"Ben o zamanlar kendimi rahvan bir tay sanırdım. Yürümek nedir bilmezdim. Dere tepe, dağ bayır, tarla tapan demez, koşar ha koşardım."
+''+1943'de doğan, 1963'de Ankara Sanat Tiyatrosu'na giren Çetin Öner 40'ı aşkın oyunda görev aldı, televizyonda birçok prodüksiyona yönetmenlik yaptı. 1975'de ilk kitabı "Gülibik" yayınlandı. 1978'de Almanca'ya çevrilen kitap, ZDF-TRT ilk ortak yapımı olarak filme çekildi. Ulusal ve uluslar arası bir çok ödül kazanan Çetin Öner'in dört çocuk kitabı ve bir romanı vardır. Çocuk kitapları: Gülibik, Mavi Kuşu Gören Var Mı, Portakal, Kargalar Kara Değildi. Dağlara Yazılıdır adlı romanından sinemaya uyarladığı filmin hazırlıklarına devam eden Çetin Öner ile filmi hakkında konuştuk.
Öncelikle "Dağlara Yazılıdır" diyelim isterseniz
Ben o zamanlar kendimi rahvan bir tay sanırdım. Yürümek nedir bilmezdim. Dere tepe, dağ bayır, tarla tapan demez, koşar ha koşardım. Hakikaten de çok koşardım ve iyi koşardım. Yarıştırırlardı bizi büyüklerimiz. Nazım Ağabey vardı, mesela, amcamın oğlu, koşuyu birinci bitirene ödül olarak kendi yaptığı ok ve yayı verirdi. O yüzden koşuyu baya ilerlettik, koşucu bile olabilirdik aslında. Koşma üzerine, at kültürü üzerine, Çerkes kültürü üzerine giderek yoğunlaştık. Doğrusu '74'de roman düşünmeye başlamıştım zaten. ve sanırım 6-7 sene kadar bu konu üzerine düşündüm, notlar aldım. Nihayet '82'de ortaya çıkan bu romanı '84 yılına kadar tam sekiz kez yazdım. İlk basımı çıktığında fazla da ilgi görmemişti.
Neden fazla ilgi görmedi?
'84 yılında Türkiye'de ilk kitaplarıyla dört genç yazar gündeme gelmişti. Ben TRT'den atılmıştım o zamanlar. Latife Tekin, Orhan Pamuk, Mehmet Eroğlu ve ben. O üç arkadaşa da üç ayrı grup sahip çıktı. Mesela Bilgi Yayın Evi'nden Atilla İlhan, Mehmet Eroğlu'na sahip çıktı, Orhan Pamuk zaten aristokrat ve köklü bir aileden geliyordu. Küçümsemek için söylemiyorum aristokratı, dönemim ileri gelenlerindendi babası Şevket Pamuk. Onunki de ertelendi biraz, o da kim vurduya gitti. İlk romanı "Cevdet Bey ve Oğulları" Milliyet'ten ödül aldığı halde basılamadı. Latife Tekin ilk kitabını yazdı ve sol takım ona çok sahip çıktı. Aslında bana sahip çıkmaları gerekirdi, ama küçük bir hata yaptılar. Yok yapmadılar tabii, sonuçta Latife iyi bir yazar ve benimki ortada kaldı. Şimdi, ortada kalış nedeni şudur bunu da hiç çekinmeden söyleyebilirim. Türkiye'de, Çerkesler dışındaki bütün etnik guruplar yazarlarına sahip çıkarlar. "Bizden kalabalık" diyemeyeceğimiz Ermeniler sahip çıkarlar, Rumlar sahip çıkarlar, ama biz sahip çıkmayız. Çünkü onlar daha tutkundur, daha örgütlüdür, daha fazla etnisite duygusuna sahiptirler. Biz epey asimile olduğumuz için bu tür bir okuyucu kitlemiz yok. Zaten Çerkesler'in fazla okuduğunu da söyleyemem. Bu nedenle ilk basımında kitaba hiç çıkmamış gibi davranıldı. Gerçi, edebiyat çevrelerin de özellikle İstanbul ve Ankara da değişik bir ses, değişik bir tema, değişik bir tarz, değişik bir Türkçe olarak değerlendirildi.
