Tarafsız aydınları
Yurdumun
Sorguya çekilecek
Günün birinde
En basit insanları
Tarafından halkımızın
+''+* * *
Soracaklar onlara
Ne yaptılar diye
Ağır ağır ölürken
Ulusları,
Tatlı bir ateş gibi
Ufacık, bir başına
* * *
Sormayacaklar
Nasıl vardıkları
Doğrulara
Yalanın gölgesinde
* * *
Tarafsız aydınları
Güzel yurdumun
Cevap veremeyeceksiniz
* * *
Yitip bitirecek sizi
Bir sessizlik kuzgunu
Yüreğinizi kemirecek
Zavallılığınız.
Susup kalacaksınız
Kendi utancınızla
I
GLOBALLEŞME süreci ile birlikte küresel bir köy haline gelmekte olan dünyada, en minimal ölçeklerde dahi olsa etnik, dinsel... vs. Azınlıkların/toplulukların çeşitli araçları kullanarak kendilerini ifade ettikleri, bu uğurda yoğun çabalar harcadıkları ve her türlü imkanı seferber ettikleri görülüyor. Bu çaba ve etkinliklerin en göze çarpan basat özelliği, kendini ifade eylemliliğinin, kültürel özgünlüklerin öne çıkarılması, globalleşme ile dünyayı büyük bir tüketim topluluğu haline getirmeyi amaçlayan kapitalist endüstriyelizmin öğütücü dayatmacılığına, empozelerine kendi orijinalitelerine daha siki sarılarak karşı konulmasıdır.
Kendi varlığını duyurma, kendini ifade etme çeşitli düzeylerde, değişik araçlar harekete geçirilerek farklı tür ve biçimlerde gerçekleştiriliyor. Bu düzeylerden önemli bir tanesi de edebiyat, araçlarından biri de romandır.
İçinde yasadığımız bu süreçte -adına neo-liberalizme karşı umut enternasyonalizmi diyebiliriz- şimdiki momentlere yaklaşılmasından epey önce yazılmış olan Bir Göçmen Kustu O (Ayla Kutlu) ve Dağlara Yazılıdır'ın (Çetin Öner), hem ilklikleri, hem de yazı boyunca ayrıntısına girilerek irdelenmesi denenecek olan mündemiç kıldıkları değerler ve taşıdıkları ideolojik vasıfları nedeniyle (Çerkesler için) yeniden gündeme getirilmeleri zarureti hasıl oldu. Bu zaruretin yanısıra yazarlara ve romanlarına geç de olsa ödenmesi gereken vefa borcu ödenmiş oluyor.
İmparatorluktan cumhuriyete geçiş dönemi sürecinin siyasal/ideolojik öncülü olan İttihak ve Terakki'nin cumhuriyetin kurucu kadrolarının ideolojik formasyonunu çok ciddi ölçüde etkiledikleri ve bu ideolojik harç ile inşa edilen ulus-devlet ideolojisinin, devletin merkezi-yönlendirici rolüyle egemen ideoloji haline geldiği bilinen bir vaka. Bu ideolojinin en temel ve vazgeçilmez postülasi tek etni, tek mezhep monizmidir. Ulus-devletin ihdas edilmesi süreci, yaşanan tarihe bakisin gerisindeki (tarih) bilincinin çıkarsamaları ile islenen iç/dış düşman fobisini toplumun belleğine kazırken, vurgulanan monist parametre bir paranoya haline getirildi. 12 Eylül sonrası bu paranoya çok sik islendi, yeniden üretildi. Askeri yönetim sonrası gelen "sivil" hükümet -ki liberal olarak lanse edilmekte idi- egemen ideolojinin en sig siyasal uygulayıcılığında kusur koymadı. Seçimler sonrası ideoloji ve devletin kontrol yetkesi aynen muhafaza edildi. "Demokrasi"ye geçildiği "sivil" dönemde bile devletin ideolojisi ana ekseni oluşturmaya devam ettiğinden, her iki roman da, o ideolojinin ablukasına ve bilhassa kendi konularındaki tahammülsüzlüğüne rağmen, bir hezeyan döneminde yayınlanarak ayrıca değer kazandılar. 1997 yılında çıkan bir dergide, yazıldıkları tarihten neredeyse onbeş yıl sonra yeniden değerlendirilmelerinin mühim nedenlerinden biri de budur. Ama bunun dışında, edebi estetik (üslup, dil, kurgu, olay örgüsünün tutarlılığı, sürükleyiciliği, kullanılan yazınsal teknikler) bakımından da yıllar sonra, üstelik çok daha olgunlaşmış bilinçle edinilen birikim -ki edebiyat/roman eleştirisini de kapsıyor- ile okunduğunda dahi herhangi bir eskime, aşınma ya da artık naiv kalma gibi bir durum söz konusu edilemiyor.
