İzafiyet teorisi gibi büyük, bilimsel teorilere dalmadan kendi yaşam pratiğimizden de biliriz ki; kimi olaylar ve olgular, tutumlar, tavır ve davranışlar, koşullara göre farklı anlamlar kazanırlar. Adığe halkı için büyük sürgün, ne kimilerinin düşlediği gibi bir kurtuluş, ne işgalcilerin göstermeye çalıştıkları gibi kısmi ve iradi bir göç, doğal ve sıradan bir yer değiştirme olayı, ne de geçici bir ceza değil, Adığe halkı için tam bir ulusal yok oluş, bir soykırım olmuştur. Tıpkı onun gibi; "Anayurda Dönüş" de sıradan bir yer değiştirme, bir göç olayı, bir "tercih meselesi" değil; ulusal anlamda bir ölüm-kalım meselesidir. "Sürgün" nasıl yokoluşa itilişse, "dönüş" de yokoluşa başkaldırı, ulusal var oluş direncidir.
+''+Asimilasyoncular ve işbirlikçileri gibi, Adığe ulusal varlığını önemsemeyenler, asimilasyon olgusunu gözlemleyemeyenler bunu abartı olarak değerlendirebilirler. Ancak onlar da, eğer kötü niyetli değil iseler, bunun abartı olmadığını anlayacak ve kabul edeceklerdir.
20-25 yıl kadar önce Uzunyayla'da asimilasyondan söz edince insanların bize garip garip baktıklarını anımsıyorum. "Acaba iyi anlatamadık mı?" düşüncesiyle asimilasyon olgusunu başka sözcüklerle ve örneklerle uzun uzun anlatmaya, kendimizce açıklayıp kavratmaya çalışmıştık; asimilasyonun; bir halka dilinin, kültürünün unutturulması, ona kendisine ait olmayan başka bir dil ve kültürün benimsetilmesi, bir halkın bu tür yollarla başka bir halk tarafından özümlenmesi, yani ulusal-kültürel anlamda yok edilmesi, dünya sahnesinden silinip tarihe gömülmesi demek olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışmıştık. Bu özümleme olgusunun bir egemen güç tarafından uygulanan politikalarla, siyasal, hukuksal, sosyal baskı mekanizmalarıyla gerçekleştirilmeye çalışılması halinde buna zoraki asimilasyon, böyle baskı mekanizmaları olmadan doğal etkileşim yoluyla gerçekleştirilmesi halinde de buna doğal asimilasyon gibi adlar verildiğini; zoraki asimilasyona karşı çıkmak gerektiğini, zira bunun bir soykırım, bir insanlık suçu olduğunu dilimiz döndüğünce açıklamaya çalışmıştık. Adığe halkının da gerek Osmanlı döneminde uygulanan dağınık yerleştirme (iskan) politikaları ve buna ek olarak uygulanan politikalar nedeniyle ciddi bir zoraki asimilasyon sürecinde bulunduğunu anlatıp durmuştuk. Ama garip bakışlar değişmemişti.
Uzunyayla insanı asimilasyona inanmıyordu. Bir halk dilini-kültürünü nasıl unutabilir, kendine nasıl yabancılaşabilirdi? Onlara göre bu olacak şey değildi.
Kayseri'de o yıllarda dernek çalışmalarının pek ilgi görmemesi de bundandı. O zaman dernek çalışmalarını yürüten arkadaşlar da dürüst, çalışkan ve samimi insanlardı. Ama söylemleri hep aynı temele; ulusal sorun ve asimilasyon temeline dayanıyordu. Uzunyayla ise küçük Kafkasya idi; ne asimilasyon olurdu orada, ne de ulusal sorun!... Adığece en iyi orada bilinir-konuşulur, Adığe töresi en iyi orada uygulanır-yaşanırdı. Bu öteden beri böyle gelmişti, böyle gitmemesi için de bir neden yoktu!... Uzunyayla'ya asimilasyonu anlatmak olanaksızdı, anlatamamıştık da.