Film projesi nasıl ortaya çıktı?
Ben daha romanı yazmaya ilk başladığım sıralarda bile bunun bir film olabileceğini düşünmüştüm. Hatta ilk çıktığında Kurtuluş'un çekimini de yapan yakın dostum Ziya Öztan kitabı okuyunca hemen film hakkını istedi benden. Ben de verdim. Yakın çevremdeki insanlar da çok ilginç buldular. Ama, maalesef, Kafkasya'da Çeçen-Rus, Abhaz-Gürcü savaşlarının olduğu sonraki dönemde pek de ciddiye alınmadı. Daha sonra şu oldu; Kafkasya'da kitap üzerine bir konuşma yaptım. Mevlüt Atalay zaten kitabın bir özetini çevirmişti, hatta şu sıralar tamamının da çevrildiğini duydum. Kafkasya'ya gidip gelince, biraz Kafkasya'dan da etkilendim ve kitabın filmini çekme isteği içimde yeniden doğdu. İyi bir film olabileceğini biliyordum. Görsel bir roman zaten, fazla sözsel değil. Sonra TRT'ye önerdim. TRT bu yıl 20 roman seçiyordu. Önerim ile repertuar kurulunca kabul edildi ve benden senaryosunu yazmam istendi. Ancak bana geç bildirildiği için senaryo da biraz gecikmiş oldu. Şimdi senaryoyu bitirdim. Tam istediğim mükemmeliyette değil. İşte bir insanın kendi romanını sonradan senaryolaştırması, "nasıl olsa ben bunu biliyorum, çekerim" gibi bir atıf getiriyor. Yazmadığım bazı şeyleri de çekebileceğini düşünüyorsun. Artı, Kanada'dan Murat Yağan bu projeden haberdar olunca bir mektup yazarak, maddi manevi her yönden yardımcı olmak istediğini belirtti. O da beni biraz heveslendiren faktörlerden biriydi. İstanbul'da sinematografik dosyası çok güzel, "Adı Vasfiye"den "Değirmen"e, "Hamam"a kadar bir çok ortak yapımda yer almış, Yeşilçam'da pek rastlanmayan türden çok ciddi bir yapımcı olan, bir dostum vardı, Promete Film'in sahibi Cengiz Ergun. Daha TRT kabul etmeden önce onunla bu filmi çekmeyi düşünmüştük. Şimdi onlar da finansmana katılabileceklerini söylediler ama şu an için muallakta.
Filmin bütçesinin ne kadar olması planlanıyor?
Senaryo şu an için, dört bölüm dört saat. Yani dört bölüm olmaz da altı olur mu bilmiyorum. TRT bölüm başına 50-60 milyar para verir. (O da prestij projesi olarak düşündüğü için.) Sayın genel müdürümüz de sağ olsun olağanüstü destekliyor. Belki bunu 400 milyara çıkarabilirsek bir 100-200 milyar da yayın evi koyar, bir 100-200 de, hazır olsunlar, Türkiye'deki thamadelerden toplarız, derken... Yani, sinema öyle bir şey ki, bol zaman ve para gerektirir. Bütçede yaptığınız kısıtlama peliküle yansır. Vay derler, parası bitmiş diye kokusunu alırlar anlayanlar. Onun için parayı fazla kısmamak taraftarıyım. "Ya olacak ya olacak"
diye bakıyorum. Yani, koşullar mükemmel olmadığı sürece filmi çekmeyi düşünmüyorum.
Oyuncu ve mekan seçimini nasıl tasarladınız?