II
"... roman öncelikle somut, özel insan tekinin bireysel yaşantısını, bireysel zamanı ve konumu içinde veren bir edebiyat türü olarak ortaya çıkmıştır. Bundan başka pek çok şeyi de amaçlayabilir romancı. Hayat görüsünü, felsefesini sunabilir, toplumu eleştirebilir, yeni bir dünyanın peygamberlisini yapabilir. Ama bütün bu amaçları gerçekleştirmek için ilkin romandaki insanları yaşatmalıdır. İnsanları yasamayan bir roman, basarisiz bir romandır. Ne inançlarının yüceliği, ne felsefesinin doğruluğu, ne de üslubunun güzelliği, hiç birşey kurtaramaz insanlarına soluk aldırmayan romanı. Bu saydığım şeyleri de arayabiliriz; içinde onları bulamadığımız için her hangi bir romanı kınayabiliriz. Gene de kişilerin yazarlığından sonra gelir bu kaygılar." Kategorik olarak iki ayrı roman Bir Göçmen Kustu O ve Dağlara Yazılıdır, ama yukarıdaki alıntı, bu romanların neden halâ ehemmiyet taşıdığını anlaşılır kılıyor. Çerkes insanları (muhacerette belli bir kısma tabi olanları), çok iyi bildiğimiz gibi, bu romanlarda da yaşıyorlar; yazarlarımız roman kahramanlarına/kişilerine soluk almayı öylesine basarmışlar ki, onlarla birlikte, içinde bir tutam Çerkeslik bulunan bir şahıs (sınıf kökeni, politik tercihi, Çerkes halkının sorunlarına karşı tavrı ne olursa olsun) romanları okurken, nabız atışlarının arttığını hissedecektir.
Bir Göçmen Kustu O ve Dağlara Yazılıdır'ın, yazı girişinde belki fazlaca köse taşlarıyla ifade edilen sürecin bugünkü momente uğramasından çok önce yazıldığına değinmiştim. Sözünü ettiğim momentin konumuz açısından bizi ilgilendiren boyutu etnik, pre-kapitalist dönem cemaat yaşantılarının ilgi çekmesi ve yarattığı heyecan dalgasıdır. Bir örnek verirsek: Ermeni kökenli, Diyarbakır doğumlu ve halen Agos gazetesinin köse yazarlığını da yapan Mıgırdıç Margosyan'ın Söyle Margos Nerelisen isimli romanı, Ermeni mahallesindeki etnik cemaat yaşantısını ve henüz kapitalizmin nüfuz edemediği dayanışma, bölüşme gibi değerlerin görece daha elverişli bir konumda bulunduğu bir dönemin Diyarbakır'ını anlatıyor. Bu roman, isimleri üzerinde oluşturulan mistifikasyon ile hep gündemde olan yazarların dışında bir yazar tarafından yazılmasına rağmen, öbürlerinden daha çok ilgi topladı, tartışıldı, övgüye değer bulundu. Yazar, bir söyleşide, kitabin döneme uygun düştüğünü; zamanlama avantajının, romanının bu denli alaka toplamasında rol oynadığını vurgulamıştı. Yazı boyunca vurguladığım sürecin buraya evirilmesi ve bu yeni evrede dikkat çeken yönelimlerin içkinleştirdiği (kültürel) değerlere sahip çıkma - bu düzlemde kendini ifade etme çabasının öne çıktığı döneme denk düşmesi M. Margosyan tarafından belirtilse de, bunun yanısıra; seksen sonrası Türkiye'de aslına, özüne uygun olarak hayata geçirilen kapitalist endüstriyelizmin yol açtığı yabancılaşmaya, bireyin atomize olmasına, soğuk çıkar ve para egemenliğine karşı insani bir tepki, bu tepkinin yeni bir insani etik zemin arayışının da rolünün bulunduğuna inanıyorum.
Modernizmin (endüstriyel) ilerleme, büyüme paradigması, Yesillerin cepheden eleştirisi ve sorgulanması ile yegane akil yolu olma vasfını yitirdi; endüstriyel paradigmanın günlük yasamdaki tezahürleri sıradan birey tarafından da eleştirilmeye başlandı. Bu sorgulama, ivmesi artan yeni etik-insani zemin arayışları henüz emekleme evresinde. Ama mecranın yönü belirginleşmeye başladı. Bir Göçmen Kustu O ve Dağlara Yazılıdır, modernizmin endüstriyel büyüme barbarlığının tezahürleriyle ilgili bizlere önemli ipuçları veriyor, bu çerçevede de yeniden tartışılmayı hak ediyor.
