Savaş her zaman ilgimi çekmiştir benim. "Savaş" kelimesini, büyük askerlerin yaptıkları manevralar anlamında kullanmıyorum. Benim hayal gücüm bu tür büyük hareketleri izlemeyi reddediyor ve ben onları anlamıyorum. Asıl ilgimi çeken şey, savaşın hakikati ve gerçek öldürmedir. Orduların Austerlitz ve Borodino'da nasıl idare edildiklerinden ziyade, bir askerin başka birisini hangi tür duyguların etkisi altında ve hangi yollarla öldürdüğünü anlamak daha çok ilgimi çekiyor.
+''+Odamda tek başıma gezinerek, kollarımı sallayarak ve kendimi bir kahraman gibi görerek aynı anda çok sayıda insanı öldürdüğümü ve böylece bir generallik ile ölümsüz şanlar kazandığımı hayal ederken çok uzun bir zaman geçmişti. Şu anda beni meşgul eden soru çok değişikti: bir insan, şahsı için görünürde bir kazanç olmamasına rağmen kendisini hangi duygular altında tehlikeye atmaya karar verir ve, hatta daha da şaşırtıcı olanı, kendisi gibi başka bir insanı nasıl öldürebilirdi? Her zaman bunun öfke duygusu altında yapıldığına inanmak istedim. Fakat bütün savaşanların daima öfkeli olduklarını varsayamayız. Bu yüzden kendini koruma ve görev duygularının da payı olduğunu düşünmek zorundaydım.
Cesaret nedir? Bütün çağlarda ve her millette saygı duyulan bu özellik nedir? Diğerlerinin tersine, neden bu iyi özelliğe kötü insanlarda da rastlanıyor? Tehlikeye sakin bir şekilde atılmak sadece fiziki bir kapasite ve insanlar da, uzun bir boy ya da iri bir vücuda gösterdikleri saygının bir benzerini bu özelliğe gösteriyor olabilirler mi? Bir kırbaç darbesinden korkarak kendisini, aşağıda paramparça olacağı dik bir uçurumdan atan at cesur sayılabilir mi? Ya da cezalandırılmaktan korkarak orman kaçan ve orada kaybolan çocuk veya utancından bebeğini öldürerek çarpılacağı cezaya katlanan kadın; yahut sadece gururundan dolayı bir insanı öldürerek kendisini de öldürülmek tehlikesine atan bir adam cesur sayılabilir mi?
Her tehlikede bir seçenek vardır. Onun cesaret ya da korkaklık olarak adlandırılması, bu seçeneğin asil bir duygudan mı yoksa alçakça bir düşünceden mi kaynaklandığına bağlı değil midir? Bunlar kafamı meşgul eden sorulardı ve ilk fırsatta savaş alanına giderek bu sorulara cevap vermeye karar vermiştim.
184... yılının yazında Kafkasya'da, tahkim edilmiş N1... postasında bulunuyordum.
Temmuz'un 12'sinde Yüzbaşı Khlopov, topraktan yapılmış kulübemin küçük kapısından içeri girdi. Apoletlerini takmış ve bir kılıç kuşanmıştı. Kafkasya'ya geldiğimden beri onu hiç bu şekilde görmemiştim.
"Doğrudan albayın yanından geliyorum" dedi, benim soru dolu bakışlarımın cevabı olarak.
"Taburumuz yarın harekete geçiyor."
"Nereye?" diye sordum.
"M... Kalesi'ne. Kuvvetlerimiz orada toplanacak."
"Sanırım oradan da savaş alanına gidecekler?"
"Böyle olacağını zannediyorum."
"Seferin hangi yönde olacağını düşünüyorsun?"
"Düşünmek mi? Sana söyleyebileceğim tek şey benim bildiklerimdir. Dün gece bir Dağlı, taburun hareket etmesi ve yanlarına iki günlük peksimet almaları ile ilgili olarak generalin emirlerini getirdi. Fakat, hareketin nereye, neden ve ne kadar süreli olacağını sormak bize düşmez. Hareket etmemiz emrediliyor ve hepsi bu."
"Fakat, eğer sadece iki günlük erzak alınması emredilmişse birlikler de o kadar o süre dışarda kalacak demektir."
"Hayır, bu durum hiç bir şey ifade etmiyor..."
"Nasıl böyle olabilir?" diye hayretler içinde sordum.
"Olabilir! Dargo'ya gittiğimizde bir haftalık erzak aldık ve orada neredeyse bir ay kaldık!"
Kısa bir sessizlikten sonra,
"Sizinle gelebilir miyim?"diye sordum.
"Eğer istiyorsan gelebilirsin, fakat ben gelmemeni tavsiye ederim. Neden riske atılıyorsun ki?"
"İzin verirsen tavsiyeni tutmayacağım. Bütün bir ay boyunca, bir çarpışma alanına gitmek için fırsat gözleyerek bekledim ve sen benim bunu kaçırmamı istiyorsun!"
"Tamam, sen bilirsin. Fakat geride kalsaydın senin için daha iyi olurdu. Sen bizi burada bekleyebilirsin, sen avlanırken biz de işimizi bitirirdik! Bu harika olurdu!" Bunları o kadar ikna edici bir şekilde söyledi ki, bir an için ben de bunun "harika" olacağını düşündüm. Yine de benim kalmama sebep olacak hiç bir şey söylemedim.
"Fakat orada ne görmeyi umuyorsun?" diye yüzbaşı beni vazgeçirmek için çabalamaya devam etti. "Eğer savaşların nasıl olduklarını bilmek istiyorsan Mikhailovsky-Danilevsky'in Savaşın Tarifi2 adlı kitabını oku. Bu mükemmel bir kitaptır. Hangi birliklerin nerede yer aldığı ve savaşların nasıl cereyan ettiği şeklindeki bütün detaylar burada açıklanmaktadır."
"Fakat benim ilgilenmediğim şeyler de tamamen bunlardır," diye cevap verdim.
"O zaman ne istiyorsun? Sadece insanların öldürüldüğünü görmek mi? 1832 yılında burada başka bir sivil vardı. Sanırım bir İspanyol'du. Sırtında mavi bir pelerin olduğu halde bizimle iki kere sefere katıldı. Ve elbette ki öldürüldü. O tür şeyler artık burada kimseyi etkilemiyor eski dostum."
Yüzbaşının benim niyetlerimi yanlış anlamış olmasından dolayı son derece utanmama rağmen onu düşüncelerini reddetmek için çabalamadım.
"Cesur muydu?" diye sordum.
"Allah bilir; her zaman en önde at sürerdi ve nerede ateş ediliyorsa onu orada bulurdun."
"O halde cesur birisi olmalıydı?"
"Hayır, bir adamın istenmediği bir yere kendisini sokuşturması onun cesur olduğu anlamına gelmez."
"O zaman sen kime 'cesur' dersin?"
"Cesur? Cesur?" Yüzbaşı ilk defa bu soruyu değerlendiren birisinin havasında kelimeyi tekrarladı. Bir müddet düşündükten sonra "cesur bir adam, gerektiği gibi davranandır" dedi.
Platon'un (Eflatun) cesareti, "neden korkulup neden korkulmayacağını bilme sanatı" olarak ifade ettiğini hatırladım ve yüzbaşının ifade şeklinin çok genel ve müphem olmasına rağmen her iki açıklamanın da aslında görünenin aksine, birbirlerinden pek farklı olmadıkları kanaatine vardım. Ve hatta yüzbaşının açıklamasının daha doğru olacağını düşündüm. Çünkü, eğer yüzbaşı düşüncesini Grek Filozofu kadar iyi bir şekilde ifade edebilmiş olsaydı şöyle diyebilirdi. "Cesur bir adam, sadece korkması gereken şeyden korkan ve korkmaması gereken şeyden de korkmayan kimsedir."
Bu düşünceyi yüzbaşıya açıklamak istedim. "Evet", dedim; "Sanırım her türlü tehlikeli durumda yapılacak bir seçim vardır. Sözgelimi, görev duygusuyla yapılan bir seçim, cesaret; halbuki alçakça bir duyguya dayanan seçim de korkaklıktır. Bu yüzden hayatını kibir, merak ya da hırs nedeniyle tehlikeye atan bir adam cesur sayılamaz. Diğer taraftan, ailesine karşı duyduğu dürüst sorumluluk duygusu veya sadece kendi inancı doğrultusunda tehlikeli bir durumdan kaçınan kimse de korkak sayılmaz."
Ben konuşurken yüzbaşı beni oldukça garip bir yüz ifadesi ile süzüyordu.
"Doğrusu seninle bu konuda tartışamam," dedi lülesini doldururken. "Fakat burada, felsefe yapmaktan hoşlanan bir harp okulu talebesi var. Onunla bir konuş. Kendisi şiir de yazıyor."
Yüzbaşı hakkında Rusya'da da bazı şeyler duymuş olmama rağmen onunla Kafkasya'da tanışmıştım. Annesi, Maria İvanovna Khpolova, benimkine iki milden daha az mesafede küçük bir malikaneye sahipti. Kafkasya'ya gelmek üzere yola çıkmadan önce onu ziyarete gittim. Yaşlı kadın onun Paşenkasını (artık yaşlanmaya başlayan ve saçları grileşen yüzbaşıyı, kadın bu sevecen isimle çağırıyordu) göreceğimden, kendisi hakkında ona bilgiler vereceğimden ve verdiği küçük paketi kendisine ulaştıracak olmamdan dolayı son derece mutlu oldu. Maria İvanovna bana nefis bir turta ve dumanlanmış ördek ikram ettikten sonra yatak odasına gitti ve oldukça büyük siyah bir kese ile geri geldi. İçinde bir de tılsım olan kesenin ağzı da siyah ipek bir kurdele ile bağlanmıştı.