Yanlış anımsamıyorsam 1973 yılıydı. Türkçe bilmeyen Adığe konukla (rahmetli ŞOCENTS'UK'U Adem'le) karşılaştıklarında, içinde bulundukları asimilasyon sürecinin yok edici soğuk yüzünü belki ilk kez duyumsamışlardı içlerinde. Mexherable'de köyün ileri gelenleri Kafkasya'dan gelen değerli konuğu "sormak", ziyaret etmek için Kharden Bahri'nin konuk odasında bir araya gelmişlerdi. Önce güzel başladı söyleşi; hoş-beş edildi, hal-hatır soruldu, anavatandan, "sormamız gerekenlerden" haber havadis soruldu. Ne var ki, bunlar sorulurken bile farkında olmadan Türkçe sözcükler karıştırılıyordu ve tabii ki konuğumuz bunları anlamadığından, doğrudan diyalog güçleşiyordu. Biri konuşurken, çok Türkçe sözcük karıştırdığı sezilince diğerlerinin söz alma cesareti azalıyor, derken bir süre sonra kimsenin ağzını bıçak açmaz oluyordu. Asimilasyon canavarı, sinsice onları da sarmıştı ama farkında değildiler. Daha sonra, hiç Adığece bilmeyen TV alıcıları köylerde evlerin baş köşelerini birer ikişer işgal etmeye, mantar gibi çoğalan kanallar yarışmaya başladıktan sonra ortaya çıkan tabloyu görünce her halde bizim o zamanlar ne demek istediğimizi anlamışlar, asimilasyona uyanmışlardır. Kayseri'de derneğe büyük ilgi gösterilmesinde, Pınarbaşı'nda, yıllar sonra bir dernek şubesi açma gereği duyulmasında her halde bu uyanışın etkisi vardır, diye düşünüyorum.
Bütün bunları neden anlatıyorum? Uzunyayla Anadolu'nun en kuş uçmaz kervan geçmez Adığe yerleşim yerlerinden biriydi. Coğrafi özellikleri ve yaşam güçlükleri nedeniyle başka nüfus çekmeyen, göreli bir Adığe çoğunluğuna sahip olarak kendi kendilerine doğal etkileşme ve dayanışma içinde yaşayan, dışa kapalı, dirençli bir etnik yapı oluşturuyordu, gerçekten Anadolu'nun küçük Kafkasya'sı sayılırdı. Ama artık orada da; "Kaç kişi Adığece biliyor? Kimler biliyor? Filan kişi Adığece bilir mi?" gibi sorular sorulabilir olmaya başlamıştır.
Yazımızın başlarında da değindiğimiz gibi; bugün Adığeler için Anayurda dönüş, artık sıradan bir yer değiştirme olayı olması şöyle dursun, bir gereklilik olmasının da ötesinde zorunlu, kaçınılmaz bir ulusal ödev haline gelmiştir. Çünkü asimilasyona; ulusal yok oluşa karşı en donanımlı, en dirençli konumda görünen Uzunyayla'da bile tehlike çanları çalmaya başladığına göre, Anayurda dönüş, ulusal anlamda bir ölüm-kalım meselesi haline gelmiş demektir. Çünkü Uzunyayla dışındaki yerlerde asimilasyon çok daha ciddi boyutlara varmıştır.
Bırakınız başkalarını, en fazla ulusal kaygı taşıyor olması, toplumumuzun en duyarlı kesimlerinden sayılması gereken dernek çevrelerinde bile anadilini bilen, hele anadilinde okur-yazar olan kaç kişi vardır? Oysa son otuz yılda az okuma-yazma kursu açılmadı Türkiye'de, az alfabe basılıp dağıtılmadı. Yalnızca Yamçı dergisinin bile tirajı üç bindi, teksirle ozalitle çoğaltılıp dağıtılanlar da ondan az değildir. Yalnızca anayurt Kafkasya'dan getirilip dağıtılan alfabe ve okuma kitapları bile yüzlercedir. Ama olmuyor, Anayurt dışında Adığe olunamıyor, Adığe kalınamıyor. Anadilinde okur-yazar olanlar bir yana, ana dilini konuşma ve iletişim dili olarak kullanabilenlerin sayısı da hızla azalıyor, Adığelik anayurt dışında hızla tükenişe koşuyor.