Şimdi, benim kafamda canlandırdığım oyunculardan bir kaçı öldü. Bu kötü bir şey. Mesela,
Ayberk Çöloku, mutlaka oynatmak istiyordum ben. Ayberk'i kaybettik, yerine de kimseyi ikame edemedim. Rana Cabbar'ı düşünüyorum, mesela Tuncel Kurtiz'i düşünüyorum. Aslında parayı ne kadar çok bulursam hedefimi o kadar büyüteceğim. Mesela Leh Lapinski'yi Polonya'nın en ünlü oyuncusuna oynatmak istiyorum, Andrzej Wajda'nın en büyük oyuncusu Daniel Olbrychski'ye. Kafkasya'da oyunculuk yeteneği olan, oyuncu olan, at binen gençlerden bir kısmını da düşünüyorum, hatta Nalmes ve İslamey ile bizim derneğin gurubu "Elbruz", Kayseri gurubu, İstanbul gurubunu düşünüyorum. Savaş sahnelerinde top, tank, kılıç, hançer ve benzeri aksesuvarlar var ama ben bütün savaş sahnelerini dansla göstereceğim. Nalmes ve İslamey oynayacak. Çünkü filmin savaş sahnelerini, savaşları, çocuğa; nineler, dedeler anlatıyorlar. Savaş görmemiş çocuk onu bir oyun gibi hayal ediyor. Ayrıca bunun estetik bir gerekçesi de var. Bir de böyle Braveheart gibi, fışkıran kanlar, kesilen gırtlaklar, kopan kelleler falan, ben o tarzı sevmiyorum. Yani, savaşı göstermeden savaşın acımasızlığını vurgulamak istiyorum. Mekana gelince, Kafkasya'daki bütün sahneleri Kafkasya'da çekeceğim. Bir bölümünü de işte senin memleketin de Samsun, Alaçam, Çarşamba, Trabzon, Bursa'da, daha doğrusu Kafkas kültürünün yerleşik olduğu, bize görsel malzeme olarak da Kafkasya'yı anımsatan peyzajlarda çalışmak istiyorum.
Filmin, hem Kafkasya hem de Türkiye'de, uluslar arası oyuncuların da katılımıyla çekileceğini söylediniz, o zaman çok dilli bir film olacak diyebilir miyiz?
İkinci bir sorun da bu tabii ki. Türkiye'deki tüm sahnelerde Türkçe konuşuyorlar. Arada bir Çerkesçe sözcükler var. Onlar da rahatlıkla anlaşılıyor zaten filmde. Mesela zı, t'u, şı diyorlar ve fırlıyorlar. Bunun 1,2,3 olduğu anlaşılıyor. Kafkasya'daki bütün sahneleri de Çerkesce yapıp alt yazıyla vereceğim. Leh Lapinski Lehçe, Lord Palmes İngilizce konuşacak. Gerçi şu da var; Kafkasya'da Türkçe konuşan Osmanlı Paşası'nın yanında Çerkesçe'ye çeviren tercümanı da var. Yani iki dilden birini bilen herkes, ne söylendiğini anlayabilecek.
İslamey'den bahsettiniz, o zaman film müziğine de değinelim. Örneğin Kafkas rapsodisine olan tutkunuzu biliyoruz, onu da kullanacak mısınız?
Yani film müziği olarak onu önemli yerlerde kullanacağım, ama onun dışında da bir film müziği yaptıracağım. Bizim folklorumuzdaki ağıtlar, mesela; bir kadın evinde Sarıkamış Ağıtı'nı söylemeye başlıyor, ikinci bir kadın başka bir evden, üçüncü kadın bir başkasından, derken bütün kadınlar söylemeye başlıyorlar. İstanbulaqo'yu da İstanbul'a giderken gemide bir genç kız pşınesini çıkartıp söylemeye başlıyor, alt kamaralardan eşlik etmeye başlıyorlar. Bu tür sahneler var. Senfonik bir hal alıyor.
Bir de şu var; çok satan romanlar sinemaya uyarlandığında, "Ölü Ozanlar Derneği" örneğinde olduğu gibi, okuyucular filmden pek fazla tatmin olmazlar, siz bu açıdan senaryonuzu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Senaryoyu yazarken romanın ikinci cildinde yer alacak olan bazı motifleri de kullandım. Farklı diyaloglar ürettim. Mesela "Tıley"i koydum, savaş sahneleri yazdım. Kafamdaki oyuncuları, onların yeteneklerini de düşünerek, tiplemelerde bazı değişiklikler de yaptım. Böylece içi de doldu o tiplerin, yani; canlı, yaşayan kişiler oldukları için. Romanı okuyanlar, filmi seyrettiklerinde romanda bulunmayan bir iki sahneye şaşıracaklar. Sürpriz olacak onlar için.
Teşekkürler ediyor, çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.
[Röportaj : C'upe Murat Canlı, Ajuk Süleyman Sarıhan]
+'
'+Çetin Öner