"Bu Yanan Çalıların Azizesi'dir," dedi. Haç işareti yaptıktan sonra ikonu öptü ve bana verdi. "Bayım, lütfen bunu oğluma veriniz. Kendisi Kafkasya'ya gittiği zaman, kilisede onun için dua ettim ve sağ salim hayatta kalması halinde Kutsal Annemiz'in bu ikonunu onun için yaptıracağıma söz verdim. On sekiz yıldır Kutsal Annemiz ve Azizler onu korudu. Ne savaşlara katıldı o! Fakat bir kere bile yaralanmadı. İnan bana, onun yanında bulunan Mikhailo'nun anlattıkları insanın saçlarının diken diken olması için yeterli oluyor. Görüyorsun ki, onunla ilgili olarak bütün bildiklerim başkalarının anlattıklarına dayanıyor. Kendisi, sevgili oğlum, beni korkutmamak için savaşları ile ilgili olarak bana hiç bir şey yazmıyor."
(Daha sonra Kafkasya'da, yüzbaşının dışındaki kişilerden öğrendiğime göre kendisi ciddi şekilde dört kere yaralanmıştı. Elbette ki bu çarpışmalar ve yaralanmaları hakkında annesine hiç bir şey yazmadığını söylemeye gerek yok.)
"Ona beraberinde kutsamalarımı gönderdiğim bu resmi takmasını söyle" diyerek devam etti annesi. Kutsal Anne onu koruyacaktır. Bunu özellikle savaşlarda takması gerekiyor. "Ona bunu söyle sevgili bayım, ona annesinin bunu istediğini söyle."
Onun istediklerini sonuna kadar yerine getireceğime söz verdim.
"Paşenkamı seveceğini biliyorum" diyerek devam etti kadın. "Öylesine tatlı biridir ki o! Biliyor musun, bana para göndermediği hiç bir yıl yoktur. Kızım Anuşka'ya da çok yardım ediyor. Ve şunu da bilmelisin ki sahip olduğu her şey tek maaşıdır. Evet", diyerek gözlerine yaşlar dolarak sözlerini tamamladı yaşlı kadın. "Bana böyle bir oğul verdiği için Allah'a bütün kalbimle dua ediyorum."
"Sana sık sık mektup yazar mı?" diyerek sordum.
"Çok seyrek bayım. Yılda bir kere, o da para gönderdiği zaman. Bir iki kelimeden fazlasını yazmaz. Mektup yazmadığı takdirde hayatta ve sıhhatli olduğunun anlaşılması gerektiğini ve Allah korusun, kötü bir şey olduğu zaman benim çok kısa bir sürede haberdar edileceğimi söylüyor."
Yüzbaşı Khpolov'a annesinin hediyesini verdiğim zaman (bu benim kaldığım yerdeydi) benden bir kağıt parçası alarak onu dikkatli bir şekilde sardı ve bir yere koydu. Ona annesinin hayatı ile ilgili olarak bildiğim bütün detayları anlattım. Hiç bir şey söylemedi. Konuşmamı bitirdikten sonra odanın bir köşesine gitti ve orada lülesini doldurarak uzun bir süre kaldı.
Hala orada beklerken oldukça boğuk bir sesle "evet, o yaşlı iyi bir kadındır" dedi. "Allah'ın onu tekrar görmeme izin verip vermeyeceğini bilmiyorum."
Bu basit kelimeler son derece derin bir sevgi ve keder yüklüydü.
"Neden burada bulunuyorsun?" diye sordum.
"Birileri bunu yapmak zorunda", diye kararlı bir sesle cevap verdi. "Ve buradaki çift maaş bizim gibi fakir insanlar için çok şey demektir."
Yüzbaşı Khlopov tutumlu bir şekilde yaşıyordu. Kağıt oynamaz, içkili eğlencelere katılmaz ve en ucuz tütünden içerdi. Yüzbaşıyı daima sevdim. Kendisi, içine bakması kolay ve hoş olan gözlere sahip, basit, sakin Rus yüzlerinden birisine sahipti. Bu konuşmadan sonra ona gerçek bir saygı duymaya başladım.
Yüzbaşı ertesi sabah saat dörtte geldi. Üzerinde apoletleri olamayan ve neredeyse dökülmekte olan bir palto ile geniş Kafkas pantolonu vardı. Koyun derisinden yapılmış ve bir zamanlar rengi beyaz olan kalpağı, sararmış ve dağınık bir haldeydi. Sırtına pek kaliteli olmayan bir Asya kılıcı asmıştı. Bindiği küçük beyaz at başını kaldırıp indirerek rahvan bir şekilde giderken, dağınık kuyruğunu da devamlı olarak sallıyordu. Yüzbaşının görünüşünün çok askeri ya da gösterişli olmamasına rağmen, çevresinde öylesine vakur bir hava oluşturuyordu ki, insan elinde olmadan ona saygı duyuyordu.
Onu fazla bekletmedim ve bir anda atıma atlayarak birlikte kale kapısından çıktık. Şimdiden beş yüz metre kadar önümüze geçmiş olan tabur, yükselip inmekte olan dalgalı koyu siyah bir kütle gibi görünüyordu. Onların piyade askerleri olduğu, ancak bir iğne ormanını andıran süngüleriyle kulaklarımıza kadar ulaşan trampet vuruşlarından ve şarkılarından anlaşılıyordu. Şarkılar arasında Altıncı Bölüğün ikinci tenorunun, geride bıraktığımız kalede daima hayran olduğum nefis sesi de duyuluyordu.
Yol, bu sırada taşarak kuvvetli bir şekilde akmaya başlamış olan küçük bir ırmağın kıyılarını izleyerek derin ve geniş bir vadinin içinden geçiyordu. Başımızın üzerinde uçuşan yabani güvercinler, bazen ırmağın kıyısındaki kayalıklara konuyorlar, bazen de hızla gökte dönüp yükselerek gözden kayboluyorlardı. Güneş henüz görünmüyordu, fakat vadinin hilal şeklindeki sağ yamacı aydınlanmaya başlamıştı. Gri ve beyazımsı taşlar, sarı yeşil yosunlar; çiğ kaplı böğürtlen, karaağaç ve kızılcık çalılıkları şafak vaktinin altın ve saydam ışınları altında çok açık bir şekilde görülebiliyordu. Bununla birlikte, diğer yamaç ve yoğun bir sisin dumansı tabakaları içinde kalan vadi, rutubet ve kasvet doluydu ve ne oldukları tam olarak anlaşılamayan solgun leylaklar ile siyah, koyu yeşil ve beyaz gölgelerden oluşan karışık renklerle kaplı bulunuyordu. Hemen tam önümüzde ise, ufuktaki koyu mavilik ile çarpıcı bir tezat gösteren karlarla kaplı parlak dağ kütleleri yükseliyordu. Dağlar, gölgeleri ve etekleri ile oldukça tuhaf görünüyor ama buna rağmen bütün detaylarıyla nefis bir görüntü sunuyorlardı. Yüksek otların arasında uyanan cırcır böceği, çekirge ve diğer binlerce böcek havayı berrak ve kesiksiz olarak devam eden sesleriyle doldurmaya başladılar. Öyle ki, sanki sayısız binlerce küçük zil kulaklarımızın dibinde çalmaya başlamıştı. Havada güzel bir yaz sabahının kokusu olan su, ot ve pus kokusu duyuluyordu. Yüzbaşı bir çakmak taşı çakarak lülesini yaktı. Onun ucuz tütününün ve kavın kokusu bana olağanüstü derecede hoş geldi.
Öndeki piyadelere çabuk yetişmek için patikanın yan tarafına at sürdük. Dağıstan işi lülesini ağzından hiç düşürmeyen ve her adımda ökçeleriyle atını dürten yüzbaşı her zamankinden daha düşünceli ve dalgın görünüyordu. Her iki tarafına sallanarak giden at, uzun ve ıslak otlar arasında belli belirsiz koyu yeşil bir iz bırakıyordu. Atın hemen toynaklarının dibinden, bir avcının yüreğini ağzına getirecek bir çığlık ve kanat pırpırıyla havalanan bir sülün yavaşça gökyüzüne doğru yükseldi. Yüzbaşı ona en küçük bir ilgi bile göstermedi.
Tam tabura ulaşmıştık ki, arkamızdan dörtnala gelen bir atın nal seslerini işittik ve subay üniforması içinde olan, uzun beyaz bir kalpak giymiş genç ve atılgan bir delikanlı bize yetişti. Yanımızdan geçerken gülümsedi, yüzbaşıyı başıyla selamladı ve kırbacını havalandırdı. Sadece, nasıl özel bir zarafetle atının gemini tutup eğerde oturduğunu ve muhteşem koyu gözleri, nefis burnu ve yeni yeni çıkmaya başlamış olan bıyıklarını fark etmeye zaman bulabilmiştim. Onda en çok hoşuma giden şey, ona hayran olduğumuzu fark ettiğinde gülümsemesine engel olamamasıydı. Sadece bu gülümsemesinden bile onun çok genç olduğu anlaşılabilirdi.