1864 sürgünü baz alındığında, biraz öncesini, biraz sonrasını kapsayan elli yıllık dönem içinde anayurt Çerkesya'yı terk edenlerin sayısı yaklaşık üç milyon dolayında hesaplanıyor. Nüfusun %90'ı sürgün ve tehcir edilmiş, aldatılıp kandırılarak sökülüp çıkarılmış, akıntıya kapılarak çıkmış, sonuç olarak anayurt dışında kalmıştır.
10 Nisan 1911 tarihli Ğuaze gazetesinde: "Rusya hükümetinin muhacirin komisyonu kuyud-ı resmiyyesinin gösterdiği miktara göre 1280 hicretinde yalnız Kuban eyaletindeki Şapsığların 258000, Abzaxların 250000 nüfusu gelmiştir." denmekte, bir çoklarının da "komisyonun karar ve malumatı haricinde kalmış" olduğu eklenmektedir.
Yalnızca bu iki boydan yaklaşık iki 500 bin civarında bir nüfus anayurdu terk etmişse Bjedığu, Ç'emguy, Khabardey, Besleney, Hatikhuay... gibi diğer Adığe boylarıyla birlikte toplam olarak üç milyon dolayında Adığenin ülkesini terk etmek durumunda kaldığı kolaylıkla hesaplanabilir. Bu nüfusun yarısının yollarda, savaşlarda kırıldığı, yalnızca yarısının Osmanlı topraklarında iskan edildiği kabul edilse bile, bugün Türkiye'de yaşayan Adığelerin sayısının 4,5-5 milyon dolayında olması gerekirdi.
1880 yılı başında Osmanlı topraklarında yaşayan Adığelerin sayısı bir milyon ve Adığe nüfus artış hızı da Türkiye genel nüfus artış hızının yarısından az (%1) kabul edilerek yapılan bir hesaplamada, olması gereken Adığe nüfusu aşağıdaki gibi hesaplanmıştır:
1880 1.000.000
1900 1.220.186
1920 1.488.848
1940 1.816.665
1960 2.216.649
1980 2.704.724
1998 3.235.239
1880 yılında Osmanlı topraklarındaki Adığe nüfusunun 1.000.000'dan fazla olması veya nüfus artış hızının ortalama %1'den fazla olması ihtimali hesaba katılırsa bu rakamların çok daha fazla olacağı açıktır. 1880 yılı başında Osmanlı topraklarındaki Adığe nüfusunun 1.000.000'dan, nüfus artış hızının da %1'den daha az olduğunu kabul etsek dahi bugün Türkiye'de en az 2.000.000 dolayında bir Adığe nüfusun var olması gerekmektedir.
Bu nüfus Adığe ulusal varlığı adına ne üretmiştir?! Bırakalım Adığe ulusal varlığı adına bir şey üretmiş olmasını, bugün ne kadarı anadilini bilmektedir? 30 yıl sonra, 50 yıl sonra Türkiye'de Adığece diyalog kurabileceğimiz kaç Adığe kalır dersiniz?!
Anayurt dışında muhaceret koşullarında gelinen durum ve gidilmekte olan sonuç, izlenen asimilasyon politikalarının zaferi, muhacerette Adığe kalabilme olasılığı düşüncesinin iflası ve hezimeti demektir.
