükler.
Sözünü ettiğimiz kültürel değişim dahilinde, yukarıda belirtilen iki durum dışında bir üçüncü yaklaşım da budur. Varolan sözcüklere yeni anlamlar yükleyerek, ilişki halinde bulunduğu dillerden sözcükler alma ve belli bir süreç sonunda- getirebileceği olumsuzluklardan uzak kalınmış olur. Sözcüğe yeni anlamlar yüklemenin bir diğer olumlu yönü ise; ikinci durumda belirtilen "yeni sözcük yapılandırma" nın zorluğundan kurtulmuş olmaktır. Çünkü bilindiği gibi- yeni türetilen ya da yapılandırılan sözcüklerin günlük hayatta kullanılır hale gelmesi uzun süreç isteyebilir. Toplumlar için geçerli olan "yeni gelen sistemi kabul etmek ve ona alışmak zordur. " İlkesi dilde de bu anlamda geçerlidir. Halk sözcüğü hayata geçirmezse, bu çaba herhangi bir sonuç vermekten aciz kalacaktır. Dolayısıyla, halkın zaten kullanmakta olduğu sözcüklere anlam yüklemek daha uygun bir hareket olacaktır.
En ilkel bir toplumun dilinin bile yeni gereksinimlere cevap verecek sınırsız bir yeteneğe sahip olması son derece ilginç bir olgudur. Fakat ilkel bir toplumun dilinden kasıt; dilin ilkel olması demek değildir. Hiç bir ilkel dil, bir diğerine göre daha ilkel değildir, hepsinin kökleri zamanın derinliğinde, konuşmanın yeni başladığı dönemlere uzanır. İngilizce gibi bazı dillerin son hallerini günümüzdeki diğer bazı dillerden (Yunanca gibi) çok daha yakın geçmişte almış olmalarına rağmen, hepsinin geçmişi son derece uzundur. Dilin ilkelliği ile varoluş süresi arasında hiç bir ilişki yoktur. Aynı şekilde; bir dili konuşan insanların ilkel oluşu, dilin de ilkel olmasını belirtmez. Avustralya yerlileri, dünyanın en ilkel materyal kültürlerinden birine sahiptir, bununla birlikte, kültürlerinin diğer yönleri oldukça karmaşıktır ve dilleri çok gelişmiş bir dildir. Fakat dilde asıl önemli olan, kendini yenileme ve değişime ayak uydurabilme yetisidir.
Sonuç olarak; öğrendiğimiz dillerle; aynı zamanda o toplumlar hakkında da bilgi sahibi oluruz. Kültür ve dilin bu doğrudan ilişkisinin zorunlu kıldığı sonuç ise; dilin yeni kuşaklara aktarılması kültüre, kültürün ise dile bağlı olduğudur.
KAYNAKLAR:
Anthony Giddens-Sosyoloji,
Bozkurt Güvenç -İnsan ve kültür,
Bozkurt Güvenç- İnsan ve Dünyası,
C. T Morgan - Psikolojiye Giriş,
Av. Fahri Huvaj.
+'
'+Nefin Huvaj