"Nereye koşturuyor?" diye söylendi hala lülesi ağzında olan yüzbaşı, canı sıkkın bir ifadeyle.
"Kim o?" diyerek sordum.
"Asteğmen Alanin, benim bölüğümdeki bir ast. Kendisi harp okulundan daha geçen ay geldi."
"Öyleyse bu onun ilk çarpışma tecrübesi olacak?" diye sordum.
"Bu yüzden öylesine neşeli görünüyor ya" dedi yüzbaşı düşünceli bir şekilde başını sallarken. "Gençlik!"
"Fakat mutlu olmadan nasıl durabilir ki? Genç bir subay için bunun çok heyecanlı bir şey olacağını tahayyül edebilirim."
Yüzbaşı bir dakika kadar sessiz kaldı.
"Benim de demek istediğim odur: gençlik!" diyerek devam etti derin bir sesle. "Bazı şeyleri görmediğin zaman memnun olman çok normaldir. Fakat onları bir kaç kere gördükten sonra artık o kadar mutlu olmuyorsun. Bu günü alalım mesela. Sefere giden yirmi kadar subayın içinden en azından birimizin öldürüleceğinden veya yaralanacağından emin olabilirsin. Bu gün ben, yarın o ve ertesi gün de bir başkası. Burada memnun kalınacak ne var?"
Parlak güneşin tepenin üzerinde görünerek birliklerin içinde yürüdüğü vadiyi aydınlatmaya başlamasından hemen sonra dalgalı sis bulutları kalktı ve hava ısındı. Tüfekleri ve sırt çantalarını yüklenmiş olan askerler tozlu yol boyunca ilerlemeye devam ettiler. Zaman zaman kahkahalar ve Ukrayna konuşmaları duyuluyordu. Çoğu astsubay seviyesinde olan beyaz paltolar içindeki bir çok yaşlı asker, yolun kenarından yürürken bir taraftan da lülelerini tüttürerek ağırbaşlı bir şekilde konuşuyorlardı. Ağır bir şekilde yüklenmiş ve her biri üç attan oluşan bir takım tarafından çekilen arabalar düzgün bir şekilde ilerlerken arkalarında havada asılı kalan toz bulutları kaldırıyorlardı.
Subaylar ön tarafta at sürüyorlardı. Bazıları atlarıyla gösteri yapıyorlar, kırbaç darbeleriyle atlarını bir kaç kere ileri doğru sıçrattıktan sonra sert bir şekilde gemi geri çekerek onları keskin bir şekilde durduruyorlardı. Diğer bazı subaylar ise, havanın yakıcı sıcaklığına rağmen şarkıcılara katılıyorlardı.
Piyadenin bir kaç yüz metre ilerisinde bir takım Dağlı atlıları gidiyordu. Onlarla birlikte beyaz aygırının üstünde, Kafkas elbiseleri giymiş uzun boylu ve yakışıklı bir subay da bulunuyordu. Kendisi sınırsız cesareti ve konuştuğu hiç kimseden sakınmadığı keskin diliyle ünlüydü. Altın oyalarla işlenmiş siyah bir beşmet ve ona uyan tozluklar ile yine altın işlemelerle süslenmiş, ayağı saran yumuşak deriden yapılmış Kafkas çizmeleri ve sarı renkte bir Çerkes kaftanı (Çerkeska) giymişti. Koyun derisinden yapılmış uzun kalpağı, alnından geriye doğru yıkılmıştı. Göğsünün üzerinden ve sırtından geçen gümüşten yapılmış kayışa bir barutluk ile tabanca asılmıştı. İkinci bir tabancayla gümüş saplı bir kama da belinden sarkıyordu. Yan tarafında, ince ve yumuşak deri ile kaplı kın içinde bir kılıç taşırken omuzları üzerinde de siyah kılıfı içinde bir tüfek asılıydı. Bütün giysilerinden, tavır ve davranışları ile görünüşünden bir Çerkes'e benzemek istediği açıkça belliydi. Kendisi bir ara birlikte at sürdüğü yanındaki Dağlılara benim anlamadığım dilden bir şeyler bile söyledi. Fakat Dağlıların birbirlerine fırlattıkları şaşkınlık ve alay dolu bakışlarından onların da bir tek kelime bile anlamadıklarını fark ettim.
O, kendisini Marlinsky ile Lermontov'un romantik kahramanlarına benzeten ve gözünü hiç bir şeyden sakınmayan genç subaylarımızdan birisiydi. Bu insanlar Kafkasya'yı sadece 'Molla Nurlar' ve diğer 'Çağımızın Kahramanları'nın3 prizmalarından görürler ve bütün davranışları kendi iradeleri doğrultusunda değil de modellerinin tavırlarına göre belirlenir.
Mesela bu teğmen büyük bir ihtimalle iyi yetişmiş kadınlar ve albay veya onların yaverleri gibi önemli erkeklerle bir arada olmaktan çok hoşlanırdı (gerçekten de onun bu tür arkadaşlıkları çok sevdiğinden eminim, çünkü son derece kendini beğenmiş bir insandı). Ama karşılaştığı her önemli erkeğe de (fazla abartılı olmasa da) kabaca davranmayı kendisine görev edinmişti. Kalede herhangi bir bayan göründüğü zaman, yanında Dağlı kafadarları olduğu halde ve üzerinde sadece kırmızı bir gömlek ve ayağına da terlikler alarak kadının penceresinin altından geçmeye ve yüksek sesle bağırarak küfürler etmeye kendisini mecbur hissederdi. Bütün bunları da, kadına hakaret etmekten ziyade ona ne kadar güzel bacakları olduğunu ve adamın istemesi halinde kadının kendisine aşık olmasının ne kadar kolay olacağını göstermek duygusuyla yapıyordu. Ayrıca, yanında bir kaç Dağlı dostuyla birlikte, yoldan geçen düşman Çeçenleri pusuya düşürerek öldürmek için sık sık dağlara giderdi. Kalbinin kendisine, yaptığı bu işin hiç de kahramanca bir şey olmadığını söylemesine rağmen, herhangi bir sebeple hayal kırıklığı sebebi veya hakir görüp nefret ettiği bu insanlara acı çektirmeye mecbur hissediyordu.
Yanında her zaman iki şey taşıyordu: boynunda asılı olan büyük bir ikon ve gömleğinin üzerinde taktığı ve yatakta bile yanında ayırmadığı bir bıçak. Samimi olarak, düşmanları olduğuna inanıyordu. Birisinden intikam almak ve gördüğü hakareti kanla yıkamak konusunda kendi kendisini ikna etmek onun için büyük bir haz duygusuydu. İnsanoğlundan intikam almanın, ondan nefret etmenin ve onu aşağılamanın duyguların en edebisi ve yükseği olduğundan emindi.
Fakat daha sonraları karşılaştığım kadını (kendisi elbette ki Kafkaslıydı), onun son derece nazik, çekingen birisi olduğunu ve hatta, her akşam kasvetli düşüncelerini bir günlükte topladığını, hesaplarını çizgili bir kağıt üzerinde yaptığını ve daha sonra da dizleri üzerine çökerek Allah'a dua ettiğini söyledi. Gerçekten istediği gibi kendi gözüne görünmek için nasıl da büyük işkenceler çekiyordu! Çünkü subay arkadaşları ve askerleri kendisini, görünmek istediği gibi asla görmeyeceklerdi!
Dağlı arkadaşlarıyla çıktığı bu gece seferlerinin bir tanesinde, düşman bir Çeçen'i ayağından kurşunla yaralayarak esir almayı başardı. Yedi hafta boyunca kurbanına, sanki en yakın dostuymuşçasına çok büyük bir ihtimam gösterdi ve yarasına baktı. Tekrar iyileştiğinde de ona hediyeler vererek serbest bıraktı. Daha sonraları, bir baskına giden ordunun geri çekilmesi sırasında düşmana ateş ederlerken teğmen, aniden düşman saflarından isminin çağrıldığını duydu ve arkasından da, daha önce yaraladığı adamın atını sürerek ileri çıktığını ve kendisine de aynısını yapması için işaret ettiğini gördü. Teğmen, eski arkadaşını karşılamak için atını sürdü ve onun elini sıktı. Diğer Çeçenler uzakta beklediler ve ateş etmediler. Fakat atını dönderir döndürmez bir çoğu birden ateş açtı ve kurşunlardan bir tanesi sırtında küçük bir sıyrık bıraktı.
Başka bir seferinde kalede yangın çıktı ve iki bölük asker, yangını söndürmek için çabaladı. Ateşin yalımları ile aydınlanan kalabalığın arasında aniden, siyah bir atın üzerindeki bir adamın uzun vücudunu gördüm. Kalabalığı yararak yangın yerine kadar at sürdü, atından atladı ve yanan evden içeri daldı. Beş dakika sonra bizim teğmen, saçları kavrulmuş ve kolu da kötü bir şekilde yanmış olarak tekrar kapıda göründü. Kucağına, yangından kurtardığı iki güvercini sıkıca bastırmıştı.
İsmi Rosenkranz'dı. Fakat kendisi çok sık olarak atalarından bahseder ve onların Varangianlara4 kadar uzandığını söylerdi. Bu da onun ve atalarının aslında katıksız Ruslar olduğunu gösteriyordu.