Aynı nüfus projeksiyonunu Adığey Cumhuriyeti'ndeki Adığe nüfusuna uygularsak, baz alınan tarihte Adığey'de kalabilmiş Adığelerin sayısının 30 bin dolayında olduğu ifade edilmektedir. Bu rakam, bu gün 3 katı dolayına çıkmıştır. Bu gün (1.1.1998 tarihi itibari ile ) Adığey Cumhuriyeti'nde 104.100 Adığe yaşamaktadır. Ancak burası "anayurttur", burada ulusal yönetim birimlerinden biri olarak 1922'lerden beri bir Adığey Özerk Bölgesi, 1991'den beri de Rusya Federasyonu'nu oluşturan temel birimlerden biri olarak bir Adığey Cumhuriyeti vardır. Federe Cumhuriyet statüsü içerisinde kurumlarını oluşturmuş, devlet yapılanmasının tamamlamıştır. Adığe nüfüs oranı %23 dolayında olmasına karşın, toprağın tarihsel sahibi olması ve uğratıldığı tarihsel haksızlıklar göz önünde tutulmak sureti ile Adığe varlığının ulusal hakları anayasa ve yasalarla güvence altına alınmıştır. Ulusal Adığe bayrağımızın dalgalandırılabildiği tek toprak parçası burasıdır. Anadil resmi dil haline getirilmiştir. Parlamento'nun yarısının Adığeler'den seçilmesi anayasa güvencesine alınmıştır. Yürütme organlarına Adığe varlığı ve etkinliği, fiilen çok daha yüksek düzeylerdedir. Ve anayurt dışındaki Adığelerin sürgün ve tehcir edilmiş olmalarından yola çıkılarak, anayurda dönüş hakları hem federe hem federal yasalarla kabul edilmiş, ayrıntıları da federe düzeyde dönüş yasası gibi yasa ve ilgili kararnamelerle düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi anayurt dışındaki 3 milyon Adığe'nin düşdüğü durum ile Adığey sınırları içinde kalabilen 30 bin Adığe'nin geldiği durumu karşılaştırmaya bile olanak yoktur. Düşünmeli ve ibret almak gerekir.
Denilebilir ki; bugünkü Adığey Cumhuriyetinde Adığe ulusal varlığı siyasal ve hukuksal olarak hemen her türlü hakka sahiptir. Artık sorun, bu hakları kullanabilme sorunudur; demografya ve ekonomi sorunudur, daha açık bir ifade ile nüfus sorunudur. Adığe ulusal varlığının uzun süre devam etmesi muhacerette nasıl olanaksız ise, nüfus sorunu çözülmediği takdirde, burada da gittikçe tehlikeye girecektir.
Anayurda dönüş, bu açıdan da bir ulusal ölüm-kalım sorunu olmaktadır. Adığe ulusal varlığının yok olma tehlikesi, muhacerette kapıda-bacada ise, anayurtta Adığey'de de ufuktadır. Ubıx dilinin ve kültürünün akıbeti ortadadır. Kar amacının herşeyi yönlendirebildiği, fiyatın arz talep dengesi içinde oluştuğu kapitalist piyasa koşullarında, bu az nüfusla ulusal varlığı uzun süre koruyabilmek geliştirerek yarınlara; yüz yıllar ötesine taşıyabilmek, her türlü yasal ve siyasal hakka rağmen kolay olmayacaktır. Bunun da tarihsel sorumluluğu ve vebali; her halde anayurt dışındakilerin katlanamadığı baskılara, acılara katlanabilerek herşeye rağmen anayurtta kalmayı başarabilen, anayurdumuzu ve ulusal varlığımızı herşeye rağmen bugünlere taşıyabilen bir avuç insanın değil; her ne sebeple olursa olsun anayurdu terk etmiş, anayurda dönüş hak ve olanağı olduğu halde, bu hak ve olanağı kullanıp anayurda dönmemiş, ulusal varlığın korunup geliştirilmesine omuz vermemiş, "taşın altına elini koymamış" diaspora çoğunluğunun olacaktır.
Evet, her şeye rağmen toprağı terk etmiş olanlar bizleriz; bizim atalarımızdır. Bugün hak ve olanak bulunduğuna göre anayurda dönmek de bizim borcumuz, bizim ulusal ödevimizdir. Bütün külfetleri anayurtta kalabilmiş bir avuç insana yükleyip, onların yarattığı nimetleri paylaşmak hakka reva değildir.
Bugün "vatanımız-cumhuriyetimiz var" diye, bugün "bayrağımız dalgalanıyor" diye göğsümüzü kabartıyor, onur ve gurur duyabiliyorsak; onların oluşturduğu kültür, sanat ve edebiyatı izleyerek mest olup coşabiliyorsak bunu neye borçlu olduğumuzu düşünmeliyiz. Bundan böyle bunların oluşmasına katılmayı, hiç değilse katkıda bulunmayı bir ulusal görev olarak üstlenmeliyiz.