III
Bir Göçmen Kustu O, yayınlandığı yıllarda entelijensiyada tartışılmış, övgü ve ödül almıştı. Kafkasya'dan Anadolu'ya sürgünü çocuk yasta yasayan Emir beyin yasam öyküsünü anlatıyor. Son Osmanlı Meclisi Mebusani ile Birinci ve İkinci Dönem TBMM üyesi olan bir aydın, Emir bey. Romanın yayınlandığı zamanda, "Aydın" en çok tartışılan kavramlardan biriydi. Bundan ötürü kitap, daha çok bu yönüyle ele alindi, tartışıldı; sadece bir değerlendirmede, Yeni Gündem dergisinde, romanın asil temasının genel kabulün tersine, aydın sorunu değil, kadın cinsinin ezilmişliği olduğu vurgulandı. Kısacası roman geniş bir çevrede ses getirdi, ama kitabi asil sahiplenmesi gereken Çerkesler, Çerkes aydınları gereken ilgiyi göstermeyince ana tema ne yazık ki farkedilmedi. Bir halkın kendi yurdunda mutlu bir şekilde yasarken yaşanan savaş ve soykırım sonrası göçe zorlanması, yurdundan uzaklarda farklı bir kültür içerisinde kendi kökenleriyle bağlarının kopması; tarihinden, dilinden, kültüründen, kendi kimliğinden uzaklaş(tiril)masi, bir aydının kendi kimliğine yabancılaşması romanın tematik omurgasıydı. Ama bu kitabin tartışıldığı zamanlarda "yanlış ya da eksik tartışıyorsunuz, doğru perspektif budur" diyerek gür bir sesle tartışmaya katılamayışımız romanın ikincil temasının öne çıkmasına neden oldu, bu bizim kusurumuzdur.
Acımasız ve toleranssız bir gerçekçilikle öyküsünü anlatıyor değerli yazarımız. İmparatorluktan ulus-devletin kurulusu ve sonrasına değin bir ülkenin tarihini yasayan, yapılmasına katkıda bulunan Emir bey(ler)in hikayesi, ayni zamanda bir ibret öyküsüdür. Yazı başındaki şiir, Emir beyin temsil ettiği familyaya haykırmaktadır. Bir Göçmen Kustu O, muhaceret trajedimizi, kendi kimliğini unutan bir Çerkes aydının dramını gözler önüne sermektedir. Ancak Emir bey nasıl bir olgu ve hakikat ise, sevgili Ayla Kutlu'nun bu tipin serencamini mükemmelen sergilemesi çok yerinde ise de; bir başka tipin, bir çerkes aydın değil ama bir Çerkes Aydını olan, meselâ Dr.Vasfi Güsar'in varlığı da bir olgudur-gerçekliktir. Ver artık Dr. Vasfi Güsar'in romanının yazılma vakti gelmiştir. Çünkü bu Çerkes Aydını, halkının değerlerine sahip çıkmaya, dilini-kültürünü yaşatmaya, bu uğurda mücadeleye bir ömür vermiştir. Bugün eğer Emir beyi doğru yerden eleştirebiliyor isek, Dr. Vasfi Güsar gibi Çerkes Aydınlarının henüz tam anlamıyla farkına varılamayan gayretlerinin sonucu sahip olduğumuz değerlerin sayesindedir.
Onlar birer devdiler
Zümrüt-ü anka gibi
Büyülü sözlücüklerle
Ülkeler getirdiler
Zümrüt-ü anka gibi
Kaf Dağını astılar
İnsanlara koştular
Çocuk yüreklerinde
Düşlere ulaştılar
IV
Dağlara Yazılıdır'ın serinkanlı bir kritiğini yapmak, bir Çerkes için çok güçtür. Soluk soluğa okunan romanın coşkulu lirizm sarmalı, öykünün içine çekiveriyor insani, Kitap bitince içinizden birşeylerin kopup gittiğini hissediyor, Geçmiş Zamanın İzinde bir yolculuğa çıkıyorsunuz; artık vefat etmiş olan thamatelerimizin "sen nasıl Çerkessin, Çerkesce konuşmuyorsun, adetlerini bilmiyorsun" sitemi içinizin ücralarından yankılanarak çığlık haline dönüşüyor. Toplumsal yaşamın size mandalladığı bütün kimliklerin kıskacından sıyrılıp kendi asil kimliğinizle başbaşa kalıyor, yüzyüze geliyorsunuz. Ya bir sessizlik kuzgunu sizi yiyip bitirecektir ya da kendinizi Zümrüt-ü anka gibi, Simurg gibi hissedeceksinizdir.