Güneş yolculuğunun yarısını tamamlamıştı ve yakıcı hava yeri kavuruyordu. Koyu mavi gökyüzü tamamen açıktı ve sadece karlı dağların oldukları yerlerde leylak renkli bulut halkaları görünüyordu. Hareketsiz hava bir tür saydam toz kümesi ile dolu gibi görünüyordu. Hava gittikçe dayanılmaz bir sıcaklık kazanıyordu.
Hedefimizin yarı yolunda küçük bir ırmağın kenarına ulaşınca durduk. Askerler tüfeklerini çattılar ve suya koştular. Tabur komutanı, gölgenin altında bir davulun üzerine oturdu ve rütbesinin büyüklüğünü yağlı yüzünde ifade ederek, diğer bazı subaylarla birlikte bir şeyler atıştırmaya hazırlandı. Yüzbaşı, bölüğünün arabasının altında otlara uzandı. Cesur teğmen Rosenkranz ve bazı genç subay arkadaşları, yere yaydıkları yamçılarının üzerine kuruldular. Çevrelerine hazırlanan şişelerle bardaklardan ve önlerinde yarım daire şeklinde dizilmiş olan şarkıcıların canlılığından iyi vakit geçirmeye hazırlandıkları anlaşılıyordu. Şarkıcılar ıslıkla bir Kafkas dans şarkısını söylemeye başladılar:
Şamil5 bir asi olacağını düşündü,
Geçen yıllar boyunca,
Tra-ra, ra-ta-ta,
Geçen yıllar boyunca...
Bu genç subaylar arasında sabahleyin bizi geçen asteğmen de vardı. Kendisi son derece sevimliydi. Gözleri parlıyor; dilinin biraz suskun olmasına karşın herkesi öperek onları ne kadar çok sevdiğini söylemek istiyor gibiydi... Zavallı çocuk! Bunun kendisini gülünç duruma düşüreceğinin ve büyük bir sevgi ve açık kalplilikle kendisini herkesin kollarına atmasının, onlarda yakınlıktan ziyade aşağılama duygusu uyandıracağının henüz farkında değildi. En sonunda kendisini ateşli bir şekilde yamçılardan birisini üstüne atarak koyu siyah saçlarını geriye attığında da ne kadar cazibeli göründüğünü fark etmiyordu.
Bir erzak kutusunu masa gibi kullanan iki subay, arabaların yanında kağıt oynamaya başlamışlardı.
Subaylarla askerlerin konuşmalarını dikkatli bir şekilde dinlemeye ve onların yüz ifadelerini yakından incelemeye başladım. Fakat hiç birisinin yüzünde benim hissettiğim rahatsızlığın en küçük bir izini göremedim. Şakalarında, kahkahalarında ve gevezeliklerinde, yaklaşmakta olan tehlikeye karşı tam bir kayıtsızlık vardı. Onlardan bazılarının tekrar bu yoldan dönemeyecek olması onların akıllarından bile geçmiyor gibiydi.
O akşam, saat altıdan sonra yorgun ve tozlu bir halde N.. Kalesi'nin geniş kapısından içeri girdik. Batmak üzere olan güneşin yatık gül renkli ışınları, kalenin çevresindeki bahçede bulunan kara kavaklar, sarı mısır tarlaları, gökyüzünün aşağılarında toplanan ve taklit etmeye çalışır gibi göründükleri karlı dağlardan daha az harika ve güzel olmayan beyaz bulutlar üzerinde yayılıyordu.
Yeni doğan ay, ufuk çizgisinin üzerinde yarı saydam bir bulutçuk gibi asılı duruyordu. Yakınlarda bulunan bir Çeçen köyünde bir Müslüman, evin çatısından inananları namaza davet ediyordu. Şarkıcılarımız seslerini daha bir şevk ve kuvvetle yükselttiler.
Bir süre dinlenerek üst başımı düzelttim ve daha sonra, niyetim hakkında generale bilgi vermesini rica etmek için tanıdığım olan yaverini aramaya başladım. Benim konakladığım dış mahalleden gelirken, kalede hiç de beklemediğim bazı şeyler fark ettim. Yanımdan geçen iki kişilik çok güzel bir arabanın içinde moda olan bir kadın şapkası fark ettim ve konuşulan Fransızca sözler işittim. Kumandanın evinin açık penceresinden, akort edilmesi gereken bir piyanoda çalınan polka nağmeleri geliyordu. Tavernanın yanından geçerken, ellerinde sigara olan ve şarap içen bazı katipler gördüm ve onlardan birisinin şöyle konuştuğunu işittim: "Hayır, konu politikaya gelince yaşlı dostum, Maria Grigorievna kadınlarımız arasında en öndedir." Üzerinde sökülecek gibi bir palto giyen, sırtı eğik, yüzünde hastalıklı bir ifade olan bir Yahudi, sesler çıkaran bir latarnayı sürüklüyordu. Birdenbire bütün dış mahallede Lucia'nın finali yankılandı. Hışırtılı elbiseleri içinde yürüyen ve başlarında ipek eşarplarla ellerinde renkli güneş şemsiyeleri olan iki kadın, ağaçtan yapılmış kaldırım boyunca süzülerek geçtiler. Biri pembe diğeri mavi renkli elbiseler içindeki iki kız, alçak tavanlı bir kapının önünde başları açık olarak yapmacık bir şekilde gülüşerek konuşuyorlardı. Oradan geçen subayların dikkatini çekmek istedikleri çok açıktı. Subaylar ise, yeni üniformaları içinde, beyaz eldivenleri ve parlayan apoletleriyle kuşanmış bir halde bulvarda ve sokakta aşağı ve yukarı gezinerek caka satıyorlardı.
Dostumu generalin evinin alt katında buldum. Ona tam niyetimi söylemiş ve ondan da, bunun kolaylıkla ayarlanabileceğini duymuştum ki, daha önce gördüğüm araba tıkırdayarak pencerenin önünden geçti ve verandanın önünde durdu. Piyade binbaşısı üniforması içindeki uzun boylu ve yapılı birisi arabadan inerek eve girdi.
"Oh, lütfen beni affediniz" dedi ayağa kalkan yaver, "onları generale anons etmeliyim."
"Kim o gelen?" diyerek sordum.
"Kontes" diyerek cevap verdi, düğmelerini iliklerken hızla üst kat merdivenlerine atılan yaver.
Bir kaç dakika sonra biraz küçükçe fakat son derece yakışıklı bir adam, üzerinde apoletsiz ve düğme deliğinin yerinde beyaz bir haç olan bir frak palto olduğu halde, binbaşı, yaver ve diğer iki subayın eşliğinde dışarıya, verandaya çıktı. Generalin yürüyüşü, sesi ve bütün davranışları, onun kendisini ne kadar büyük gördüğünü ele veriyordu.
"Bonsoir, madame la countesse"6, dedi elini arabanın penceresinden içeri uzatırken.
Oğlak derisinden yapılmış bir eldiven elini sıkarken, sarı şapkanın altında gülümseyen güzel bir yüz pencerede göründü.
Aralarında geçen dakikalarca süren konuşmalardan, gülümseyen generalin sadece şu sözlerini, oradan geçerken işittim, "Vous savez, que j'ai fait voeu de combattre les infid(les; prenez donc garde de le devenir."7
Arabadan bir kahkaha sesi yükseldi.
"Adieu donc, cher g(n(ral."8
"Non, au revoir"9, dedi general verandanın merdivenlerinden yukarı çıkarken. "N'oubliez pas, que je m'invite pour la soir(e de demain."10
Araba, sokaktan aşağı doğru tıkırdadı.
"İşte orada bir adam" diyerek kendi kendime düşündüm eve doğru giderken, "Rusların peşinde oldukları her şeye sahip bir insan: rütbe, zenginlik ve aile. Ve bu adam, yarın nasıl sonuçlanabileceğini sadece Allah'ın bileceği bir savaş öncesinde güzel bir kadınla şakalaşıyor ve sanki onunla bir baloda karşılaşmış gibi birlikte çay içmeye söz veriyor!"
Daha sonra aynı yaverin evinde rastladığım başka bir kişi beni daha da çok şaşırttı. Kendisi K... Alayı'nın genç bir teğmeniydi. Neredeyse bir kız kadar uysal ve çekingen olan bu adam, bazı insanların kendisinin bu sefere katılmasını engellemek için dolaplar çevirdiklerini söyleyerek onlara karşı hissettiği öfke ve üzüntülerini boşaltmak için yaverin yanına gelmişti. Böyle bir davranışın alçakça bir şey olduğunu, kendisine ihanet anlamına geldiğini ve bunları asla unutmayacağını ve benzeri şeyleri söyleyip durdu. Onun yüz ifadelerini daha dikkatli bir şekilde inceleyerek sesinin tonunun dinlediğim zaman, adamın gerçekten samimi olarak öfkelendiğine, rol yapmadığına kani oldum. Bu sefere katılarak Çerkesleri vurmasına ve aynı zamanda kendisini de tehlikelere atmasına izin verilmemesinden ıstırap duyuyordu. Haksız yere kıçına şaplak atılan bir çocuk gibi kızgındı... Bu duruma hiç bir mana veremedim.