Nalmes'leri-İslamey'leri; diğer folklor müzik ve tiyatro topluluklarını, Thabısım Vumar, Şıw Şaban, Nexay Aslan, Natxho Canxhot, Tıkho Khaplan, Semegu Goşnağu, Jane Nefset, Şewej Roza, Anzerıkho Çeslaw, Derbe Aslan, Nexay Tamara, Nemıt'ekho Aslan, Lheçe Albert, Haç'aku Aliy, Yemıj Nurbiy... gibi besteci, ses sanatçısı ve müzik adamlarını; Aşhamafe Dawut, Hatkho Ahmed, Ç'eraşe Tembot, Perenıkho Murat, Aşıne Hazret, Lhewsten Yusuf, Ç'eraşe Zeyneb, Hadeğal'e Asker, Şhalaxho Abu, Tharkhuaxho Yunus, Meşbaş'e İshakh, Khuyekho Nalbiy, Khump'ıl Khadırbeç, Yemıj Muliet, Meretıkho Dewlet, Pet'waşe Feliks, Bırsır Abdullah gibi nice ressam, şair, yazar, kültür, sanat ve bilim adamlarına kendi topraklarında, Anayurdunda kalabilmiş olan 30.000 kişilik bir nüfusun yetiştirebilmiş olduğunu, buna karşılık 3 milyonluk bir kitlenin muhacerette ulusal değer anlamında ne üretebildiğini düşünmeliyiz. Muhaceret nüfusunun onda birinin bile anayurda dönmüş olması halinde ulusal varlığımızın nasıl bir güç ve potansiyel kazanabileceğini, bu potansiyel anayurdunda neler yapabilecek, ne değerler yetiştirebilecek iken muhacerette ulusal varlık adına nasıl heder olup gittiğini hesap etmeliyiz. Haklarımız var yolumuz açıkken, gücümüz yeter olanaklarımız el verirken, sırf anayurda dönüşün ulusal anlam ve önemini yeterince kavrayamamış, ya da bunu şahsımızda ve ailemizde gerçekleştirmeyi göze alamamış olmamız nedeniyle neleri kaybettiğimiz, nelerden yoksun kaldığımızı, hatta dünyaya da nelerden yoksun bıraktığımızı tahayyül etmeli, sorumluluğumuzun, vebalimizin ağırlığını vicdanımızda duyumsamalı ve kendimizi sorgulamalıyız.
Bu noktada kimilerinin ağzından duyar gibi oluyorum; "Biz de biliyoruz, bütün bunlar doğru, iyi, güzel ama nasıl dönelim?" ya da "İsteyen dönsün ama herkesin dönmesi gerekmez ki!... İşte Abhazya olayında, Çeçenya olayında görüldü, burada da yapılacak işler var."
Evet, gerçekten, bugün bunlar artık biliniyor. Anayurda dönüşün alternatifsizliği ortada. Adığe ulusal sorununa artık kimse anayurda dönüş dışında bir çözüm öneremiyor. Tam kavşak noktasında, dönemeçteyiz. Ya anayurda dönüş ya da ulusal tükeniş, yok oluş. Anayurda dönüşe "Hayır!" demek, ulusal intihar yolunu seçmekle aynı anlama geliyor. Yaşamın bütün zorluklarına, sıkıntılarına acılarına karşı intiharı seçmek, aklı başında bir insan için düşünülemez. Öyleyse tek seçenek: Anayurda dönüştür.
Durum bu kadar açık ve kesin olunca "Nasıl? Ne zaman? Kimler?" gibi sorular geri plana düşüyor. Bu tür sorular ve yanıtları, hiçbir ön koşul oluşturmamak koşulu ile, yalnızca anayurda dönüşü planlamak ve çabuklaştırmak, daha az sorunlu sıkıntılı ve daha kolay biçimde gerçekleştirebilmek için geçerli olabilir. Aslında bu tür sorulara verilebilecek çok kısa, kestirme ve genel-geçer yanıtlar da vardır. Ama bunlar, bu tür soruları sorma gereği duyanlar için cevap oluşturmuyor. Cevap olabilecek arayışlara hala gereksinim olduğu anlaşılıyor.