Oguz Demiralp'in "Çok Sesli Bir Anlatı" yazısında Gabriel Garcia Marquez için yaptığı su değerlendirme Dağlara Yazılıdır için de çok geçerlidir: "Nedir... Marquez benzeri yazarların işlevi? Romanı Avrupa'dan öğrenen kültürlerde başka anlatı türleri yok değil. İşte masal, destan, mit, efsane, bir bakıma roman öncesi anlatı türleri bunlar. Ne var ki anlam dolu, çünkü halkın gerçeği, kültürün dile gelişi. Söz konusu yazarlar, roman sanatını eski anlatı türlerinden yararlanarak zenginleştiriyorlar. Kendi kültürleri içinde bir anlatım sürekliliği sağlıyorlar böylelikle.
"Üstüne üstlük, yapıtın anlam alanı da genişliyor. Örneğin, Marquez, yalnız kendi aydın aklıyla anlatmıyor öyküyü. Hemen her önemli olaya efsanelik boyutlar kazandıran halk deyisini öne alıyor yeri geldiğinde. Anlatım, salt biçim olmaktan çıkıp anlam birikimine dönüşüyor. Açık ki bir olayın kendisi denli o olayın nasıl yaşandığı, yasayanlarca nasıl anlamlandırıldığı da önemli. Böyle yazmak ise, o olayı içeren kültürel bağlamı değerlendirmenin yetkin bir yolu."
Dağlara Yazılıdır'da sevgili Çetin Öner'in ustalığı bu alıntı çerçevesinde daha bir anlaşılıyor. Yıllar boyu, kuşaktan kuşağa okunacak ve her defasında yeni şeylerin keşfedileceği bir roman yaratılmış oluyor.
V
Gerek Bir Göçmen Kuştu O, gerekse Dağlara Yazılıdır, yazıda ortaya koymaya çalıştığım nedensellikler bağlamında, yani ideolojik-toplumsal-siyasal boyutlarıyla büyük önem taşıyor. Ama sadece bu kadar basit değil elbette. Sanat eseri-haz sorunu uzun yıllardır estetik teorilerinin tartışma konularından biridir. Bir sanat yapıtının estetik haz vermesi diğer öğeler kadar mühimdir. Bu iki roman, içeriklerinin bizi çok ilgilendirmesinin ötesinde edebi estetik boyutuyla Çerkes Aydını/bireyi için vazgeçilmez yapıtlar olduğu iddiamı, Ismail Tunali'nin su sözleri iyiden iyiye haklılaştırıyor:3
"Estetik olarak haz duymak, yalnız birseyi kavramak, hatta sanat ile tüketim içinde bulunmak değildir. Bu, birşey üzerinde sonradan düşünmek, onu herselden önce sonradan yasamak, birşeyi daha fazla tasarlamak ve tasarı gücünü genişletmek ve sözün tam anlamında onun hakkında bir tasavvur meydana getirmektir. Sanat yapıtıyla ilgi kuranın hayal gücü etkinlik içine girmiyorsa, onun duyacağı estetik haz gerçek bir estetik haz olmayacaktır. ...Gerçek ve tam bir yaratma olayının estetik olarak tekrarında sanatta haz duymanın rolü açık olarak söyle belirir: Süje'ye haz hazırlayan bir sanat yapıtı o süje tarafından devam ettirilir, tamamlanır ve ilerletilir."
Yazarlarımız, romanlarında Çerkes bireyinin hayal gücünü etkinlik içine girdirebilmişler, üzerinde sonradan (bu yazı da kanıtlıyor ki, 15 yıl sonra) düşündürebilmişler, tasarı gücünü genişletebilmişler, romanlarındaki olaylar hakkında tasavvur meydana getirebilmişlerdir. Bu yapıtları devam ettirmek, tamamlamak, ilerletmek bizlere düşüyor. ?
3 İsmail Tunalı, Estetik, Remzi Kitabevi, 1989, s.269-270.
Oğuz Demiralp, Okuma Defteri, Yapı Kredi Yayınları, 1995, s.119
Murat Belge, Edebiyat Üstüne Yazılar, Yapı Kredi Yayınları, 1994, s. 16
+''+Murat Bjeduğ