Birlikler gece saat onda hareket edeceklerdi. Saat sekiz buçukta atıma binerek generalin yanına gittim. Onun ve yaverinin meşgul olacağını düşünerek içeri girmedim ve atımı bağlayarak beklemeye başladım. Sıcaklık ve yakıcı güneş yerini, gecenin serinliğine ve yıldızlarla dolu koyu gökyüzünde yükselmeye başlayan yeni ayın sönük, titrek ışığına terk etmişti. Evlerin pencerelerinde ortaya çıkan ışıklar topraktan yapılmış pancurlarının aralıklarından parlamaya başladı. Ay ışığı altındaki bu beyaz badanalı ve saz çatılı kulübelerin gerisindeki ince kavaklar, ufuk çizgisinde her zamankinden daha uzun ve siyah görünmeye başladılar.
Evler, ağaçlar ve çitler, tozlu yolların üzerine uzun ve çekici gölgeler yayıyorlardı... Irmaktan kurbağaların sesleri gelmeye başladı11. Sokaklarda acele eden yürüyüş ve konuşma seslerini dörtnala giden bir atın gürültüsü takip etti. Dış mahallelerden "Rüzgarlar Esiyor"u çalan laternanın sesi, daha sonra da bir vals müziğinin nağmeleri geldi.
Bu andaki düşüncelerimin neler olduğunu söylemeyeceğim. Çünkü öncelikle, çevremde neşe ve mutluluktan başka bir şey görmüyor olmama rağmen kalbimi dolduran kasvetten utanıyordum. İkinci neden ise, bunların anlattığım hikaye ile ilgili olmamalarıydı. Düşüncelerim arasında o kadar kaybolmuştum ki, saatin on biri çaldığını ve generalin maiyeti ile birlikte önümden geçtiğini fark etmedim bile.
Aceleyle atıma atlayarak birliğe yetişmek için fırladım.
Artçı birlikler hala kalenin içindeydi. Bu yüzden toplar, cephane vagonları, erzak arabaları ve etrafa emirler yağdıran subaylar arasında köprüden geçmek için büyük güçlük çektim. Kapıdan dışarı çıktıktan sonra neredeyse bir mil kadar uzunluğa yayılmış olan ve gecenin içinde sessiz bir şekilde yürüyen birlikleri tırısla geçtim ve nihayet generale ulaştım. Tek sıra halinde dizilmiş olarak giden ve aralarında subayların at sürdüğü topların yanından geçerken, gecenin kutsal sessizliğinin harmonisini bozan gıcırtılı bir Alman sesi işittim, "Herr Gott, bana bir çakmaktaşı ver!" Bunu bir askerin neşeli sesi izledi. "Shevchenko, teğmen ateş istiyor."
Gökyüzünün büyük bir kısmı uzun ve koyu gri bulutlar tarafından kaplanmıştı. Sadece onların arasında orada burada parlayan yıldızların sönük ışıkları görünüyordu. Ay şimdi sağ tarafımızdaki yakın ufuk çizgisinde bulunan siyah dağların arkasında kaybolmuştu. Dağların zirvelerini titrek ve soluk bir ışıkla aydınlatan görüntü, onların eteklerini saran delinemez karanlıkla keskin bir tezat oluşturuyordu. Hava sıcak ve hala o kadar durgundu ki, tek bir ot yaprağı ya da bir bulutçuk bile hareket etmiyor gibiydi. Etraf o kadar karanlıktı ki, hemen elimizin altındaki nesnelerin bile ne oldukları anlaşılamıyordu. Yolun kenarında kayalar, hayvanlar veya esrarengiz insan şekilleri gördüğümü hissettim. Fakat ancak onların hışırdadıklarını ya da üzerlerine çiselemiş olan çiy kokusunun tazeliğini hissettiğim zaman çalılıklar olduklarını anladım.
Önümde hareket eden ve çeşitli sayıdaki koyu noktalar tarafından takip edilen yoğun bir kütle gördüm. Bunlar öncü süvariler ve generalle maiyetiydi. Arkamızda, süvarilerden daha alçakta başka bir büyük koyu kütle geliyordu. Bu da piyadeydi.
Bütün birlik o kadar sessizdi ki, etraftaki her şey ve gecenin gizemli sesleri rahatlıkla duyulabiliyordu. Çok uzaklardaki çakalların ağıta benzer ulumaları bazen ağlamaya bazen de gülmeye dönüşürken, cırcır böceklerinin, kurbağaların ve bıldırcınların yüksek sesli olarak tekrarlanan şarkıları kulaklarımıza kadar geliyor ve sebebini anlayamadığım bir takım gürültüler de gittikçe bize doğru yaklaşıyordu. Bütün bu sesler ve bunlarla birlikte, ancak duyabildiğimiz ve ne olduklarının tanımı imkansız olan karanlığın diğer sesleri birleşerek, gecenin dinginliği dediğimiz o nefis harmoniyi ortaya çıkarıyorlardı. Bu sükunet, birliklerin yavaşça geçişi sırasında at toynaklarının çıkardıkları tok sesler ve uzun otların tıslamalarıyla bozuluyor ya da onlarla yeni bir harmoni oluşturuyordu.
Sadece çok seyrek olarak büyük bir topun çınlaması, birbirine çarpan süngülerin çıkardıkları sesler, kısılmış konuşmalar ve bir atın horuldaması duyuluyordu.
Tabiat sanki teskin edici bir güzellik ve güçten başka bir şey solumuyor gibiydi.
Bütün insanların bu harikulade dünyada, yıldızlarla kaplı uçsuz gökyüzünün altında yaşamalarına yetecek kadar yer yok muydu? Böylesine tabii bir güzelliğin ortasında insanların kalbinde nefret, intikam ve kendi benzerleri varlıkları yok etmek için duydukları hırs duygularının kalması mümkün müydü? Güzellik ve iyiliği en doğru olarak ifade eden tabiat ile temas kurmasından sonra insanoğlunun bütün kötülüklerinden arınacağı insanın aklına geliyordu.
İki saatten fazladır at sürüyorduk. Titremeye ve uyuklamaya başlamıştım. Karanlıkta, daha önce olduğu gibi yine aynı müphem şekilleri görüyordum. Biraz ileride koyu duvar ve hareket eden noktalar; yan tarafımda kuyruğunu sallayarak ve arka bacaklarını genişçe açarak yürüyen beyaz bir atın sağrısı; beyaz bir çerkeskanın sırtı ve onun üzerinde, siyah kılıfı içinde yukarı aşağı sallanan bir tüfek ve işlemeli kını içinde görünen bir tabancanın kabzası; ince bir bıyık, samurdan yapılmış kürklü bir yaka ve oğlak derileri içinde bir eli aydınlatan bir sigara ateşinin parıltısı. Bazen atımın boynundan ileri doğru uzanarak gözlerimi kapıyor ve kendimi bir kaç dakika için unutuyordum. Bu gibi durumlarda alışılmış nal sesleri ve otların ıslıkları beni aniden kendime getiriyordu. O an için kendimi sabit bir halde dururken önümdeki siyah duvarın bana doğru geldiğini ya da duvarın durarak benim ona çarpacağım hissine kapılarak çevreme hızla bakınıyordum. Böylesi olayların birinde, daha önceden sebebini açıklayamadığım seslerden birisini şimdi daha net olarak duymaya başladım. Bu su sesiydi. Taşmış halde bulunan ırmağa daha da yaklaşarak derin bir boğazdan içeri girmeye başlamıştık12. Suyun homurtusu daha da güçlenirken otlar daha sıklaşmaya ve uzamaya başladı, Yavaş yavaş kapanan ufuk ile etrafımızda bulunan çalılıkların sayısı da artıyordu. Karanlıklar içindeki dağların çeşitli noktalarında ara sıra ışıklar yanmaya ve hemen arkasından da sönmeye başladılar.
"Şu ışıkların ne olduklarını biliyor musun?" diyerek yanımda at süren Dağlı'ya sordum.
"Sen bilmiyor musun?" diyerek cevap verdi.
"Hayır."
"Onlar Dağlılardır. Bir sopanın ucuna saman kütleleri bağlıyorlar ve onları ateşe vererek sallıyorlar."
"Bunu neden yapıyorlar?"
"Rusların gelmekte olduğunu herkese bildirmek için. Oh-ho," diyerek ekledi bir taraftan da gülerken, "şimdi o köylerde nasıl da bir kargaşa vardır: eşyalarından bir şeyler kapan herkes, boğazdan aşağı gidiyor olmalı."
"Dağlardan bu kadar uzakta iken, bir birliğin yolda olduğunu elbette ki şimdiden bilmiyorlardır?"
"Tabii ki biliyorlar! Onlar her zaman bilirler. Çeçenler öyledir!"
"O zaman liderleri Şamil de savaş için hazırlanıyor olmalı?" tahmininde bulundum.
"Hayır", diye cevap verdi başını sallayan Dağlı. "Şamil bizzat savaşmayacaktır. Kendisi yukarıdan dürbünle seyrederken yardımcılarından birisini gönderecektir."
"Buradan uzakta mı yaşıyor?"
"Hayır, çok uzak değil. Orada, sol tarafta, yaklaşık yedi mil kadar uzakta."
"Nereden biliyorsun?"diye sordum. "Hiç orada bulundun mu?"
"Evet. Bizim bütün adamlarımız orada bulundu."
"Şamil'i gördün mü?"