Evet, dönüş ama nasıl, ne zaman ve kimlerin dönüşü? Herkesin dönmesi gerekir mi?
Sorulara doğru yanıtlar verebilmek için, bugün yaşadığımız bütün sorunların kaynağına inmek gerekir. 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşananlar yaşanmamış olsaydı; Çarlık Rusyası ülkemizi işgal edip, atalarımızı topraklarından sürmemiş olsaydı; Osmanlı kendi siyasal, askeri ve ekonomik çıkarları için insanlarımızın temiz din duygularını ve feodal yapılarını istismar ederek onları toprağından koparıp kendi ülkesine çekmeseydi, yani bizler bugün muhaceret ülkelerinde bulunmasaydık hiçbir sorunumuz olmayacaktı. Belki Abhazya, Çeçenya sorunumuz da olmayacaktı. Daha doğrusu, elbette bir takım sorunlarımız olacaktı ama böylesi sorunlarımız olmayacaktı. Belki ulusal kalkınma, büyüme, bireysel refah düzeyini yükseltme, dünya ülkeleri arasında daha saygın ve daha etkin bir konuma gelme vb. başka sorunlarımız olacaktı. Muhaceret sorunu, diasporası olmayan uluslar gibi olacaktık. Oysa bugün, anayurt dışında başka ülkelerde bulunmamız, kendisi başlı başına bir sorun olarak karşımızda duruyor. Öyleyse sorunun nihai, kökten ve ideal çözümü, tüm Adığelerin; hiçbir ayrım olmaksızın, hiçbir ön koşula bağlı olmaksızın bir an önce ve her hangi bir biçimde anayurda intikal edip, orada yerleşmesidir. Evet, Adığe olmaktan onur ve gurur duyabilen, Adığe olarak kalmak isteyen, yaptığı iyi şeylerin başka uluslara, kötü şeylerinse Adığe ulusuna fatura edilmesine gönlü razı olmayan her Çerkes, yüreğinde azıcık yurt sevgisi, beyninde azıcık ulus düşüncesi olan ve anayurda dönmesi mümkün olan herkes anayurda dönmelidir, mümkünse fabrikasını, atölyesini, tezgahını, sermayesini, evini taşıyarak, mümkün olamıyorsa yalnızca bilgi ve deneyim birikimlerini beyinsel ve bedensel güç ve yeteneklerini, emeğini taşıyarak anayurda dönmeli ve yerleşmelidir. İdeal çözüm budur. Zira unutulmamalıdır ki; halksız toprak vatan, vatansız halk ulus olmaz. Adığelik için en yararlı Adığe ulus toprağına sahip çıkan Adığedir.
Öyle ise yapılan ve yapılacak olan her şeyi, bu ideal çözüme yakınlığı, buna katkısı ölçüsünde doğru, yararlı ve gerekli olarak değerlendirmek gerekmektedir.
Anayurda dönüş elbette kolay değildir. Yer değiştirme, bir yerden başka bir yere taşınma işi kendi başına sorundur, zordur. Ayrıca; bugün gerek bizim kendimize yabancılaşmışlığımız gerekse her ne kadar anayurdumuz-atayurdumuz ise de orada meydana gelmiş olan olumlu veya olumsuz gelişme ve değişmeler, dil, kültür, uyum, iş ve geçim sorunları gibi bir takım sorunlar da getirecektir. Ancak bütün bunlar aşılamayacak çözülemeyecek sorunlar değildir. Yaşanmış, bilinen, aşılabilecek ve alışılabilecek sorunlardır. Önemli olan istemek ve kararlı olmaktır.