"Ha! Bizim gibiler Şamil'i göremez! Sayıları yüz, üç yüz, belki de bin kadar olan muhafızları daima onun etrafındadır ve Şamil de ortalarında bir yerdedir!" diyerek bir tür kölesel saygıyla konuştu.
Yukarıda gökyüzü açılmaya başlamıştı. Doğu tarafı aydınlanmaya başlarken batı yönünde Süreyya yıldızları ufuk çizgisinden batmak üzereydiler. Fakat bizim içinde gittiğimiz boğazda etraf hala ıslak ve kasvetliydi.
Aniden bizim biraz ilerimizde karanlığın içinde bir kaç ışık çaktı ve kurşunlar vızıldayarak yanımızdan geçti. Atış sesleri, keskin ve yüksek bir narayla birlikte karanlığın içinde yankılandı. Bunlar düşmanların ileri hattaki nöbetçileriydi. Yüksek sesle haykırdılar, yeniden rast gele ateş ettiler ve dağıldılar.
Etraf yeniden sakinleştiğinde general, tercümanını çağırdı. Beyaz bir Çerkes elbisesi içindeki Dağlı onun yanına at sürdü ve bir süre onunla fısıldayarak; el kol hareketleri yaparak konuştu.
"Albay Hasanov, adamlarına açık alana yayılarak ilerlemelerini söyle" dedi general, sakin ama net bir sesle.
Birlik, boğazın siyah yamaçlarını geride bırakarak ırmağa yaklaştı. Hava aydınlanmaya başladı. Hala solgun yıldızlarla kaplı olan sema şimdi daha yüksek gibi görünüyordu. Şafak parlak bir şekilde doğu tarafından atarken, batıdan soğuk ve temiz bir meltem esmeye başladı ve çağlayan ırmağın üzerinden buhara benzer gümüşvari bir buğu yükseldi.
Kılavuzumuz bize bir geçiş yeri gösterdi. General ve maiyeti tarafından izlenen süvari öncüleri, ırmağı geçmeye başladılar. Orada burada görünen beyaz kayaların arasından büyük bir güçle akan ve atların ayakları arasında köpürerek dalgalanan sular, onların göğüslerine kadar yükseliyordu. Suyun gürültüsünden şaşkınlığa kapılan atlar, başlarını kaldırarak kulaklarını diktiler fakat devamlı olarak yer değiştiren su yatağında, kuvvetli akıntıya karşı dikkatli ve düzenli bir şekilde ilerlemeye devam ettiler. Süvariler, ayaklarını ve silahlarını yukarı çektiler. Sırtlarında neredeyse gömleklerinden başka bir şey kalmayan piyadeler, diğer giyeceklerini birer balya halinde sararak yukarıda tuttukları tüfeklerine bağladılar ve yirmişer kişilik gruplar halinde kol kola vererek suyu geçmeye başladılar. İçinde bulundukları büyük gerilim yüzlerinden açıkça okunuyordu. Atlı topçu birlikleri bir nara atarak atlarını tırısla ırmağa sürdüler. Sular toplarla yeşil cephane arabalarının üzerine sıçrarken tekerler dipteki taşlı yatağa çarparak sesler çıkarıyordu. Fakat güçlü atlar, bütün kuvvetleriyle çektiler ve nihayet, kuyruk ve yelelerinden sular dökülürken arabaları köpüklü sulardan çıkararak karşı kıyıya tırmandılar.
Geçiş tamamlanır tamamlanmaz generalin yüzü aniden ciddi ve düşünceli bir hal aldı. Atını döndürdü ve peşinde süvariler olduğu halde, önümüzde uzanan açık alana doğru rahvana geçti. Atlı Kazaklardan oluşan bir kordon ormanın kenarlarına yerleştirildi.
Uzaktan ormanın içinde, Çerkes elbisesi ve yüksek bir kalpak giymiş birisini fark ettik. Başka birisi ve arkasından bir üçüncüsü göründü. Subaylardan birisi, "onlar Çeçenlerdir" dedi. Tam o sırada bir ağacın arkasından bir duman yükseldi ve arkasından bir ses duyuldu, adından bir daha... Bizim seri atışlarımız düşmanın atış seslerini bastırdı. Sadece, ara sıra bir arı gibi vızıldayarak yanı başımızdan geçen bir kurşun, bütün atışların bizim olmadığını gösterir gibiydi. Piyadeler kordona katılmak üzere hızla koşarken, tırısla giden toplar onları izledi. Topların gürlemesini, havada uçuşan şarapnellerin metalik sesini, roketlerin tıslamasını ve tüfek ateşinin takırtılarını duyabiliyordum. Bütün geniş alan boyunca süvari, piyade ve topçuları görebiliyordum. Toplar, roketler ve tüfeklerden yükselen dumanlar, etraftaki sis ve kırağılı ıslak yeşillikle karışmıştı. Albay Hasanov dört nala generalin yanına geldi ve atının gemini hızla çekti.
"Ekselansları" dedi, elini şapkasına götürerek selam verirken, "süvarinin hücuma geçmesini emredeyim mi? Düşman bayrakları görüş sahamız içinde." Elindeki kamçıyı uzatarak, ellerindeki sopalara kırmızı ve mavi bezler bağlı olan iki beyaz atlının liderliğindeki Çeçenleri gösterdi.
"Öyleyse gidin, İvan Mihailoviç, Allah sizinle olsun!" dedi general.
Albay atını yerinde döndürdü, kılıcını çekti ve bağırdı, "Hurra!"
"Hurra! Hurra! Hurra!" sesleri birlikler arasında yankılandı ve süvariler, onun arkasından saldırıya geçti.
Herkes hayranlık içinde seyretmeye başladı. Burada bir bayrak dalgalandı, orada başka bir tane, bir üçüncüsü, bir dördüncüsü...
Düşman saldırıyı beklemeden ormana çekildi ve oradan ateş açtı. Mermiler daha yoğun bir şekilde uçuşmaya başladı.
"Quel charmant coup d'oeil!"13dedi, ince bacaklı siyah atının üzerinden hafifçe, İngiliz usulü yükselen general.
"Charmant!" diyerek ona katıldı, 'r' harflerini yuvarlayarak konuşan ve atını generalin yanına sürerken kamçılayan binbaşı. "C'est un vrai plaisirr, que la guerre dans un aussi beau pays."14
"Et surtout en bonne compaigne,"15 diyerek ekledi, sevimli bir şekilde gülümseyen general.
Binbaşı başını eğerek selam verdi.
Tam o sırada bir düşman güllesi, nahoş bir şekilde tıslayarak uçup geçti ve bir şeye çarptı. Arkamızda, yaralanan bir adamın iniltilerini işittik. Bu inilti ben de öylesine garip bir etki bıraktı ki, savaş o anda benim için bütün sevimliliğini kaybetti. Fakat hiç kimse onu fark etmiş gibi görünmedi. Binbaşı neşeli bir şekilde gülüyor; başka bir subay, güllenin gelmesiyle yarıda kalan sözlerine tam bir sükunet içinde devam ediyordu. Karşı tarafa bakan general, gülümsemelerin en candanının eşliğinde Fransızca bir şeyler söyledi.
"Onlara karşı ateş açalım mı?" diyerek sordu, dört nala gelen topçu kumandanı.
"Evet, onları biraz korkutalım!" diyerek umursamaz bir şekilde cevap verdi sigarasını yakmakta olan general.
Batarya pozisyona girdi ve ateş başladı. Toplar uğuldamaya, bütün çevremde alevler parıldamaya ve gözlerim dumandan yanmaya başladı. Bu duman arasında, topların yanında hareket eden topçuları ancak seçebiliyordum.
Köy bombalanıyordu. Albay Hasanov yine geldi ve generalin emri üzerine köye doğru dört nala yöneldi. Yeniden savaş çığlıkları yükseldi ve albayın süvarileri kendi tozları içinde kayboldu.
Bu gerçekten muhteşem bir görüntüydü. Benim gibi dışarıdan gelen, bu tür şeylere alışmamış olan ve bu olayda da yer almayan benim gibi birisi için bütün bu görüntülere gölge düşüren tek şey, tüm bu hareketlerin, heyecanın ve bağırmaların bana oldukça anlamsız gelmesiydi. Salladığı balta ile sadece havayı yarabilen bir adamı düşünmekten kendimi alamadım.
General ile benim de aralarına katıldığım maiyeti köye ulaştığında, orası birliklerimiz tarafından işgal edilmiş ve geride tek bir düşman kalmamıştı. Düz çatıları ve göze hoş gelen bacaları olan köyün uzun ve temiz kulübeleri, taşlık ve tepelik bir alan üzerinde yayılırken ortalarından bir ırmak akıyordu. Bir taraftaki yeşil bahçeler içinde bulunan son derece büyük şeftali ve erik ağaçları güneş ışınlarına boğulmuş olarak dururken diğer tarafta, mezar taşları, çeşitli toplar ve bezlerin bağlandığı sopalar, esrarengiz gölgeler oluşturuyordu. Burası cigitlerin, en iyi savaşçıların mezarlarıydı.
Birlikler köyün girişindeki kapıların önünde toplandı.