Her Çerkes için en ivedi, en büyük ulusal ödev, bir an önce anayurda dönüp orada yerleşmektir. Bunu kendi şahsında ve ailesinde gerçekleştiremeyenler için ikinci derecede en değerli ulusal ödev, en kısa sürede en çok sayıda Adığe'nin anayurda dönmesini sağlama amaç ve hedefine elden geldiğince destek vermek ve katkıda bulunmaktır. Anayurda dönüşü amaçlamayan, bu amaca hizmet etmeyen, bu amaca yarar ve katkısı olmayan herşey, şayet doğrudan veya dolaylı biçimde zararlı değilse kendimizi tatminden, hem de yapay ve yalancı bir tatminden, kendimizi kandırmış olmaktan öte anlam taşımayacaktır. Zira yukarıda açıklandığı üzere, gidiş istikameti bellidir, sürüklendiğimiz nokta ortadadır.
Sosyalist dönemde anayurda dönüşün iki temel koşulu vardı: kabul etmek ve kabul edilmek yani Adığelerin sosyalist koşullarda anayurda dönüp orada yaşamaya razı olması, anayurt yönetimlerinin ve içinde yer aldıkları birlik yönetimlerinin bu isteği kabul etmeleri. Sosyalist dönemde bu iki koşul gerçekleştiği taktirde sorun çözülmüş sayılabiliyordu. Çünkü sosyalist devletin vatandaşına karşı büyük yükümlülükleri vardı; iyi-kötü başını sokacak bir yuva vermek zorundaydı devlet, karnını doyurabileceği bir iş vermek zorundaydı, hastalanmaması için gerekli önlemleri almak, hastalandığında tedavi etmek zorundaydı, devlet vatandaşına yeteneklerine uygun bir eğitim vermek zorundaydı. Birey için temel nitelik taşıyan bu tür sorunlar devlet tarafından üstlenilince anayurda dönüş yapanlar için dil, kültür ve uyum sorunları gibi sorunlar önemsizdi.
Anayurda dönüş amaç ve hedefinin önünde dün engel olarak duran kimi şeyler bugün demokratikleşme ve kapitalistleşme sürecinde engel olmaktan çıkmaya, dün engel sayılmayan şeyler de bugün engel olmaya başlamıştır. Soğuk savaş döneminin de propagandalarının da etkisiyle insanlarımızın anayurtta yaşamaya razı olmalarını zorlaştıran sosyalizm-komünizm engeli ortadan kalkmıştır. Anayurtta yaşamayı "biz kabul etsek bile, acaba onlar bizi kabul eder mi?" kaygısı da ortadan kalkmıştır. Bugün özellikle Adığey Cumhuriyeti için böyle bir sorun hemen hemen yok gibidir. Kesin dönüş yapıp yerleşmek niyetiyle Adığey Cumhuriyeti'ne gelen Adığelere iki ay içinde repatriant statüsü verilebilmektedir. Bu statü, seçme ve seçilme dışındaki bütün hakları sağlayabilmektedir. Fiili dönüşten sonra bir yıl sonra başvurulduğu takdirde repatrianta vatandaş statüsü kazandırma görev ve yükümlülüğünü ise federe cumhuriyet yönetimi bizzat kendisi üstlenmekte ve sağlamaktadır.
Ne var ki, devlet vatandaşına karşı sosyalist dönemdeki gibi yükümlülükler taşımamakta, daha doğrusu bu yükümlülüklerden hızla kurtulmaya çalışmaktadır. Devlet vatandaşa artık iş ve konut güvencesi vermemekte ancak kendi evini yapmak / yaptırmak isteyene arsa, işlemek isteyene toprak tahsis edilebilmektedir. Sağlık ve eğitim güvenceleri ise şimdilik elden geldiğince sürdürülmeye çalışılmaktadır. Buna karşılık serbest ticaret ve serbest yatırım hak ve olanakları hızla artmaktadır. Bu hak ve olanaklardan yararlanmada da geç kalmamak, tez davranmak gerekmektedir. Kapitalist kurallar çerçevesinde köşe başları tutulduktan sonra iş kurma ve onlarla rekabet koşullarının ağırlaşacağı tabiidir.
Bugün Adığey Cumhuriyeti'nde tarım ve hayvancılığa dayalı gıda, toprak, ahşap sanayii, inşaat ve hizmetler sektörü alanındaki işler başta olmak üzere devletin çekildiği ve daha da çekileceği bütün iş alanları özel sektör, yatırımcılarını beklemektedir. Bireysel küçük sermayeden, birleşik kooperatif sermayelerine, büyük sermayeye; esnaf ve zanaatkar atölyesinden küçük sanayii işletmecisine kadar burada üretim yapabilecek herkes için büyük olanaklar vardır. Boş lafla değil, ciddi yatırım proje dosyalarıyla kararlılık ve bağlılığını gösterebilen herkes için kapılar açıktır.
Bireysel düzeyde de, çalışıp kazanarak yaşamak isteyen herkes, kendi bilgi, beceri, güç ve yeteneğine göre iş bulabilmektedir.
Anayurda dönüş için, bireysel olanaklar yanında toplu dönüş anlamında önümüzde taze ve canlı bir örnek de bulunmaktadır. Yugoslavya'da yaşayan kardeşlerimiz, oradaki savaş tehlikesi de göz önüne alınması sureti ile hem Adığey Cumhuriyeti'nin hem de Rusya Federasyonu Hükümeti'nin iş birliği ve katkıları ile anayurda getirilmişlerdir. Toplu bir iş projeleri söz konusu olmamakla birlikte, yerleşmeleri için arazi tahsis edilmiş, Mefehable adlı bir köy kurulması kararlaştırılmış olup, köyün proje ve alt yapı çalışmaları devletçe planlanmakta ve yürütülmektedir. Kitlesel düzeyde ciddi biçimde anayurda dönüş talebi iletildiği taktirde dönüş isteminde bulunanların kendi birikim ve olanakları da değerlendirilmek sureti ile devlet öncülüğünde ve güvencesinde yeni yerleşim ve iş yerleri kurulması mümkün olabilecektir.
Bu durumda ulusal aydınlarımıza, toplum önderlerimize, dernek yöneticilerimize büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Önümüzdeki bir kaç yıl içerisinde anayurda dönüş yapmayı düşünenler, bunu kendileri göze alamıyor olsalar bile çocuklarının dönmesini isteyenler, hiç değilse anayurda dönüşün doğru ve gerekli olduğunu, buna yardımcı ve destek olmak gerektiğini kabul edenler, bu doğrultuda ciddi girişimler başlatmalıdırlar. Örneğin; aylık gelirlerinin %3-5'ini ayırmak suretiyle her dernek/şube çevresinde kooperatifler kurarak ya da anayurda dönüş yapacak olanlara durumlarına göre karşılıksız yardım veya kredi desteği sağlamak üzere "Anayurt Yardımlaşma Sandığı" gibi anayurda dönük ve ekonomik boyutlu bir örgütlenmeye giderek, dönüşü toplumsal/bireysel düzeyde realize etmeye gitmelidirler. Hiç değilse her dernek/şube kendi çevresinden bir ailenin anayurda dönüş yapmasını sağlamayı hedeflemelidir.
Bu takdirde durgun su akmaya başlayacak, anayurda dönüş giderek kolaylaşacak, hızlanacak ve artık dönebilecek kimse kalmayıncaya kadar sürecektir.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla başlayan yeni dönemde sağlanan siyasal ve hukuksal hak ve olanaklar çerçevesinde, anavatanımıza yeniden kavuşamazsak, bu fırsatı kaçırır, anavatanımıza sahip çıkamazsak bunun vebali ve sorumluluğu kimseye değil yalnızca bizlere ait olacaktır, asla başkasını suçlamaya hakkımız olmayacaktır. Bu vebal ve sorumluluk, özellikle iş adamlarımıza, yatırım yapabilme gücüne sahip olanlarımıza, bireysel olanaklarıyla anayurda dönüş yapabilecek durumda olanlarımıza ait olacaktır. Olay artık aydın sorumluluğunun ötesinde, ulus sermaye kesiminin, özel sektörün görev ve sorumluluk alanındadır. Asıl vebal ve sorumluluk da onlara ait olacaktır.
+''+Fahri Huvaj