Bir an sonra da, ağır süvariler, Kazaklar ve piyadelerden oluşan bir güruh, eğri büğrü yollardan içeri akmaya başladı ve köy bir anda canlandı. Bir tarafta bir tavan çöktü ve ardından dayanıklı bir kapıya vuran balta sesleri geldi. Başka bir tarafta bir ot yığını, çit ile kulübe ateş aldı ve koyu bir duman sütünü gök yüzüne doğru yükselmeye başladı. Bir Kazak, bir un çuvalıyla bir halıyı sürüklüyordu. Teneke bir leğen ile bir takım kumaşlar taşıyan bir asker, neşeli bir yüzle bir kulübeden çıktı. Kollarını ileri doğru açmış başka bir asker, bağrışan ve kanatlarıyla çitlere vurarak kaçışan iki tavuk kovalıyordu. Bir üçüncüsü, bir yerden büyük bir tencere dolusu süt bulmuştu. Ondan içti ve daha sonra tencereyi büyük bir kahkahayla fırlattı.
Benim kaleden birlikte geldiğim tabur da köydeydi. Bir evin damında oturan Yüzbaşı Khlopov, ucuz tabakasından tütün içerek öylesine umursamaz bir havada dumanlar tüttürüyordu ki, onu gördüğüm anda bir düşman köyünde olduğumu unuttum ve kendimi evde hissettim.
"Aha, demek buradasın" dedi, beni fark edince.
Teğmen Rosenkranz'ın uzun boylu vücudu köyün içinde hareket edip duruyordu. Devamlı olarak emirler veriyordu ve çok meşgul görünüyordu. Onu kulübelerin birisinden yüzünde bir zafer ifadesiyle çıkarken gördüm. Peşindeki iki asker yaşlı bir Çeçen'i getiriyorlardı. Bütün giyeceği renkli fakat parçalanmış bir gömlekle her tarafı yamalı bir pantolondan oluşan yaşlı adam, o kadar zayıf görünüyordu ki, eğilmiş sırtına sıkıca bükülmüş olan kemikli kolları omuzlarından ayrılacak gibiydi. Bir birine dolanmış çıplak ayaklarını ancak hareket ettirebiliyordu. Yüzü ve hatta tıraşlı kafasının bir kısmı derin çizgilerle buruşmuştu. Kısa kesilmiş gri bıyığıyla sakalı arasına yerleşmiş olan çarpılmış dişsiz ağzı, sanki bir şey çiğniyormuşçasına devamlı olarak hareket ediyordu. Fakat kirpiksiz kırmızı gözleri hala ateşle parlıyordu ve bu gözler, yaşlı adamın hayata karşı duyduğu kayıtsızlığı gösteriyordu.
Rosenkranz bir tercüman aracılığıyla onun neden diğerleriyle birlikte gitmediğini sordu.
"Nereye gidebilirdim ki?" dedi, sessizce uzaklara bakarken.
"Diğerlerinin gittiği yere," diyerek cevap verdi birisi.
"Cigitler Ruslarla savaşmak için gittiler, fakat ben yaşlı bir adamım."
"Ruslardan korkmuyor musun?"
"Ruslar bana ne yapabilir? Ben yaşlıyım," dedi, etrafında oluşan halkaya aldırmaz bir şekilde göz atarken.
Daha sonra, geri dönerken, aynı yaşlı adamın başı açık elleri bağlı olarak bir Kazak eyerinin arkasında sarsılarak gittiğini gördüm. Hala yüzündeki aynı vurdum duymaz ifadeyle etrafına bakıyordu. Rus esirlerle değiştirmek için kendisine ihtiyaç vardı.
Çatıya tırmandım ve yüzbaşının yanına oturdum.
"Öyle görünüyor ki düşmandan pek fazla yoktu" dedim, onun baskın ile ilgili fikrini öğrenmek isterken.
"Düşman mı?" diyerek hayret içinde tekrarladı. "Onlardan hiç biri bile yoktu! Onlara düşman diyebilir misin? Akşama kadar bekle; ayrılacağımız zaman, bizim gidişimizi görmek için onlardan yeteri kadarının akıp geldiğini göreceksin." Lülesiyle, o sabah geçtiğimiz ağaçlık bir boğazı gösterdi.
"Nedir o?" Yüzbaşının konuşmasını kestim ve bizden fazla uzak olmayan bir yerde Don Kazaklarının etrafına toplandıkları bir şeyi göstererek merak içinde sordum.
O taraftan bir bebeğinkine benzer sesler ve bağrışmalar geldi: "Dur, kesme onu.... Görecekler... Bıçağın var mı Yevstigneich?"
"Nahoş bir şeyin peşindeler piçler," dedi yüzbaşı sakin bir şekilde.
Fakat tam o sırada, yakışıklı asteğmen kollarını sallayarak koştu ve yüzü kızarmış ve endişeli bir halde Kazaklara doğru atıldı.
"Dokunmayın ona! Ona zarar vermeyin!" diye çocuksu bir sesle bağırdı.
Subayı gören Kazaklar ayrıldılar ve küçük beyaz bir oğlağı serbest bıraktılar. Genç asteğmen mahcup oldu, bir şeyler mırıldandı ve utanmış bir halde onların önünde durdu kaldı. Yüzbaşıyla beni çatıda görünce daha çok kızardı ve sıçrayarak bize doğru koştu.
"Onların bir çocuğu öldüreceklerini zannettim," dedi mahcup bir gülümsemeyle.
Köyü ilk olarak general ile süvariler terk etti. Kaleden birlikte geldiğim tabur, artçı birliğini oluşturuyordu. Yüzbaşı Khpolov ile Teğmen Rosenkranz'ın bölükleri birlikte ricat ettiler.
Yüzbaşının tahmini doğru çıktı. Onun daha önceden bahsettiği ağaçlık boğaza girer girmez, düşman dağlılar, hem atlı hem de yaya olarak her taraftan çıkmaya başladılar. Bize o kadar yakınlardı ki; bazılarının ellerinde tüfekleri olduğu halde, eğilerek ağaçtan ağaca koştuklarını açıkça görebiliyordum.
Yüzbaşı şapkasını çıkardı ve dindar bir şekilde haç işareti yaptı. Askerlerin bazıları da aynı şeyi yaptılar. Ağaçların arasından, bağıran ve bize sataşan Çeçenlerin sesleri duyuluyordu: "Hey, Rusky, hey!" Kısa ve seri tüfek sesleri takırdadı ve mermiler her tarafta vızıldadı. Adamlarımız ses çıkarmadan ateşe cevap verdiler. Sadece birlikler arasında bir takım yorumlar yükseldi: "Orada, ağaçların arasında onlar için her şey tamam" veya "tam burada bir top çok işe yarardı."
Nihayet toplar getirildi ve bir kaç şarapnel ateşinden sonra düşman zayıflar gibi oldu. Fakat hemen arkasından, birliklerimizin ileri doğru attıkları her adımında savaş naraları ve ateş yeniden alevlendi.
Köyden ancak bir milin üçte biri kadar uzaklaşmıştık ki, düşman gülleleri başımızın üzerinde ıslık çalmaya başladı. Bir askerin onlardan bir tanesiyle öldürüldüğünü gördüm... Fakat ben böyle bir şeyi unutmaya çalışmam gerekirken, neden bu korkunç sahnenin detaylarına inmeliyim!
Teğmen Rosenkranz, tüfeğiyle devamlı olarak ateş ederken boğuk bir sesle adamlarına emirler yağdırıyor ve son hızla hattın bir ucundan diğerine at koşturuyordu. Şimdi daha solgun görünüyordu ve solgunluk onun askeri görünüşüne daha uygun düşüyordu.
Genç asteğmen mutluluk içindeydi. Güzel koyu gözleri cesaretle parlıyor ve dudaklarında da hafif bir gülümseme yayılıyordu. Yüzbaşının yanına at sürmeye ve hücuma geçmek için izin istemeye devam etti.
"Onları geri atacağız," diyerek ısrar etti, "yapacağımızdan emininim."
"Hayır," diye yumuşak bir şekilde cevap verdi yüzbaşı, "şimdiki vazifemiz geri çekilmektir."Yüzbaşının bölüğü ormanın kenarını tutuyordu. Askerler, düşmana ateş etmek için yüzü koyun yere uzanmışlardı. Yüzbaşının kendisi ise, yırtık paltosu ve tüylü şapkasıyla, dizginleri serbest bırakmış, dizleri kısa üzengilerde keskin bir şekilde eğilmiş bir halde atının sırtında oturuyordu. Kendisi ne konuştu ne de hareket etti. Askerler, onun emirlerine gerek kalmayacak şekilde vazifelerini biliyorlardı. Sadece ara sıra, kafası açıkta kalmış birilerine bir şeyler bağırmak için sesini yükseltiyordu.
Yüzbaşı Khlopov'un görüşünde hiç de savaşçı bir yan yoktu. Fakat onda öylesine olağanüstü bir samimiyet ve saflık vardı ki beni çok etkiledi. İçimden bir şey bana, "işte tam bir cesur adam" dedi.
O, aynen onu her zaman gördüğüm gibiydi: aynı soğuk kanlı hareketler, aynı düzgün ses ve basit ama sevimli yüzündeki aynı samimi ifade. Sadece, şimdi normalden daha parlak olan gözleri, sessiz bir şekilde dikkatini işine veren bir adamı ele veriyordu. Rahatlıkla onun her zamanki gibi olduğu söylenebilirdi. Fakat diğerlerinde kaç çeşit farklı davranışın gölgelerini fark ettim: birisi, her zamankinden daha sakin görünmeye çalışırken, bir başkası daha sert bir diğeri de daha neşeli görünmeye yelteniyordu. Halbuki yüzbaşının yüzünde, onun olduğundan farklı görünmeye çalışmanın aklından bile geçmediği görülüyordu.
Waterloo'da "La garde meurt, mais ne se rend pas"16 diyen Fransız ve diğer kahramanlar, özellikle böylesine anlamlı sözler söyleyen Fransız kahramanlar gerçekten kahramandılar ve arkalarında unutulmaz anılar bıraktılar. Fakat onların cesareti ile Yüzbaşı Khlopov'un cesareti arasındaki fark şuydu: eğer böylesine güzel bir söylev kahramanımın içinde doğmuş olsa bile o, eminim ki bunu söylemezdi. Birinci sebep olarak böyle bir cümle sarf etmekle büyük bir işi yok etmekten korkardı; ikinci sebep olarak da, bir insanın büyük bir eylemi gerçekleştirmek için kendisinde yeterli gücü hissetmesi durumunda bütün kelimeler anlamsız kalır. Benim kanaatime göre işte bu, Rus cesaretinin yüksek bir karakteri ve ona has bir özelliktir. Durum böyle iken, genç savaşçılarımızın artık antik çağlarda kalmış Fransız şövalyeliğini taklit etmek için kullandıkları adi Fransızca deyimleri duyduğu zaman bir Rus kalbi nasıl acı duymaz?
Aniden, Asteğmen Alanin'in takımıyla birlikte bulunduğu yerden, fazla yüksek olmayan oldukça koordinesiz bir "Hurra!" sesi yükseldi. O tarafa baktığım zaman otuz kadar askerin, tüfekleri ellerinde ve sırt çantaları omuzlarında olduğu halde, yeni sürülmüş tarlanın içinde büyük güçlüklerle koştuklarını gördüm. Sendelemelerine rağmen ilerlemeye ve koşarken de bağırmaya devam etmeyi başardılar. Genç asteğmen de onların önünde kılıcını çekmiş atının üzerinde dört nala gidiyordu.
Hepsi ağaçlar içinde gözden kayboldular.
Bir kaç dakikalık bağrışmalar ve takırtılardan sonra paniğe kapılmış bir at ağaçların arasından fırladı. Arkasından, ölü ve yaralılarını taşıyan askerler göründü. Yaralılar arasında genç asteğmen de vardı. İki asker onu kollarından tutuyordu. Rengi bir kağıt gibi solup beyazlaşmıştı. Bir dakika kadar önce savaş için yanıp tutuşan yakışıklı yüzünde şimdi o coşkunun ancak zayıf bir gölgesi kalmıştı. Başı korkunç bir şekilde omuzları arasına gömülmüş ve göğsüne doğru kaymıştı. Düğmeleri açılan paltosunun altında, beyaz gömleğinin üzerinde küçük kanlı bir leke görünüyordu.
"Ah, ne kötü bir durum!" dedim, elimde olmadan ve bu nahoş görüntüden başka bir tarafa döndüm.
"Elbette acınacak bir durum," dedi, yanımda duran ve üzüntülü bir şekilde tüfeğine yaslanan yaşlı bir asker. "O hiç bir şeyden korkmuyordu, nasıl böyle olabilirsin ki?!" yaralı çocuğa dikkatle bakarken ekledi. "İşte bu yüzden aptal birisiydi ve şimdi bunun cezasını çekti!"
" Sen korkuyor musun?" diye sordum.
"Ne bekliyordun!"
Asteğmen bir sedye üzerinde dört asker tarafından taşınıyordu. Onların arkasında bir sıhhiye emir eri, içinde tıbbi malzeme bulunan yeşil iki kutuyu taşıyan, zayıf ve yorgun bir atı çekiyordu. Onlar doktor için beklerlerken bir çok subay sedyenin yanına at sürerek yaralı genci cesaretlendirecek ve rahatlatacak sözler söylediler.
"Yaa, Alanin, eski dost, yeniden dans edebilmen için oldukça uzun bir zaman gerekecek," dedi, Teğmen Rosenkranz gülümseyerek.
Büyük bir ihtimalle, bu sözlerinin genç adamın moralini yükselteceğini düşünmüştü. Fakat diğerinin yüzündeki üzgün ve soğuk bakışlardan, bu sözlerin istenen etkileri yapmadığı söylenebilirdi. Yüzbaşı Khlopov da oraya at sürdü. Genç yaralıyı yakından inceledi ve genellikle umursamaz bir halde olan yüzünde samimi bir acıma duygusu belirdi.
"Eh, benim sevgili Anatoly İvanovich," dedi kendisinden beklediğim yakın ve candan ilgi dolu bir sesle "galiba bu Allah'ın isteğiydi".
Genç adam bakışlarını çevirdi. Solgun yüzünde üzüntülü bir gülümseme belirdi.
"Evet, sana itaat etmedim."
"Sadece Allah'ın isteği buydu diyelim," diye tekrarladı yüzbaşı.
Doktor geldi. Sıhhıye erinden bandajlar, cerrah mili ve başka bir alet aldı, kollarını sıvadı ve cesaretlendirici bir gülümsemeyle asteğmene yaklaştı.
"Nedir bu şimdi?" dedi, neşeli bir sesle. "Duyduğuma göre, daha önce olmayan bir yerinde yeni bir delik açılmış! Hele ona bir bakalım!"
Asteğmen itaat etti. Fakat neşeli doktorun yüzüne şaşkınlık ve suçlama dolu bir ifadeyle baktı. Diğeri bunu fark etmedi. Doktor yaraya sondaj yapmaya ve incelemeye başladı. Fakat şimdiye kadar bütün gücünü harcayarak dişini sıkan asteğmen, daha fazla dayanamayarak derin bir inilti çıkardı ve doktorun elini itti.
"Bırak beni," dedi ancak işitilen zayıf bir sesle. "Nasıl olsa öleceğim."
Bu sözlerle geriye düştü. Beş dakika sonra, onun etrafına toplanmış olan kalabalığın yanına giderek yaralının nasıl olduğunu sorduğum zaman bir asker, "ölüyor" diyerek cevap verdi.
Geniş bir sıra oluşturup şarkılar söyleyerek ilerleyen birlik kaleye ulaştığında vakit çok geç olmuştu.
Güneş en son pembe ışıklarını, açık ufuk üzerinde asılı olarak duran uzun ince bulutların üzerine akıttıktan sonra karlı dağ zirvesinin arkasında saklanmıştı. Karlarla kaplı dağlar, leylak renkli pus içinde kaybolmaya başladıklarından sadece zirvelerinin hatları, güneş batımından sonra oluşan kızıllık içinde seçilebiliyordu. Uzun bir süre önce yükselmiş olan parlak ay, gökyüzünün koyu maviliğinde beyazlaşmaya başlamıştı. Otların ve ağaçların yeşillikleri koyulaştı ve kırağıyla ıslandı. Bereketli otlaklar üzerinde uyumlu adımlarla ilerleyen birliklerin karanlık gövdeleri ilerlerken, orada burada tamburin ve davul sesleriyle neşeli şarkılar duyuluyordu. Altıncı Bölüğün ikinci tenoru, büyük bir güç ve duyguyla şarkı söylüyor, saf ve coşkulu sesi temiz akşam havasında uzaklara taşınıyordu.
P
[ İngilizce'den çeviren: Sedat Özden]
1Bu hikayenin içindeki noktalı kısımlar sansür edilmiştir. (Yazarın notu.)
2 Daha doğrusu, Napolyon'un Büyük Ordusu Grand Armee'ye karşı verilen 1812 Yılındaki Yurtsever Savaşı'nın Tarifi adlı kitap.
3 Molla Nur A. Bestu?ev-Marlinsky tarafından, Zamanımızın Bir Kahramanı da Lermontov tarafından yazılan romantik romanlardır.
4 Varangianlar: 9. Yüzyıllarda Rusya'da hükümdarlık kurarak Rusya'ya bir kraliyet ailesi veren İsveç asıllı savaşçılar (ç.n).
5 Şamil, 1834 yılından itibaren Dağıstan ile Çeçenya'nın (Kuzey-Doğu Kafkasya) tek lideriydi. 25 yıl boyunca Müslüman Dağlılara Ruslara karşı savaşlarında liderlik etti. Nihayet 1859 yılında yenilen Şamil esir alınarak Rusya'ya sürgün edildi.
6 "İyi akşamlar, kontes".
7 "Biliyorsunuz ki, kafirlerle savaşmak için yemin ettim, bu yüzden ihanet etmemeye dikkat edin."
8 "O zaman Allaha ısmarladık sevgili general."
9 "Hayır, tekrar görüşmek üzere."
10 "Unutmayın ki, kendimi yarın akşamki suareye davet ediyorum."
11 Kafkasya'daki kurbağalar Rusya'dakilerden çok daha farklı bir ses çıkarmaktadır.
12 Kafkasya'daki ırmaklar Temmuz ayında taşmaya meyillidirler.
13 Ne nefis bir manzara.
14 Böylesine güzel bir ülkede savaş tam bir hazdır.
15 Özellikle iyi arkadaşlar eşliğinde.
16 Muhafız alayı ölür ama teslim olmaz.
+''+L .N. Tolstoy))))